Filistin’in 20. yüzyıldaki istilası, İngiliz istilası ve siyonist istila olarak birbirinin devamı niteliğindeki iki aşamadan oluşur. Bu iki istila acıları başta olmak üzere görünür yönleri ile incelenirken onların arka planları ihmal edilmiştir. Oysa onlardan kurtuluş ancak kodlarının çözülmesi ve onlara karşı önlem alınmasıyla mümkündür.

İNGİLİZLERİN İSTİLA ARACI: MİLLİYETÇİLİK

İngiltere, Filistin’in de içinde yer aldığı Arabistan Yarımadası’na hâkim olma siyasetini hazırlayıcı aşamaların ardından, mezhepçilikten de yararlanmakla birlikte daha çok “milliyetçilik” üzerinden sürdürdü. Öyle ki “milliyetçilik”, İngiltere’nin bölgeye hâkim olma siyasetinin Truva atına dönüştü. Osmanlı coğrafyasında milliyetçilik yol aldıkça İngiltere’nin bölgeye hâkim olma siyaseti de güç kazandı. Dolayısıyla İngiltere’nin istila siyaseti, ayrılıkçılığı yayma stratejisiyle, Suudi prensliğiyle ilişkili olarak mezhepsel kodlar taşısa da çatıda milliyetçi kodludur.

Bu bağlamda İngiltere, Osmanlıdaki bütün gayrimüslim azınlıkları desteklediği gibi Yahudileri de destekledi. Öte yandan Yahudiler, “Müslüman olduk!” diyerek Osmanlı ordusuna yerleştiler. Mason locaları üzerinden de Müslüman gençleri etkileyerek Osmanlı askeri ve siyasi bürokrasisinde yer edindiler.

Osmanlı, yoksul bırakılmıştı, borçluydu ve kendisini onların parasına muhtaç hissediyordu. Yahudiler, bundan aldıkları cesaretle, sistemin beynine kadar ulaştılar. Maske olarak ise hep Türk milliyetçiliğini kullandılar.

Öyle ki modern anlamda Türk milliyetçiliğinin temelleri, ünlü Komünist şair Nazım Hikmet’in dedesi Mustafa Celalettin Paşa tarafından atılmıştır ve Mustafa Celalettin, hakikatte Constantine Borzenski adında bir Yahudi’dir.

Mustafa Celalettin, sözde Müslüman oldu ama münafıkça bir eğilimle, Eski ve Modern Türkler adlı kitabı yazıp Türklüğü ilk kez Ümmet birliğinden bağımsız olarak işledi ve Türk gençlerini Ümmet’ten koparmanın yolunu açtı. Yapılan araştırmalarda Mustafa Celalettin’in; Mustafa Kemal’in zihin dünyasının oluşmasında en etkili kişilerden biri olduğu anlaşılmaktadır.

Mustafa Celalettin’den sonra, bizzat bir Yahudi kâhin ailesinden gelen Moiz Kohen, adını Munis Tekinalp olarak değiştirecek ve Türk milliyetçisi görünerek Ziya Gökalp gibi aydınlarla beraber Mustafa Kemal gibi askerleri de etkisi altına alacaktır. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Mustafa Celalettin ve Moiz Kohen kuşağının yaydığı milliyetçilik; Batıcılık ve laikçiliğin Truva atı olduğu gibi, Kudüs’ün istilasının da Truva atıdır. 

Yahudilerin yaydığı milliyetçilik; (1) Gençleri Ümmet’in sorunlarına karşı duyarsızlaştırdı. (2) Gençleri laikleştirip İslam’ın yaşadığı siyasal felakete karşı duyarsızlaştırmakla kalmadı, o felaketin bir parçası hâline getirdi.  

Bu milliyetçilik, İngiltere’nin istila emelleri ile de uyum içerisinde Osmanlı gençlerine, Arabistan’ı yönetmelerinin anlamsız ve güçlenen Batı karşısında imkânsız olduğunu dikte etti. Böylece onları Osmanlının büyük devlet gerçekliğinden kopardı, onlara Anadolu’ya sıkışmayı “millî bilinç” olarak kabul ettirdi. Ardından onların eliyle Anadolu’yu bir tür Endülüsleşmeye sevk etti.

9 Aralık 1917’de Kudüs’ün İngilizlere teslim edilmesine yol açan Yıldırım Ordularının dört komutanı Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü ve Ali Fuat Cebesoy; Ziya Gökalp üzerinden milliyetçilik akımında buluşmuşlardır. Öyle ki Mustafa Kemal, Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp'tir." demiştir. Ziya Gökalp’ın düşünce dünyasını ise Münis Tekinalp’ın yönlendirdiği malumdur.

