Filistin acılar içinde kıvranırken Yahudi İmparatorluğu stratejisinin nasıl işlediğinin anlaşılması, bölgenin İslam tarihindeki durumunun dünden bugüne doğru tetkik edilmesini gerektiriyor.

Kudüs, Hicri 17, Miladi 638’de Hz. Ömer’in hilafetinde ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın komutasında fethedildikten sonra Bizans’ın yeniden istila tehdidine açıktı.

Bizans’ın üç güzergahtan Kudüs’e ulaşması mümkündü: Van havzası Ermenilerinin de desteğini alarak Antakya-Urfa kara hattından.  Kıbrıs’tan da istifade ederek Akdeniz üzerinden doğrudan Lübnan ve Filistin’e doğru deniz yoluyla. Mısır üzerinden hem deniz hem kara akınıyla.  

Kuzeyde Antakya’dan Van’a uzanan coğrafyanın, batıda Mısır’ın fethi, Kudüs için ilk savunma hattını oluşturdu.

Bu hat, mukaddes şehri Bizans’tan, onun iş birliği yapabileceği Batı Hıristiyanlığından ve Bizans’ın asker kaynağı Ermenilerden korudu.

Halep’in kuzeyine kadar uzanan Arap ve belki kısmen Rum ve Süryanilerin; Diyarbakır havzasında ise Kürtlerin Müslümanlaşması bu hattı iyice güçlendirdi.

Kürtlüğün bölgede bir Müslüman kültürü potasına dönüşmesi, Kudüs savunmasına güçlü bir insan unsuru da kattı. Bölgede farklı unsurlardan Müslüman olanlar, Kürtleşerek hazır bir kültür potasına geçip bölgede bir Müslüman birliği oluşturdular. Böylece bir yandan Araplar arasındaki iç çekişmelerden, öte yandan Acemlerin sonu gelmeyen itiraz ve dönüştürme heveslerinden korundular.  Bu yeni insan unsuru, Bizans’la Kudüs arasında bir set oluşturduğu gibi, Moğollarla Kudüs arasında da bir set oluşturacaktır.

Buna karşı kuzeydoğuda Ermeni; Doğu Akdeniz sahillerinde ise Rum ve Süryani Müslümanlaşmasının yavaş ilerlemesi ya da durması, Bizans için daima bir istila imkânı olarak kaldı.

Henüz Hz. Osman Efendimiz Devri’nde Bizans’ın Anadolu’dan Şam’a açılan yolu, Kafkasya’nın fethiyle sağlamca kapandı. Ermeni tehdidi kontrol altına alınırken daha kuzeydeki Gürcü tehdidinin de önüne set çekildi. Zaman içerisinde Kürt aşiretleri kuzeye sevk edilerek Kafkasya’da güçlü bir Müslüman unsuru oluşturuldu.

Aynı devirde Bizans, ilk fırsatta İskenderiye’yi yeniden istila ederek Akdeniz’de atağa geçtiyse de Zatü’s-Sevârî Zaferi olmak üzere deniz zaferleri ile Akdeniz adalarının fethi, Bizans’ın önünü Mısır yönünde yüzyıllarca kesti. Buna rağmen Doğu Akdeniz sahillerinde Müslüman nüfusun sınırlı kalması, Çukurova-Kudüs hattını Bizans için bir koridor gibi bıraktı.

Buna karşı Emeviler Devri’nin henüz ilk yıllarında Müslüman Arap kabilelerinin Doğu Akdeniz’e yerleştirilip sahil şeridi yolu tahkim edildiği gibi, denizden gelecek tehditlerin de önüne geçildi.

ŞAM’IN İHMALİ VE İLK İSTİLA

Yönetim Abbâsîlere geçtiğinde ise Şam’da her şey alt üst oldu. Abbâsîler, zaman zaman Tarsus’un batısına uzanan seferler düzenleseler de Şam’ı ihmal ettiler. İslam aleminin batısından ise tamamen koptular. Böylece İslam alemi ikiye bölündü. Endülüs ve Kuzey Afrika, kendisiyle baş başa kaldı.  

