Dünya basını, 1960’lı ve 1970’li yıllarda İslam’la bütün bağlarını koparmış, Arap subaylarının israil ajanları tarafından kandırılış haberlerini peş peşe yayınlıyordu. İsrail, Kur’an ve imandan uzaklaşan Arap subaylarını kadın ve içkiyle avlıyor; onların bütün sırlarını ele geçiriyordu. Haberlere göre Mısır’ın subayları da Suriye’nin subayları da böyle avlanmıştı. Hatta Saddam’ın Fransa’daki bir adamı da bu yolla tuzağa düşürülmüş ve Irak’ın nükleer silah tesisleri israil tarafından tespit edilmişti.

Filistin halkı “Bu iş ancak Allah’la, Kur’an’la, imanla olur.” demeye başlıyor; İzzeddin El Kassam gibi onurlu savaşçıları arıyordu. Küfrün bütün oyunları boşa çıkıyordu.  Umudunu yitirmeyen o kısık ses, gittikçe gürleşiyordu. Şeyh Ahmet Yasin’in sesi…

Kimdi Şeyh Ahmet Yasin?

1937’de Askalan şehrinin el Cevra köyünde dünyaya geldi. Üç yaşında iken babası vefat etti. Bu ilginç bir durumdur. Bu ümmetin, başta Peygamberi olmak üzere birçok öncüsü yetim büyümüştü. Nedense ümmetin çoğu öncüsünü anneler hazırlamıştır.

Ailesi, 1948’de israil zulmünden dolayı Gazze’ye yerleşti. 

1948’de Müslüman Kardeşler Hareketi, Gazze’de oldukça etkindi. Camilerde hizmetler veriyor, halka iyiliklerde bulunuyordu. Ümmetin bir öncüsünün sesi, Ahmet Yasin’in kulağına geliyor ve Ahmet Yasin, o öncünün (Hasan El Benna’nın) uzaktan bir öğrencisi oluyordu.

                Ahmet Yasin, 1952’de bir yüzme faaliyeti sırasında kafa üstü düştü felç oldu. Bedeni gitti; ancak beyni ve kalbi sağlamdı. Bu kalp ve beyin, Allah’a hizmet için yeterliydi.

                Allah bizi imtihan mı ediyordu? Nice sağlam beden sahibi Müslüman dururken sanki Allah bize, “Bakın bedeni olmayan bir insan, beyni ve kalbi isteyince nasıl da harekete geçebiliyor!” diyordu.

                Beyin ve kalp isteyince bahane kalmıyordu. Bu iş, elsiz ve ayaksız; kolsuz ve bacaksız da oluyordu. Beyin ve kalp istemeyince el ayak sahibi olmak, kol ve bacak sahibi olmak neye yarardı?

                Ahmet Yasin’in düşüncesi sağlam, niyeti iyiydi.

                1952’de Gazze’deki İmam Şafii İlköğretim Okulunu bitirdi. 1958’de Filistin Lisesi’nden mezun oldu. Bundan sonra bir süre çevredeki âlimlerden dersler aldı ve öğretmenlik yaptı. Artık, Ahmet Yasin de Hasan El Benna gibi bir öğretmendi. Öğretmenlik ona toplumun kapılarını açtı; ancak okumak, kendini geliştirmek gerekiyordu.

             Ahmet Yasin, Mısır’a gitti. El-Ezher’de okuyarak bilgisini geliştirdi. Mısır’da diktatör Cemal Abdunnasır zamanında (1965’te) İhvan-ı Müslimin hareketine üye olmaktan tutuklandı. Hareketle resmi bağlantısı tespit edilmediğinden serbest bırakıldı. Filistin’e geri döndü.

              Mısır, ona yalnız ilim öğretmedi; onu hareket konusunda da olgunlaştırdı.

              1967’de israil, “altı gün savaşı” olarak bilinen saldırılarla Kudüs’ün tamamın ele geçirmiş, bütün Filistin’i işgal etmişti. Yüz binlerce Filistinli topraklarından olmuş, aç ve sefil kalmıştı.

              Bütün dünya, bu savaşa Arap-israil savaşı diyordu. Oysa Arap Müslümanların topraklarındaki yönetimler, Filistin halkına yardım etmiyordu. FKÖ liderleri çevre ülkelerin liderleriyle yiyor, içiyor; Filistin halkını kendi kaderine terk ediyordu. Filistin halkının Arap kimliği, Müslüman kimliğinin önüne geçirilerek Filistin halkı, Müslüman duyarlılık alanının dışına çıkarılarak yalnızlaştırmıştı.

               Ahmet Yasin’in önünde iki yol vardı:

  1. İşe üstten başlayarak bir örgüt kurmak, solcuların yaptığı gibi kendisini örgüt lideri, bir arkadaşını yardımcısı, diğerini sekreter ilân edip israil hedeflerine saldırmak. Bunu yapan bir sürü örgüt ve grup vardı.