İngilizler, Türk milliyetçiliğini yaymakla eş zamanlı olarak yoğun dinî yaşamın olduğu noktalarda Vehhâbiliğin yol açtığı ayrılıkçılıktan istifade ederek, diğer bölgelerde ise doğrudan Batıcılık ve laikçi ideolojiler üzerinden Arap milliyetçiliğini yaydılar. Arap milliyetçilerine Osmanlıdan kurtulup İngilizlerle iş birliği yapmayı Arap özgürleşmesi olarak tanıttılar ve bunda bir ölçüde başarılı oldular. Nihayetinde bu faaliyetlerle İttihat ve Terakki günlerinde özellikle Solcu gazeteci Hasan Cemal’in dedesi Cemal Paşa zamanında Araplarla Osmanlıları karşı karşıya getirmeyi başardılar. Bunun için Kudüs’ün 1917’de istila edilişinde Gazze’nin tarihî direnişine karşı, Moiz Kohen etkisindeki Türk milliyetçiliği iddiasındaki subaylar Filistin halkını yalnız bıraktıkları gibi, Arap milliyetçileri görünümündeki yapılar da İngilizleri desteklediler. Filistin, Müslüman Gazze halkıyla İslamcı subayların bütün gayretlerine rağmen iki milliyetçi kesimin tutumu yüzünden İngiliz istilası altına girdi.

SİYONİST İSTİLANIN ARACI: MEZHEPÇİLİK!

Siyonistler, İngiltere’nin milliyetçilik üzerinden istila siyasetini ana hatları ile sürdürdüler. Ama Neo-Oryantalizmin siyonist lideri Bernard Lewis’in danışmanlığında mezhepçi bir aşamaya taşıdılar. İngiliz siyasetinin kodu milliyetçi ağırlıklıydı ama mezhepçiliği de kullanıyordu. Siyonist istilanın kodları ise mezhepçi ağırlıklıdır ama milliyetçiliği de taşımaya devam ediyor.

 Modern Arap milliyetçiliği, siyonizm karşıtı gibi görünse de özde öyle değildir. Çünkü siyonistlerce 1967’ye kadar yürütülen siyaset, özde Arapları Kudüs davasında yalnız bırakmaya dayanır.

Milliyetçilik, bir yandan Arapları İslam dünyasından kopardı, öte yandan Türkleri, İranlıları ve tarihte Kudüs muhafızı denebilecek kadar önemli bir yere sahip olan Kürtleri Kudüs davasına karşı duyarsızlaştırdı. Bununla beraber milliyetçilik; laikçiliğin de öncüsü olduğundan Arap olan ve olmayan bütün Müslümanlar bağlamında Kudüs davasına karşı duyarsızlık zemini oluşturdu.  

Milliyetçilik bu yönde siyonizme hizmet ederken Kudüs’ün 1967’deki istilası ile Müslüman dünyada İslâmî uyanış bambaşka bir boyut kazandı ve milliyetçiliği bertaraf etmeye başladığı gibi, laikçiliği de tasfiye etme noktasına düşürdü. Müslüman toplumlar, bu uyanışla birlikte bir daha kendilerini İslâmî terimlerle ifade ettiler ve İslam’ın şiarlarına sahip çıktılar. Bunun varacağı yer, tabii olarak Kudüs’ün üçüncü fethi zeminidir.  

Siyonizm, 1967’den sonra, Müslümanların eninde sonunda Kudüs’ün istilasına alışacağını zannederken İslâmî uyanış karşısında dehşete kapıldı ve ABD’nin tam desteğiyle İslâmî uyanışa karşı bizzat faaliyete geçti. Bu bağlamda ABD; bir yandan milliyetçi laik diktatörleri İslâmî uyanışa karşı destekledi, siyonistler bu destekle bütünleşik olarak bu diktatörlerin işkencecilerine bizzat danışmanlık hizmeti verdiler. Öyle ki bu işkencelerde kullanılan meşhur askıya “Filistin askısı” adı verildi.

Öte yandan ABD, Suudi-Ürdün ve Mısır’da enstitüleri işletti, Türkiye’de ise komünizmle mücadele adı altında faaliyetler yürüterek mezhep meselesini İslâmî hareketlere karşı bir silah olarak kullandı. Bu çerçevede,

(1) İslâmî hareketlerin Ümmetin bütünleşmesi için mezhep farklarını daha az dillendirme irşadını, Mısır’daki çalışmalarla mezhepsizliğe doğru evirildi.

(2) İslâmî hareket karşısında etki sahasını kaybetmek üzere olan geleneksel çevrelerin varlık mücadelesi, Türkiye örneğinde olduğu gibi mezhepsizliğe karşı duruş iddiasıyla İslâmî hareketlerin aleyhine çevrildi.

(3) İslâmî hareketlerde mezhepsizlik bir boyuta ulaşınca önce siyonistlerin bölgeyi istikrarsızlaştırma askerî hedeflerine hizmet edecek noktaya doğru sürüklendi. Zira mezhepsizliğin zihin ve amellerde yol açtığı boşluk; ABD-Suudi enstitüleri üzerinden bölgeyi askerî olarak istikrarsızlaştıracak ve Müslüman gençliğin enerjisini birbirinden kopuk, stratejisiz eylemlere sürükleyecek uç yapıların üretilmesiyle dolduruldu.