Abbasi Dönemi’nin asıl sorunu ise Doğu’nun sınıfsal yapısından etkilenmelerle Müslümanların her yönden bölünmesidir. Bu devirde, cihadın mukaddes bir vazife olduğu göz ardı edildi, askerlik profesyonelleşti, kölelik, Müslümanlaştırma yolu olmaktan çıkıp katı bir hizmet sınıfına dönüştü. Ulema, İran-Yunan-Hint hükemacılığının sopasıyla dövüldü.

Doğu Akdeniz’de Müslüman Arap kabileleri ihmale uğrayıp sistemin dışında kaldılar. Bölgede İslam cihadına süreklilik kazandıran Battallık mücahidliği tarihe karıştı. Ardından bugünkü Bahreyn çevresinde oluşan İsmaili Karamatilik Şam’a kadar uzandı. Abbâsî orduları, Basra Körfezi kıyısında kölelerle baş etmekte bile güçlük çektiler. İsmaililik, oradan Yemen’e, Yemen’den Fâtımilik olarak Kuzey Afrika’ya, oradan Mısır ve Şam’a uzandı ve İslam dünyasının doğusu ile batısı arasına yeni bir güç olarak girdi.

Abbâsî-Fâtımî çatışması, Şam’ı darmadağın ederken İsmailî Fâtımîlerin iç bölünmeleriyle Doğu Akdeniz’deki Araplar, Abbâsîlere de duydukları öfkeyle muhalefete geçip dönüştüler. Bir kısmı İmamiye mezhebine geçerken bugün İsrail için önemli bir asker unsuru olan Durzilik gibi oldukça karmaşık İsmaili yapılar da ortaya çıktı. Antakya’nın artık Bizans’ta olduğu, Tarsus’un kaybedildiği bu süreçte Ermeniler, Çukurova’ya gelip iyice yerleştiler.

Artık, Antakya-Kudüs hattı bu karmaşık demografiyle Batı’dan gelecek güçlere açıktı. Kürtlerin kendilerini iç çatışmalarda Abbâsî-Büveyhi çekişmesinden uzak tutup Mervanî Devleti çatısı altında buluşmaları Bizans’ın İslam dünyasının doğusuna açılmasının önünü kapattı. Ama Urfa-Antakya hattı Çukurova’da Ermeni nüfusun yoğunlaşmasıyla Anadolu üzerinden gelecek tehditler için açık kapı olarak kaldı. Haçlılar, İslam alemine yöneldiklerinde bu parçalanmışlık ve demografiden fazlasıyla istifade ettiler ve tam da o kapıdan içeri girip Kudüs’e ulaştılar. Böylece Kudüs’te Hz. Ömer fethinin ardından ilk istila felaketi yaşandı.

ŞAM’IN İHYASI VE SELÂHADDİN’İN FETHİ

İkinci fetih ya da Selâhaddin’in fethi baştanbaşa bir ihya fethidir. Bu mahiyette Zengî ve Eyyûbîlerin Şam’a yönelik kalıcı tedbirlerinden biri, Halep’in batısından Filistin’e kadar, Doğu Akdeniz’de yeni bir Müslüman demografisi oluşturmalarıdır. Nûreddin’in babası İmâdüddin Zengî, savaş kabiliyetleri yüksek Kürt ve Türkmenleri peyderpey bu bölgeye sevk etti. Necmeddin Eyyûb, Şîrkûh ve Nûreddin ise bir yandan o unsurlara dayanırken diğer yandan orada mevcut Müslüman yapıyı ihya ettiler. Diğer unsurlara da ellerini uzattılar.