               Böyle bir çabada olanların eylemleri içinde işlevsiz kalırdı. Hem Ahmet Yasin’in derdi; liderlik, adını duyurmak değildi. O, Hz. Peygamber’in tebliğ sünnetini 20. yüzyılda dirilten Hasan El- Benna’nın öğrencisiydi.

               Ona başka bir iş düşüyordu.

               2- Filistin halkı, hızla milliyetçileşiyor ve solculaşıyordu. Milliyetçilik, Fransız laikliğinin ürünü, bencil ve saldırgan bir ideolojiydi; solculuksa dinsizlikti.

               Filistin gençleri, Hz. Hamza’yı, Hz. Ali’yi Hz. Musab’ı, Hz. Hüseyni unutmuş; Güney Amerika’daki solcu gerillaların eylemiyle kendini bütünleştiriyordu. O eylemden ders ve cesaret almaya çalışıyordu.

               İslam treni, Filistin topraklarında raydan çıkmak üzereydi. Filistin, Orta Asya gibi önce işgal ediliyor; ardından dinsizliğe sürükleniyordu. Belki Orta Asya’dan ayrılan tek yönü, günün koşulları gereği milliyetçileştirilmesiydi.

               Ahmet Yasin, bir eğitimci olarak işe en iyi bildiği bir yerden başladı.

               1967’de “İslam Merkezi” merkezi adı altında Gazze’de bir eğitim ve iyilik kurumu açtı.

               Kurumun iki işlevi vardı:

  1. Eğitim:

               Ahmet Yasin, artık Şeyh Ahmet Yasin’di; dersler veriyor, gençleri eğitiyordu. Onun ders halklarında yetişen gençler, halka onun düşüncelerini iletiyor; halk arasında tanınmasını sağlıyordu.

               Şeyh Ahmet Yasin, Filistin’de yetiştirdiği gençleri, çevredeki ülkelere daha iyi bir eğitim için gönderiyor; onların kimilerini ise Avrupa ülkelerine, Amerika veya Kanada’ya yolluyordu. Bu gençler hem geleceğin kadrosu olacak hem harekete yurt dışında maddi destek sağlayacaktı.

  1. Yardım:

               Şeyh Ahmet Yasin, yoksulları, göçmenleri, şehit ve tutuklu ailelerini tespit edip onlara yardım ediyor. Ayrıca Filistin’in en önemli sıkıntı alanlarından olan sağlık alanında çalışmalar yapıyor; Gazze’de sağlık evleri ve hastaneler açıyordu.

               Şeyh Ahmet Yasin’in çalışmaları, onun İslam dünyasının sorunlarını iyi tespit ettiğini gösteriyor.

  1. Cehalet (Bilgisizlik)
  2. Yoksulluk              

Cehalet, Müslümanları Batı’ya yaklaştırıyor. Yoksulluk, Müslümanları, Batı’nın paralı kölesi yapıyordu.

               Şeyh Ahmet Yasin, bir sosyal savaştaydı. Onun aşevleri hem yemek dağıtıyor hem Allah’ın mesajını halka ulaştırıyordu. Onun hastaneleri, halkın yalnızca bedenini değil, ruhunu da tedavi ediyordu.           

               Filistin, Şeyh Ahmet Yasin’in İhvan mirası üzerine kurduğu sistemle yepyeni bir yola giriyordu. Şeyh’in sesi kulak kulak, ev ev yayılıyordu.

               Filistin, Hz. Ömer zamanında tanıştığı Selahattin-i Eyyübi’yle yeniden buluştuğu İslam’ın sesine kavuşuyordu.

               Şeyh’in ve öğrencilerinin alçakgönüllü tekbirleri Hz. İbrahim’in, Hz. Davut’un, Hz. Süleyman’ın, Hz. İsa’nın, Hz. Yahya’nın, Hz. Muhammed Mustafa’nın ayak bastığı yerlerde bir ağaç gibi şekilleniyor; aç kalan halka meyve, ateşler içinde kalan insanlara serinlik veren bir gölge oluyordu.                  

               Filistin uyanıyordu.

               İsrail ve Batı endişeleniyordu.

               Şeyh Ahmet Yasin, inançlı ve sabırlıydı. O, her aşamanın gereğini yerine getiriyor. Gücünü aşan işlere kalkışmıyor; kurumlarını işgalci güçlere resmi başvurular yaparak açmakta bir sakınca görmüyordu.

               Küfür her yerde olduğu gibi Filistin’de de Müslümanların üzerine iftirayla gidiyordu.