Bu yapılar, görünüşte mezhepsizdiler oysa Suudi üzerinden keskin bir mezhepçiliğe sürüklenmişlerdir. Üstelik dar bir mezhepçilik içinde olmalarına rağmen, Ehl-i Sünnet sözcüsü gibi davrandılar. Buna karşı bölgede güçlü bir Şiî mezhepçilik akımı oluştu.

Uç yapıların fikirlerinin bölgede menfi bir mezhep duyarlılığını harekete geçirmesi mukadderdi, eylemleri ise Müslümanlar arasında bu bağlamda mezhep çatışmalarını hasıl edecektir. Böylece İngilizlerin henüz 18. Yüzyılda Müslümanları parçalamak için başvurduğu yollar, modernize edilerek imha edici bir unsura dönüştürülmek istenecektir. Buraya sürükleniş Müslüman toplumlar içinde iç parçalanma ve çatışmanın da önünü açacaktır.  

Buna karşı, Filistin’de HAMAS, İslâmî hareketin tarihî yaklaşımını sürdürmeyi başardı; böylece Batı yanlısı milliyetçilik ve laikçiliği geriletirken Filistin toplumunu Kudüs davası için yeni bir sefere hazırladı.

Lübnan’da Şiî Müslümanlar; Sol-milliyetçi ve laik bir zeminde iç çatışmalar içindeydi. Ama önderleri, mezhepsel vurgular üzerinden Sol-milliyetçi-laikçi yapıları tasfiyeye yöneldiler. Lübnan Şiî toplumu, bu yöndeki faaliyetlerle kısa sürede Sol-milliyetçi-laik görünümden dindar bir görünüme büründü ve Hizbullah hareketi oluştu.

Lübnan Sünni toplumu ise esasta dindar ve İslâmî hareketlerin etkisinde iken Suudi ve diğer Körfez ülkelerinin faaliyetleriyle, İslâmî yaşamdan ve İslâmî hareketlerden bir ölçüde uzaklaştırıldı, Filistin kökenli unsurlar dışında genellikle Filistin davasının dışında bırakıldı.

Geldiğimiz noktada Lübnan Sünni toplumu bunun acılarını yaşamaktadır. Buna karşı Tufanü’l-Aksâ sürecinde HAMAS ile Lübnan Hizbullah’ı ve Yemen Ensarullah’ı arasında oluşan zeminin siyonizmi ne kadar güç durumda bıraktığı gözler önündedir.

İSTİLADAN KURTULMANIN YOLU

Siyonizmin başarısı, laik Yahudilerle dindar Yahudilerin siyonizmin hedefleri üzerinde birlik olmasına, bu bağlamda aralarındaki siyasi ve mezhepsel farkları aşmalarına dayanıyor.

Müslümanların bu istiladan bütün yanları ile kurtulmaları ise, milliyetçiliğin ve mezhepçiliğin geri çekilmesi, onlara karşı bütünleştirici millî bilincin ve ihya edici bir mezhep aidiyeti bilincinin oluşmasıyla mümkün olacaktır.

Milliyetçilik konusunda olması gereken, siyonizme yarayan, ayrılıkçı ırkçı söylemlere karşı, güçlü bir İslam kardeşliği vurgusunun yapılması, yeni politikaların o yönde oluşturulması ve yeni neslin o yönde yetiştirilmesidir.

Mezhep noktasında yapılması gereken ise Sünni Müslümanlar bağlamında, bölgede istikrarsızlığa yol açan mezhepsizlik ve çatıştırıcı uç yapılara karşı; bölgenin Kudüs davasına duyarlı, kadim çatısal Ehl-i Sünnet kodlarına yönlendirilmesi ve Sünni-Şii bütün Müslümanların mezhep farkının çatışma sebebi olmadığı bilincine kavuşturulmasıdır. Bu iki aşamalı gibi de görünse bütünleşik bir stratejidir.

Mezhep meselesi; bölgenin ıslahı/ihyası yönünde işletilmeli. Mezhebini hissetmek ve dillendirmek değil, mezhepçi propaganda ve ayrılıkçılık zemmedilmeli; uç yapılardan ve milliyetçi-laik kodlardan kurtuluşa vesile olacak bir mezhepsel ihyaya gidilmelidir. Bu doğrultuda mezhep farkının, Müslümanlar arasında bir çatışma sebebi olmadığı, Müslümanların Ümmeti ilgilendiren hususlarda ise omuz omuza vermelerinin iman meselesi kadar önemli olduğu yönünde bir şuur oluşturulmalıdır.

Bu strateji, Müslümanların birbirlerine yönelik mezhepsel propagandalarını kısacağı gibi, Müslümanlar arasında İslâmî hareketin istediği dayanışmayı da sağlayacak, böylece birliğe vesile olarak siyonist birliğini yenecektir.