Batı, Filistin’i Yahudileştirme projesini I. Dünya Savaşı’nın ardından resmen uygulamaya koydu. İngilizler, 1918’de Kudüs’ü işgal etti. 1922’de Filistin’in, mandaları olması için bugünkü Birleşmiş Milletlerin II. Dünya Savaşı öncesi biçimi olan Milletler Cemiyeti’ne başvurdu. Başvuruları 29 Eylül 1923’te kabul edildi. Böylece beş yıllık bir süreçte Filistin önce fiilen, sonra resmen İngilizlerin eline geçti.

İngilizler Avrupa’dan Filistin’e sürekli Yahudi taşıdı. Müslümanların toprakları parayla veya zorla ellerinden alınarak Yahudilere verildi. Filistin topraklarına yerleştirilen Yahudiler, silahlandırılarak geleceğin savaşları için hazırlandı. Bu arada Müslümanlarla Yahudiler arasında silahlı çatışmalar da başladı. İngilizler her seferinde Yahudilerin yardımına koştu, direnişçi Müslümanları şehit etti.

Kudüs müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni, sorumluğunu bilen bir din adamı olarak halkı İngilizlere karşı teşkilatlandırdı. Değişik eylemlerden sonra 1936’da büyük bir grev başlattı. Grev ancak İngilizlerin birçok Müslüman’ı şehit etmesiyle kırılabildi.

Bu arada Suriyeli âlim İzzeddin El Kassam, büyük bir vur-uzaklaş savaşı başlatmıştı. İzzeddin El Kassam, İhvan-ı El Kassam olarak bilinen, çoğu din eğitimi alan öğrencilerden oluşan birlikleriyle İngilizlere büyük kayıplar verdirdi. İzzeddin El Kassam, Filistin halkının gözünde bir destan kahramanı gibi yüceldi.

İngilizler, İzzeddin El Kassam’ın, bütün projelerini alt üst etmesinden korktular; onu 19 Kasım1935’te şehit ettiler.

Dikkat edilirse Filistin hareketinin temelinde İslam’ın direniş ruhu vardır. Siyonizm’e karşı ilk mücadele âlimlerin öncülüğünde verilmiştir. Ancak Müslümanlar zayıf, Batı ise güçlüydü. Müslümanların hiçbir çabası İngilizlerin Yahudiler için bir devlet kurmasını engelleyemedi.

Yahudiler, işgalci bir gücün desteğinde zavallı bir halkı öldürerek veya sürerek kendileri için bir yurt oluşturup bir devlet kurdular. 1947’de ilan edilen devlet 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından tanındı.

İsrail’in kuruluşundan sonra yepyeni bir dönem başladı. Ancak Siyonist teröristler üniformalıydı, mühür sahibiydi. Filistin halkı büyük acılar çekiyordu.

Bu noktada İslam dünyasını sömürgeleştirme çabalarının yoğunlaştığı 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başında dikkat çekici bir durum vardır:

İslam’ın diriliş ruhu ve tecrübesi yok olmamıştı. Müslümanlar teslim olmuyor, direniyorlardı. Müslümanların başında;

Cezayir’de Şeyh Abdulkadir El Cezayiri,

Libya’da Ömer El Muhtar,

Kuzey Irak’ta Şeyh Mahmut,

Çeçenya’da Şeyh Şamil,

Filistin’de Hacı Emin El-Hüseyni gibi âlim ve mutasavvıf büyükler vardı. Her biri, büyük kitleleri arkasında sürüklemiş ve düşmanlarının da övgüyle söz ettiği bir mücadele vermiştir; ancak onlardan hiçbiri sömürgecileri yurdundan uzaklaştırma başarısını gösterememiştir.

Bu durum belki bir yönüyle bu önderlerin büyük bir mümin, çok cesur bir insan ve iyi bir savaş eri olmasına rağmen teşkilatlanma hususunda bilgi ve deneyimlerinin, Rönesans sonrası Haçlıların bilgi ve deneyimlerinin gerisinde kalmasından kaynaklanıyordu.

Müslümanların karşısındaki düşman, hem çok güçlüydü hem planlı hareket ediyor ve genellikle projelerinin içine makam veya para düşkünü Müslümanları da çekiyordu. Müslümanlar hem zayıftı hem çok açık denebilecek eski savaş tarzını yürütüyordu. Hâlbuki yeni dönemde savaş, gizli planlar üzerine yapılıyordu. Düşman, Müslümanları etkinlikleri kısa sürede öğreniyor ve buna karşı Müslümanların öğrenemediği planlar yapıyor, Müslümanları güç durumda bırakıyordu.