               Filistin toprağında Müslümanları en yıpratacak iftira, onların israil tarafından yetiştirildiğiydi. FKÖ ve yandaşları her yerde bu iftirayı dillendirdiler. İsrail subayları da onların bu iftiralarına kanıtlar hazırlayacak açıklamalar yaptılar. Böylece Şeyh Ahmet Yasin’in hareketi iki gücün ortak hedefi haline geldi:

  1. Siyonistlerin
  2. Sol milliyetçi Filistin örgütlerinin

              Şeyh Ahmet Yasin, kendisine inanıyor ve sabrediyordu; çünkü

               Bazen sabırlı olmanın cesaretli olmaktan daha büyük bir üstünlük olduğunu biliyordu.

               Şeyh Ahmet Yasin, israil destekli olmadığını kanıtlama telaşıyla israil güçlerine saldırsa, henüz palazlanma aşamasındaki hareketi yok olacaktı.

               Filistin halkı, Batı’nın planladığı gibi sol milliyetçi Filistin örgütlerinin oyuncağı haline gelecekti.

               Şeyh Ahmet Yasin, Cemal Abdunnasır’ın 1950’li yıllarda Müslüman Kardeşleri cephelerde imha projesinden büyük bir ders çıkarmıştı.

               Şeyh Ahmet Yasin, küfrün iftirayla ateşlenen kışkırtma bombalarına aldırış etmeden yoluna devam ediyordu.

               Onun şimdilik işi belliydi:

               Filistin halkının 1940’lı yıllardan bu yana zarar gören kalplerini onarmak, Filistinlilerin göğüslerini imanla doldurmak; böylece Filistin’i yeniden İslam tarihinin bir parçası haline getirmek.

               Şeyh Ahmet Yasin, akıllı ve soğukkanlıydı. Bütün kışkırtmalara rağmen sol milliyetçi örgütleri hedef almıyor; kendisini onların açık hedefi haline getirmiyor, israil’i sevindirmiyordu.

               Siyonistler (Yahudi milliyetçiler) ve Arap milliyetçileri onun sonsuz sabrı karşısında şaşkınlık içindeydiler.

               Bu arada şunu söylemekte yarar var: İsrail, hiçbir zaman Şeyh Ahmet Yasin’in gerçek konumunu öğrenememiştir. “Şeyh Ahmet Yasin, Filistin’deki İslami hareketin lideri midir, yoksa liderlerinden biri midir?” sorusu hiçbir zaman tam olarak yanıtını bulamamıştır. Bu tavır da hem israil’in hem sol milliyetçilerin işini zorlaştırmıştır.

                1980’li yıllarda FKÖ, gittikçe teslimiyetçi bir çizgi izliyordu.

                FKÖ, teslim olmakta kararlıydı. Artık Arafat ve arkadaşlarının tartıştığı, teslim olup olmamak değil, teslimiyetin biçimiydi.

                FKÖ’lüler teslim olurken iki şeye dikkat edeceklerdi:

  1. Canlarını kurtarma
  2. Halk katında teslimiyetçi korkaklar olarak değil, kahraman olarak anılma

                Bu ikinci madde, Batı için de önemliydi. Halk FKÖ’lülerin korkakça teslim olduğuna inansa onların yerine kendisine yeni liderler bulacak ve Filistin davası devam edecekti. Diğer yandan FKÖ’lülerin özellikleriyle I. Dünya Savaşı’nın ardından İslam dünyasında yönetici yapılan kişilerin özellikleri uyuşuyordu. Daha açık bir deyişle FKÖ’lüler,

                Batı’nın Filistin kaymakamı olma olgunluğuna ulaşmıştı. Batı, bundan sonra onlardan hiçbir taşkınlık beklemiyor; aksine onların İsrail’i Filistin halkının saldırılarından koruyacağı konusundan emindi. Böylece,

  1. Dünya Savaşı sonrasında ve soğuk savaş döneminde yapıldığı gibi, Müslümanlar, Müslüman kökenlilerin elleriyle bağlanacaktı.

                Filistin’de Batılılar için keyifli bir oyun, her an başlayabilirdi:

                Sözde Filistin devleti, Müslüman gençleri israil’in güvenliğini tehdit ediyorlar diye tutuklayacak, onlara işkence edecek, onları öldürecekti.

                Filistin halkı, kamplara bölünecekti.

                Sözde Filistin devleti, kendisini muhaliflerinden korumak için ellerini sürekli Batı’ya açacak, Batı ona yaptığı yardımların karşılığından ondan yeni tavizler koparak; onun, Müslümanları daha çok ezmesini sağlayacaktı. Bu arada Batı’nın insan hakları grupları devreye girerek Batı medeniyetinin bütün insanseverlik gösterilerini art arda sahneye koyacaktı.

                Batı, perde arkasında Müslümanlara vuracak; gözler önünde onları bağıra bağıra savunacaktı.

