Hükümet, israil’le ticari ilişkilerin kesildiğini ilan etti. Hükümetin kararı uygulamada ne kadar karşılık bulur, zamanla anlaşılır. Ama ister uygulansın ister ilanla kalsın, bu tarihî bir karardır. Böyle bir ilanda bulunmak dahi büyük bir öneme sahiptir.
Zira anlaşıldığı kadarıyla henüz son elli yılında Osmanlı, Filistin’de bir Yahudi varlığı konusunda zorlanmış. Ardından varisi Türkiye’ye israil’in kurulması ve sürdürülmesi için bir şeyler yüklenmiştir.
Ulusular arası sistem dediğimiz “küresel Yahudi iktidarı” henüz 19. yy.’da şekillenmeye başladı ve bölgedeki güçleri, Yahudilerden yana tutumlara zorladı. Sultan Abdülhamid’in devrilme nedenlerinden biri budur.
Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat postmodern darbesiyle yüz yüze kalmasının sebeplerinden biri de israil’le ilişkilerdir.
Bu, bilindiği kadarıyla Türkiye için “sistem meselesi”dir veya “sistem meselesi” olarak görülmektedir.
“Ulus devletler”in dış politika üretmeleri hep kısıtlanmıştır. Söz konusu israil olunca uluslararası sistem, “ulus devletler”in kendi politikalarını üretmeleri konusunda daha da çirkefleşmektedir.
Türkiye; israil’le ilişkiler konusunda epeydir, uluslararası sistemin sınırlarını zorlamakta, ona karşı bir tür gizli isyan içindedir. Hükümet, tutumunu Netanyahu’nun politikaları ile ilişkilendirerek yaptığının bir isyan değil, itiraz mahiyetinde olduğunu anlatmaya çalışıyor. Buna rağmen tepki çektiğinden kuşku yok. Nitekim karar ilan edilmeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD seyahatini ertelemiştir.
“Ulus devletler”in kısıtlı oldukları diğer konu ise eğitim politikalarıdır. Hatırlanacağı üzere 28 Şubat’ın diğer ve daha açık gerekçesi, İmam Hatip Liseleri ve Kur’an-Kerim Kurslarıdır.
AK Parti hükümetleri ilk günden 28 Şubat’ın bu ikinci gerekçesine daha açık bir şekilde muhalefet etti. Lâkin belli bir eşiği geçmek konusunda, artık reel-politik ile dahi uyuşmayacak kadar temkinli davranıyor.
Millî Eğitim Bakanlığı, geçen hafta "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" gibi muazzam bir başlık altında bir yeni müfredat taslağı duyurusu yaptı. Ne var ki henüz duyurunun girişinden Bakanlığın 1930’lu yılların Türkiye’sinin kriterlerini aşmadığı görülüyor.
Başta Mustafa Kemal’in ilkeleri, ardından bazı manevi vurgular… Eğitimin geldiği durum, fötr şapkalı-hâkim yakalı Mevlevî görünümüdür. Mevlevîliğin bu yöndeki tercihinin onu tarihe karıştırdığı ise malum. Tutarsızlık, kimliksizliktir. Kimliksizlik bunaltıcıdır, nihayetinde ölümcüldür.
28 Şubat günlerinin seçmen beklentisiyle bugünkü seçmenin beklentisi çok farklı. Oysa Bakanlık, 28 Şubat’a muhalif bazı rötuşların bizleri sevindirmesini hatta bundan dolay onu kutlamamızı bekliyor. Dinozorların tepkileri de Bakanlık’ta yapılanların yeterli olduğuna dair bir tatmin oluşturuyor olmalı. Çok yanlış!
Çünkü dünya ilerlerken dinozorlar, hâlâ “Yerinde Say!” komutundalar. Onların tepkileri, Bakanlığın bazı doğrulara yöneldiğini gösterirse yaptıklarının yeterli olduğunu göstermez. Hem ne zamana kadar Bakanlık, “maarif modeli” gibi asli bir meseleyi onlara bakarak değerlendirecek? Ne zamana kadar kararın doğruluğu onların tutumuyla belirlenecek? Öyle olacaksa bu, dolaylı bir iktidar ortaklığı hatta iktidar üzerinde tahakküm değil midir?
Bakanlığın bakacağı yer, 28 Şubat’ta mağdur edilenlerdir ve onlar, bil ittifak bu müfredat taslağıyla tatmin olmuş değiller. Uluslararası sistemin bu husustaki gözlemciliği ise hükümeti seçmeninden uzaklaştırmak gibi bir kasıt barındırıyor. Bu, açıkçası düşmanlıktır.
Bir “ulus devlet” olarak Türkiye’nin ayağında iki kelepçe var: israil’le ilişkiler ve millî eğitim politikaları. İsrail’le ilişki, Türkiye’nin İslam alemine açılmasını, milli eğitim politikaları ise kendisini kalkındıracak insan unsuruna ulaşmasını engelliyor. 15 Temmuz’daki “Yurtta sulh, cihanda sulh!” sloganı da buraya işaret ediyordu.
Türkiye’nin bu iki kelepçeden kurtulmasının zamanı geldi. Toplumda da bu yönde büyük bir beklenti var ve bu beklenti, seçmen tutumuyla buluştuğunda Türkiye’nin geleceği için “belirsizlik” gibi bir risk getiriyor.