O çağın öncü Müslümanlarının birçok cephe savaşını kazanmalarına rağmen bunu bir kazanıma dönüştürememeleri de onların diplomasi deneyimlerinin yetersizliğiyle yakından ilgilidir. Ne yazık ki bu öncülerin birçoğu düşmanın kimi sözlerine itibar etmiştir ve düşman, onları aldatıp büyük kayıplara uğratmıştır.

Hileyle hiç tanışmamış bu temiz ve büyük insanlar, karşılarındaki insanların onları aldatabileceğini akıllarına hiç getirmemişlerdir.

Onlar, iman ehliydi.

Onlar ibadet ehliydi.

Onlar, halka ahlaklı olmayı öğreten birer ahlak adamıydı.

Onlar, belki yaşamları boyunca bir kâfirle karşılaşmamış birer Müslüman eriydi.

Onlar, küfrü iyi tanıyor; ama modern kâfirleri iyi tanımıyorlardı.

Onlar bir insanın söz verince sözünde duracağını sanıyorlardı. Hâlbuki düşman için söze bağlılık söz konusu değildi. Onların bozmayacakları söz yoktu.

Düşmanların danışmanları nice toplantı sonunda kararlar alıyor ve hiçbir ahlak kuralına uymayan bu kararları komutanlarına bir bir uygulatıyordu.

Sonuçta küfür kazanıyor, Müslümanlar kaybediyordu.

Küfür boş durmuyordu. Sol kanadını harekete geçirerek gençlerin kafasına “Bu iş çağ dışı kalmış din adamlarıyla olmaz.” düşüncesini yerleştiriyordu.

Gençler artık Müslümanların özverili öncülerinden kuşku duyduğu gibi İslam’ın kendisinden de kuşku duymaya başlıyordu. Bu, sol eğilimli bir milliyetçiliğin yaygınlaşmasına neden oluyordu.

Sol milliyetçilik, korkunç bir ideolojiydi. Halkı kurtarmayı, dışarıdan özgür görünen, gerçekte ise Avrupa’ya köle olmuş sistemlere kavuşturmak olarak görüyordu.

Solcu milliyetçiler;

Yaşasın Araplar!

Yaşasın Filistin! derken eylemleriyle;

Kahrolsun Arap gelenekleri!

Kahrolsun Filistin halkının değerleri! der gibiydiler.

Kurtuluşu çağdaşlaşmakta görüyor; çağdaşlaşmayı Avrupa’nın kültürünü kabul etmek sanıyorlardı.

Artık Araplar gibi giyinmeyen, Araplar gibi yemeyen-içmeyen, kendisini Allah’tan çok Yunan filozoflarına, Marks ve Lenin gibi komünistlere yakın gören; ama Araplık uğruna canını feda eden bir nesil yetiştiriyordu. Müslüman âlimler, gençliğin milliyetçileşip solculaşmasını engelleyemiyordu.

Sol milliyetçilik, Müslüman halkları İslamiyet öncesi kahramanlara bağlıyor. Böylece Batı’ya karşı direnişlerin İslam’ın direniş geleneğinden yararlanmasını engellemeye çalışıyordu.

Sol milliyetçiliğe inanan Araplar, kendileri için garip kahramanlar türetiyor; Türkler Fatih’i, Kılıç Aslan’ı unutup Göktürk ve Hun hükümdarlarıyla övünüyor, medeniyet düşmanı Cengizhan’ı öncü olarak görüyordu. Kürtler Selahaddin-i Eyyubi’yi atlayıp Demirci Kâvâ diye adlandırılan bir efsane kahramanını kendisi için öncü seçiyordu. Bu yönüyle sol milliyetçilik İslam dünyasını İslam’ın sağlam köklerinden efsanelere bağlama, böylece köksüzleştirme projesidir.

Sol milliyetçilerin (Habib Burgiba, Cemal Abdunnasır, Saddam Hüseyin, Hafız Esat, Bülent Ecevit, Muammer Kaddafi, Abdullah Öcalan) en önemli özelliği, halklarını çok sevdiklerini iddia ederken halklarının inançlarına ve yaşam tarzlarına düşman olmalarıdır.

Halkına düşman birinin halkını kurtarması beklenemez. Hiçbir sol milliyetçi büyük kitlelerce sevilmemiştir. Hiçbir sol milliyetçi İslam dünyasında bir kalkınma hamlesi başlatamamıştır. Aksine onlar gelişmenin önüne bir engel olarak dikilmişler; ülkelerini maddi ve manevi olarak yıpratmışlardır. O halde,

İslam dünyasını sol milliyetçiliğe (ulusalcılığa) teslim etmek, onu sonsuza kadar sömürge olarak bırakma projesinin bir parçasıdır.