                “Onlar, bizce terörist de olsa” diye başlayan cümleler, Müslümanların kafasına balyoz gibi inecekti.

                Şeyh Ahmet Yasin, 1984’te tutuklandı; 1985’te bir esir değişimiyle serbest bırakıldı.

                İsrail, şaşkındı; Şeyh’in üzerine varmak Filistin’i İzzeddin El Kassam ve Hacı Emin El Huseyni günlerine götürebilirdi. Şeyh, rahat da bırakılsa baskı altına da alınsa israil için bir belaydı. FKÖ liderleri içinse Şeyh Ahmet Yasin, bir fırsat gibiydi. FKÖ’lüler, israillilere:

                Bizi beğenmezseniz, size karşı mücadele bayrağını Şeyh Ahmet Yasin’e devrederiz, imasında bulunuyorlardı.

                İsrail zordaydı. FKÖ’lüleri sevmiyordu; Şeyh’ten ise nefret ediyordu.

                Şeyh Ahmet Yasin’in davası yeni bir aşamadaydı:

                Hareketler, bir güce ulaşınca onlara yönelik her baskı, onların kâr hanesine yazılır.

                Şeyh’in hareketi bu aşamadaydı. Artık bu hareketi ilan etmek gerekiyordu.

                8 Aralık 1987’de Şeyh Ahmet Yasin’in hareketi, sivil direniş niteliğindeki “intifada” ile birlikte yeni adını alıyordu: HAMAS.

                Filistin davası yepyeni bir süreçteydi. Filistin sokakları tekbir sesleriyle yankılanıyor, tekbirler okyanus dalgaları gibi israil’in ve Amerika’nın üzerine gidiyordu.

                Filistin, yeniden “Allah’u Ekber!” diyordu.

                Filistin, yeniden

“Hayber, Hayber, Ya Yehud!

                Cundu Muhammed Seye’ud!”

                (Hayber, Hayber, ey Yahudiler! Muhammet’in askerleri geri geldi.) diyor, yeri göğü inletiyordu.

İsrail yakalıyor,

İsrail tutukluyor,

İsrail işkence ediyor,

İsrail kol ayak kırıyor,

İsrail, evleri yıkıyor,

İsrail öldürüyordu.

Ancak Filistin halkı 1940’lı yıllardan bu yana beklediği tekbirlerle coşmuş, durmak nedir bilmiyordu.

Çocuklar,

Yaşlılar,

Kadınlar,

Erkekler,

Herkes sokaktaydı. Ellerde Che Guevara, Castro posterleri yok, Kur’an vardı. Batı’nın Filistin’i sol milliyetçilikle Kur’an’dan uzaklaştırma projesi iflas etmişti. Filistin, ayağa kalkmakla yetinmiyor, tekbirlerle savaşın gerçek anlamda, bir küfür-İslam savaşı olduğunu ilan ediyor, tekbirli direnişlere susamış Müslüman halkları harekete geçiriyordu. Endonezya, Malezya, İran, Pakistan, Türkiye şehirleri Cuma namazlarından sonra Filistin’e destek gösterileriyle yankılanıyordu. İşte Batı’nın korktuğu buydu.

Şeyh Ahmet Yasin, İslam’ın Batı’yla savaşının bitmediğini ilan ediyordu. Batı, göstermelik birkaç tepki dışında israil’in iğrenç baskılarına sessiz kalıyor, böylece kendi insanseverlik maskesini düşürüyordu.

Müslümanların başındaki yönetimler, tehlikedeydi. Ürdün, Cezayir, Tunus sokakları günden güne hareketleniyordu.

Batı, FKÖ’yü başa getirmekte geciktiğini anladı ve “Ortadoğu Barışı” adı altında yeni bir proje başlattı. Bu projeyi fanatik Yahudilere de kabul ettirdi. Filistin’de karşılıklı taviz dönemi başlamıştı. 1988’de Cezayir’de toplanan Arap liderler, Filistin devletinin kuruluşunu ilan ettiler. Bu ilan, FKÖ’nün israil’i tanıdığını belirten içeriyordu. Aynı yıl Amerika, FKÖ’yü Filistin’in resmi temsilcisi olarak gördüğünü ilan etti. Bu karşılıklı ilanlardan sonra FKÖ ile israil arasında sıkı bir görüşme dönemi başladı. FKÖ, bu dönemde görüşmelere örgüt adıyla değil, Filistin yönetimi olarak katıldı.

HAMAS, Oslo’da sürdürülen bu görüşmeleri tanımayacağını söyledi. Bu tepki, Filistin yönetiminin elini güçlendirdi. Çünkü Filistin yönetiminin “Onları biz dize getiririz.” sözlerinin daha çok önem kazanmasını sağladı. 

(Devam edecek)