Necmeddin, ihyanın temellerini attı. Nûreddin, Ermenileri Haçlılardan koparmak için çalıştı. Selâhaddin, İsmaililerin en tehlikeli bakiyelerinden Haşhaşi de denen Nizarileri (Hasan Sabbah’ın Lübnan dağlarındaki müritleri) iyilikle hizaya getirdi. Selâhaddin’in kardeşi Melikü’l-Adil ise Emevi günlerinden sonra ilk kez Bedevi Arapların enerjilerini İslam ordularına kattı. Bu, Selâhaddin’den önce ve sonra Kudüs’ün savunulmasında tarihi bir demografi ihyasıdır. Şam dışından gelenlerin Şam’ı diriltmeleridir.  

Nitekim Nûreddin, Ermenileri Haçlı birliğinden kopardığında Halifeye gönderdiği mektupta “İstanbul (Kostantiniyye) ve Kudüs fethedilmeyi bekliyorlar. İkisi gecenin karanlığında sabahın munis aydınlığını bekliyor. Allahu Teâla keremiyle bana bu iki fethi İslâm ehline sunmayı nasip etsin!” diyebilmiştir.

Selâhaddin, Haçlıların en hırçın hücumu III. Haçlı Seferi’ne karşı Haşhaşilerden emindi, Haşhaşi piri Sinan’la haberleşiyor ve onlardan yararlanıyordu.

Dördüncü Haçlı Seferi’nin öncü kuvvetlerine karşı tedbirlerden sorunun çözüm noktasına kadar işe yarayacak büyük demografik katkıyı ise herhâlde Melikü’l-Adil yapmıştır. Tarihin bu büyük hükümdarı, Zengîlerin mücadeleden çekildikleri bir süreçte Mısır-Şam siyasetinde Bedevi Arap Müslümanları, yeniden İslam ordularına katarak Kudüs’ün savunulmasında Müslümanlara büyük bir avantaj sundu.

Beşinci Haçlı Seferi’ni onun oğlu Melikü’l-Kâmil, Papalık ordularına, Yedinci Haçlı Seferi’ni ise onun torunu Melikü’l-Muazzam Turan Şah, Fransız Kralı Aziz Louis’e karşı kazanırken, Bedevi Arap Müslümanlar; Kürtler ve Memluklerin yanında önemli bir unsurdurlar. Ki bu iki zafer, dünya tarihini değiştiren büyük olaylar arasında kabul edilecek kadar önemlidir.

MOĞOL-ERMENİ İSTİLASININ ENGELLENMESİ

Melikü’l-Kâmil, Mısır’da batıdan gelen Papalık ordularına karşı koyarken Cengiz’in orduları doğudan İslam dünyasına girdiler. Melikü’l-Muazzam’ın esir ettiği Aziz Louis, Mısır önlerine geldiğinde ise Cengiz’in torunu Hülagu’nun orduları, İslam aleminin kalbine kadar yol almışlardı. İslam dünyası Batı’da savunmasız kalmış, nihayetinde Hilafetin başkenti Bağdat dahi büyük katliamlarla elden çıkmıştı.

Moğolları Asya içlerinde Afganlar kısmen uğraştırmış, onun dışında Mervanilerin eski başkenti ve Eyyûbîlerin Dicle havzası başkenti Meyyâfârîkîn onlara karşı tarihi bir savunma gerçekleştirmişti. Meyyâfârîkîn yerle bir olmuş, Hz. Hüseyin’e benzetilen Eyyûbî Hükümdarı Melikü’l-Muhammed el-Kâmil şehid edilmişti. Ama o, İslam alemine direnmenin onurunu bir kez daha öğretmişti. Halep, imtihanı kaybetmiş, Eyyûbî Hükümdarı II. Melikü’n-Nâsır Selâhaddin ve bütün ailesi Hülâgû tarafından hunharca katledilmişti.