1948’de Batı’nın küçük bir karakolu olan israil; Suriye, Ürdün, Mısır, Irak gibi gerçekte sömürge; görünüşte devlet olan ülkeleri dize getiriyordu. Sonuçta Filistin toprakları israil’le Ürdün arasında on günde paylaştırılıyordu.

1940’lı yıllar İslam dünyasının en umutsuz yıllarıdır. Bu yıllarda görünüşte de olsa Müslüman topraklarda bağımsızlığa doğru bir yol alış dışında sevinilecek bir şey görünmemektedir.

1950’li yıllarda solun zehirlediği gençler, köy ve kasabalarda, şehir meydanlarında hocalara “israil, Allah’ınızı yendi. Artık bu işi Allah’sız yürütmek gerekir.” demektedir. Âlimler kara kara düşünmekte ve “Hem mal gitti hem din gitti!” demektedir. Hâlbuki karanlığın en koyulaştığı anda bir ışık ortaya çıkar.

Hasan El-Benna’nın Mısır’daki gür sesi, Filistin topraklarında alttan alta yol almaktadır. O sese inanan kimi gençler, “Hayır, bu iş ancak Allah’la olur!” demektedir.

1956’da Cemal Abdunnasır, israil’e karşı direnemiyor, yeniliyor; yenilgisinin faturasını cepheye koşan Müslümanlara çıkaracak kadar küstahlaşıyordu. Bu savaşta Müslümanlar, hem cephede çok kayıp vermiş hem de Cemal Abdunnasır’ın iftiralarıyla halkın gözünde değerini yitirme tehlikesi yaşamıştır. 

Filistinliler, bir çıkış arıyordu. Batı, önlerine bazı Müslüman âlimlerin de desteğiyle yeni bir kişi sürüyordu: Yaser Arafat. Bu gizemli adam, El Fetih adı altında pek çok benzeri ideolojide renksiz görünen bir örgüt kurdu (1959). Filistin’deki Marksist örgütlerin aksine bu örgüt halk desteğini almaya başladı. 1967’de israil orduları, Mısır’ı ve diğer Arap ülkelerini altı günde dize getirdi. Cemal Abdunnasır, gözden düşmüştü. Filistinlilerin Arap ülkelerine güveni kalmamıştı.

Batı, 1970’li yıllarda israil’in bütün askeri zaferlerine rağmen Filistin’i elinde tutamayacağını anladı ve birçok İslam ülkesinde yaptığı gibi kendisine yakın bir ismi öne çıkarıyordu: Yaser Arafat.

Batılıların elindeki dünya basını Arafat’ı kahramanlaştırıyor, Filistin halkına kabul ettiriyordu.

Teslim olmanın modern adı olan barış projeleri yakındı; çünkü Batılılar, “Filistin’in kendi kendisini yönetebilme yeteneğine” kavuşmak üzere olduğuna inanıyordu.

Kudüs’süz bölünmüş bir Filistin…

İsrail’in sabah girip akşam çıkacağı bir Filistin…

Daha önemlisi “laik” ve “demokratik” bir Filistin…

İnsanlık I. Dünya Savaşı sonrasında seyrettiği bir filmi yeniden seyredecekti.

Müslümanlar acı çekecekti.

Müslümanlar savaşacaktı.

Müslümanların kanı akacaktı. Ardından Filistin’de

Kabuğu Arap, içi Batılı

Batı’nın çıkarlarını halkının çıkarlarından öncelikli gören,

Batı’nın çıkarı için halkına sıkıntı çektiren,

Batılıları efendi; halkını “cahiller yığını” gören,

Halkının her isteği için Batı’nın onayını gerekli sayan kukla bir yönetim kurulacaktı.

Filistin halkı birçok Müslüman halkın kendisine sorduğu gibi şu soruları soracaktı:

— Biz niye savaştık?

— Yalnız bizim yöneticilerimizin adı, bizim adlarımız gibi olsun diye mi kanımızı döktük?

— Başımızdakiler bizden mi, Batılı mı?

Sonuçta,

Mutsuz bir halk…

Yoksul bir ülke…

Kendi halkına Yahudilerin yaptığından daha çok işkence yapan bir yönetim…

Adları Müslüman adı olan kişilerin yasakladığı İslami değerler…

İçkiye, uyuşturucuya alışan bir gençlik…

Kişisel çıkarlarını, ülkenin çıkarlarından üstün gören tüccarlar…

Servetlerine servet katan yöneticiler…

Batı, Müslümanların bütün kurtuluş savaşlarının sonuçlarını değiştirerek Müslümanlara:

— “Boşuna sıkıntı çekiyorsunuz, ne yaparsanız yapın, hiçbiri değişmeyecek” diyerek Müslümanları yıldırmaya çalışıyordu.

