Çok mu konuşuyoruz? “Arabî bazar”a göre “Evet!” Buna göre, çok konuştuğumuz konusunda net bir fikir birliği içindeyiz.
“Arabî bazar” da ne diyeceksiniz? Anlatayım: Bizde tartı ölçü aletlerinin herkeste bulunmadığı günlerde, elindeki ürünü satanlar, kendilerinin ve alıcının “göz kararı” ile ölçüp biçip satardı. Satıcı tahminen şu kadar kilo var, alıcı da kabul eder ve bu uzlaşı üzere değer belirlenirdi.
Bu, çoğu zaman mizaha, kahkahalara konu olurdu. Zira iki tarafın da yanılma ihtimali vardı.
Biz Müslümanların işleri, İslam’ın medeniyetini kaybedip “din” yanının haşa “işimize yarayan” kısmına sarıldığımız günlerden bu yana hep “Arabî bazar” yürüyor.
Kendi “göz kararı” yargımız veya dışarıdan ölçülü biçili algı operasyonlarıyla bir kanaati sahiplenip değerlendirmeler yapıyoruz. Mesele “toplumsal mutabakat”a varınca da “Galat-ı meşhûr lugat-ı fasîhten evlâdır!” esası üzere, farklı söyleyeni ciddiye almıyoruz, kimi zaman da linç ediyoruz.
Vaziyetimizi değerlendirecek “Medenî” kurumlarımız yok. Akademimiz, self-oryantalist inadında, Diyanet gibi kurumlar da uzman gereksinimini oralardan karşılıyor. Akademi, doğru yargıları bozuyor ve muhalefet eder görünürken bizi “Arabî bazar” kültüründe tutuyor.
Çok konuşup az yaşadığımıza dair yargısı da oradan. Kim çok konuşuyor? Sayımıza bakılırsa konuşmamız yeterli mi? Ölçen yok, biçen yok. Bunu yapacak bir kurum yok.
Maalesef, imparatorluk çağlarımıza ait Müslümanı susturarak yönetime istikrar kazandırma argümanları ve modern dönemde Yahudi uygarlığının her tür argümanı, stratejileri doğrultusunda değerlendirmesiyle akademinin modernist söylemleriyle çok konuştuğumuza karar verip yeni neslimizi susturduk.
Katoliklik, mensuplarının konuşmaya cesaret etmesiyle Avrupa’da yer edinmişti. Yahudi örgütlenmesi, Hıristiyanlığa ait “İlk taşı günahsız olan atsın!” argümanını suiistimal ederek susturdu ve onu bugünkü rezalete sürükledi.
Evet, dünya eyleyenlerin (amel edenlerin dünyasıdır) ama bir o kadar da konuşanların dünyasıdır. Kur’an-ı Kerim, amel edeni över, yani anlatır, Hadis-i Şerifler de öyle. Salihlerimiz de o doğrultuda öyle yapardı. Oysa biz, amel etmeyeni yermekten, amel edenleri takdire bir türlü gelemiyoruz. Amel etmeyenlerimizin susmasını talep ettiğimiz gibi, amel edenlerimizin konuşmasını da edepsizlik ve riya sayıyoruz.
İmparatorluklar, bizi böyle alıştırdı. Yahudi örgütlenmesi, Katolikliğe yaşattığı tecrübeyle özellikle İlahiyat akademisine “İslamcılar sadece konuşuyor!” dedirtti ve hepimiz, “Su-i misal misal değildir!” kaidesini de unutarak kötü misallere bakıp o yargıyı tekrarlayıp duruyoruz.
Allah aşkına, İlahiyat akademisi konuşmaktan bile aciz iken; İslamcı, İslam uğruna dışlandı, işkence gördü, sürüldü, hapis yattı, dar ağaçlarına asıldı. Daha ne yaşasın? Öte yandan şuurlu Müslümanlar bağlamında söylüyorum: Namaz kılma oranları muazzam, hastalarımız, yolcularımız bile ruhsattan kaçınıp oruç tutuyor, zekat veriliyor, infaklar dünyanın bir kıtasından diğerine ulaşıyor. Ama vaizlerimize sorsanız söz çok, amel az!
Elbette günahsızlık, mü’minin idealidir. Lâkin kimlerin masum olabileceği de malumdur. Vaziyet bu iken günahlarımıza bakıp davamızı anlatmamak tamı tamına bizi Katoliklerin Yahudi uygarlığı karşısındaki faciasına sürüklüyor.
Gençlerimiz, davaları bir yana kendilerini bile anlatamıyorlar. Anne babalar; evlatların kişisel konulardaki sorulara bile cevap vermemesinden şikayetçi. Ama varsa yoksa hepimiz çok konuştuğumuz kanaatindeyiz.
Bir kısmımızın çok konuştuğu malum. Lâkin ezici çoğunluğun susup kaldığı da ortada ve biz konuşmaya başlamazsak davasını anlatan Müslüman bulamayacağız.
Konuşmayan okumaz. Okumayanın özgüveni olmaz. Özgüveni olmayanlar, bırakın insanlığı kendilerini bile yönetemezler.
Siz, ey şuurlu Müslümanlar, dün sizi dipçik zoruyla susturanlar, bugün çok konuştuğunuz kanaatine vardırarak susturuyorlar. Lütfen susmayın, mağfiret dileyip davanızı anlatın!