Dünya, 11 Eylül 2001 sürecini konuşuyordu. Onun ise zihni çoktan Müslümanların serüveni ile meşguldü. Sorular netti: Nereden geldik? Neredeyiz ve Nereye gidiyoruz?

11 Eylül vakası, Müslümanlara karşı saklanan niyetleri, canavarca bilenen dişleri açığa vurmuştu. Uygar barbar, vahşet hançerlerini çıkarmış; inananlarına, domuz yavrusu kızartmalarının yerine, Müslümanların çocuklarının taze etlerini koymayı vaat ediyordu.

Öte yandan 11 Eylül, İslam dünyasında bir sinerji oluşturmuş, mahzun kalpleri bir heyecan almıştı. Ama o sinerji günden güne İslam dünyasının içine doğru, iç çatışmalara yönlendiriliyordu.

Irak’ta, Ağustos 2003’te Ayetullah Muhsin el-Hekim’in şehit edilmesi, bunun işaret fişeğini dahi aşan bir vakaydı.

Ayetullah el-Hekim, bir tarafın mutedil şahsiyetlerindendi. Neden mutedil olan, suikasta uğruyordu?

Biraz daha geriye gidildiğinde Çeçenistan’da Dudayev’i şehit etmek için uluslararası koalisyon neden buluşmuştu? Dudayev, el-Hekim ve onlar gibi pâk şüheda… İlgisiz misaller gibi görünse de pek de öyle değildi.

Düşünen, bir kez daha yemin etti: Tefekkürün doğruyu tespit yolculuğunda asla kimseyi kayırmayacak, hiçbir ön yargı ile hareket etmeyecekti?

İşte bu yeminli tefekkür, öyle bir resim göstermişti ki dünyanın en vurdumduymaz insanını dahi tir tir titretirdi. Ellerini açtı ve tefekküründe yanılmak için Rabbine yalvarıp durdu.

O resim ana hatları ile şöyle idi:

Düşman, İslam aleminde birbirine batacak, bilenmiş uçlar tasarlıyordu. O bilenmiş uçların her biri bir kurtuluş umudu gibi öne sürülecek, sonra istilacıları ihmal edip kendisine muhalif kardeşini, kurtuluşun önündeki yegâne engel görerek onunla çarpışacaktı. Böylece İslam aleminin yüzyıldır biriktirdiği enerji iç çatışmalarda tüketilecekti.

Bölünme potansiyeli yüksek, büyüme potansiyeli sınırlı ve tarihsel süreç açısından da dışarıyla iş birliğine daha yatkın taraf, diğer tarafın uç gençleri üzerinden kışkırtılacak, büyütülecek ve merkez gösterilerek İslam aleminin kurtarıcısı gibi öne çıkarılacaktı. Bu, bütün İslâmî kurtuluş çabalarının ters yüz edilmesi anlamına gelecek bir yapay çıkmazdı.

Nihayetinde taraflar arasındaki tedhiş bahane gösterilerek bir yandan İslam alemi laikçiliğe meylettirilecek; öte yandan gayrimüslim dünyada oluşan aziz tebliğ hareketleri bile boğulacaktı.

Bu hâl karşısında İslâmî hareketler için itidal, Müslümanlara uyuşukluk gibi tanıtılacak ve mutedil olanların dış düşmanla buluşmaları için “kabul görme” iştiyakları teşvik edilecekti. Böylece itidal ile iş birliği aynı potaya taşınarak itidalin ihanet olduğu yönündeki düşünce de pekiştirilecekti.

Mesele netti: Batı, rakip olarak İslam’ı görüyordu ve o rakibin mensupları arasındaki uçları sivriltilip öne sürerek onu intihar ettiriyordu.

Düşmanın gücüne rağmen bundan kurtulmak mümkündü:

İslâmî hareketlerin uçlarını törpülemeleri… Fertlerinin dikkatlerini uçlardan zikir, ibadet ve davete yönlendirmeleri… Samimiyeti uçlukta değil, Allah’a kulluktaki ihlasta görmeleri… Her tür eleştiriyi göze alarak özlerini sıkıca korumaları ve mümkün olduğu kadar kanatlarını halklarına doğru geniş açmaları… Bunu milliyetçilik anlamında değil, kapsayıcılık anlamında “Milli hareket” düzeyine çıkıncaya kadar, gerektiğinde baş olarak Dudayev veya İzzetbegoviç’leri seçebilecek kadar toplumlarına karşı yumuşak olmaları… Kendileri dışındaki hareketlerle buluşma zeminini alabildiğince geniş tutmaları ve hep beraber bütün öfkelerini domuz yavrusu yiyiciliğinden Müslüman evladı yeme aşamasına geçmeye ahdetmiş zalimlere yöneltmeleri… Onlara karşı makul olduğu kadar sert bir düşmanlık yürütmeleri…

Bu, mümkün müydü? Evet!