Ama Filistin’in derinliklerinden gelen bir ses:

— “Hayır, kuşkusuz sen yalancısın! Sen bizi kandırmaya çalışıyorsun! Oysa Allah doğru söylüyor. Biz hiçbir çabanın sonsuza dek boşa çıkacağına inanmıyoruz. Çalışırsak mutlaka başarılı olacağız.” diyordu.

Bu ses kısıktı; ama Filistin halkı arasında kulaktan kulağa yayılıyordu.

O ses Ahmet Yasin’in sesiydi ve bir gün mutlaka gürleşecekti.

Arafat’ın etkinliği hızla artıyordu. 1964’te Arap Birliği ülkelerince kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1968’de Arafat’ın El Fetih örgütüne teslim edildi. 1969’da El Fetih önderliğindeki FKÖ, israil’in varlığını asla kabul etmeyeceğini duyururken aynı anda Filistin’de “laik” ve “demokratik” bir devlet kuracağını ilan ediyordu.

Batı için işler yolundaydı. Artık Filistinlilerin başında onlardan biri vardı. (Arafat daha sonra bu onlardanlığını bir evlilikle güçlendirmişti.)

Artık Filistin mücadelesi, bir İslami diriliş mücadelesi değildi. 

Filistin gerillaları, tekbir getirmiyor, Batı’nın sol kanadının sloganlarını atıyordu.

Gerillaların cesur eylemleri kadar içki âlemleri ve kadın düşkünlükleri yüzünden israillilere yem oluşları bütün dünyada konuşuluyordu.

Müslümanların boynu büküktü.

Dünya Müslümanlarıyla Filistinlilerin arası açılıyordu.  

Filistin davası Arap ulusalcılığı davasına dönüşüyordu.

Filistin gerillalarına göre Arap olmayan Müslümanlar duyarsız; Arap olmayan Müslümanlara göre Filistin gerillaları dinden çıkmıştı. Batı, ne yazık ki kazanıyordu; çünkü FKÖ’nün bünyesindeki örgütler, İslam dünyasındaki komünist örgütler için bir sığınak olmuştu. İslam’ın izzeti için başlayan Filistin mücadelesi İslam’a düşman kişilerin yetiştirildiği bir mücadeleye dönüşmüştü. Kendi ülkesinde ceza alan veya takip edilen birçok Marksist militan, Filistin örgütlerine sığınıyor; kendi ülkesine karşı savaşacak eğitimli bir militan olarak dönüyordu.

Batı mutluydu; çünkü kendilerine karşı kurtuluş mücadelesini başlatacak olan gençliğin modeli Hz. Ali, Hz. Mus’ab, Hz. Ömer ve Hz. Hüseyin değil, komünist önderlerdi.

Batı, kendisine karşı muhtemel bir kurtuluş savaşında kendisinden sayılabilecek kişilerle karşı karşıya gelecek ve onları kolayca yenecekti.

Filistin’de Müslümanların Batı’dan tek üstünlüğü olan “Kur’an ve iman” Müslümanların elinden alınıyordu. Ama biri, halkın arasında sabırla çalışıp “Bu iş Kur’an’sız, imansız olmaz.” diyordu. O, Ahmet Yasin’di.

Batı, Arafat’ı güçlendiriyordu. 1973’te Arap Konferansı, FKÖ’yü Filistin halkının tek temsilcisi kabul ediyor. Arafat, 1974’te Filistin halkının temsilcisi olarak Birleşmiş Milletler genel kuruluna çağrılıyordu. Şunlar dikkatinizi çekmiştir.

— İzzeddin El Kassam’ın şehit edilmesi,

— Hacı Emin El Huseyni’nin diskalifiye edilmesi (1950’li yıllarda yetkisiz bir sembol haline getirilmiştir.)

— Arafat’ın öne çıkarılması

— Arafat’ın “laik ve demokratik” devlet sözü vermesi

— Arafat’ın resmi bir temsilci tanınması

Batı, kararlıydı; yalnız kendisine boyun eğenleri tanıyordu.

FKÖ, kimi zaman kendi içinde çatıştı; kimi zaman Ürdün, Suriye gibi ülkelerle çatıştı. Halkın gözünde yıprandı. Bu arada “Bu iş Allah’la, Kur’an’la, imanla olmaz.” diyenlerin teorisi çöküyordu.

(Devam edecek)