Moğol orduları Mısır Eyyûbîlerinin Memlûk ordusu ve Şam’da Kürt aşiretleriyle 3 Eylül 1260’ta  Aynicâlût Zaferi ile durduruldu. Ne var ki zaferden sonra Memlûkler, birbirine düşerken Moğollar toparlanıp bir daha geldi. Bu kez onları Humus Kürtleri 10 Aralık 1260’ta kesin bir yenilgiye uğrattı.

Bu tarihsel süreçte bugüne kadar doğru dürüst ele alınmayan bir husus ise Ermenilerin Hülâgû’dan Kudüs sözü almaları ve o motivasyonla Moğol ordularına katılmalarıdır. Hülâgû bütün zulümlerine rağmen azınlıkların kurtarıcısı gibi görülüyordu. Öyle ki Aknerli Grigor, kasap Hülâgû için, “çok akıllı, âlim bir insan ve adaletli” diyebiliyordu. Çukurova Ermenilerinin başı Hetûm ise bizzat Moğol Hanı Mengü ile anlaşarak Kudüs’ün Hıristiyanlara bırakılması sözünü almıştı.

Ayrıntılarını henüz yayımladığım Moğol İstilası kitabımda anlattığım ve Aynicâlût-Humus zaferi ikilisince durdurulan bu istila girişiminin ilginç bir ayrıntısı vardır: Katolik Hıristiyanlar Aziz Louis önderliğinde pagan Moğollarla anlaşmak istemişler ama anlaşma Ortodoks Hıristiyanlara kalmıştı. Hülâgû’nün yanında ciddi bir İran-Irak Müslüman mezhep azınlığı da vardı. Buna rağmen Müslümanlar onun ordusunu durdurabilmişlerdi. Çünkü Kudüs ve etrafında sağlam bir İslam birliği demografisi vardı. Müslümanlar, siyasi-askeri yapılar olarak iç çatışma hâlinde iken dahi o demografi Kudüs’ü korumaya yetiyordu.

PORTEKİZ İSTİLASININ ENGELLENMESİ

Avrupa’da sömürgeciliğin başlamasıyla Portekizliler, Orta Afrika’ya yerleşip oradan Cidde’ye yönelerek Hicaz ve Kızıldeniz üzerinden Kudüs’ü almak istediler. Memlûklerin Cidde naibi Hüseyin el-Kürdi kaleyi onlara karşı tahkim edip savundu. O sırada Şeyh İdris-i Bitlisî bölgedeydi, durumu Yavuz Sultan Selim’e rapor etti. Bitlisî’nin girişimleriyle Safevilere karşı Osmanlıya bağlanan Kürtler, Safevi ilerleyişinin durdurulmasına katkı sağlarken Osmanlı için Arabistan Yarımadası’nın kapılarının açılmasında da rol almışlardı. Bitlisî’nin Mısır ve Hicaz’daki buna yine bugüne kadar ihmal edilen farklı bir boyut kattı. Neticede Hüseyin el-Kürdî, Cidde’yi Osmanlı orduları gelinceye kadar muhafaza etti.

1917 BATI (YA DA SAKLI YAHUDİ) İSTİLASI

Arabistan ve Kuzey Afrika, Osmanlının eline geçtiğinde Araplar, ihmale uğramaya devam etti. Sultan Abdülhamid Devri’nde farklı bir yaklaşım geliştirildiyse de Sultan, yaklaşımını yapısal bir boyuta ulaştırmadı veya ulaştıramadı. Onu devirip iş başına geçen İttihatçılar, I. Dünya Savaşı sırasında Araplara tek kelimeyle düşman muamelesi yaptılar. Yüzyıllardır ihmale uğrayan Arapları neredeyse devlete yük gibi gördüler. Neticede Filistin Arapları Kudüs davasına sadık kalsalar da diğer Arap unsurlar Osmanlı ile birlikteliği sürdürmeyi çok anlamlı görmediler. İşin asıl yanında ise Araplar, yeni Osmanlı yönetiminin bir büyük devlet olarak kalma niyetinden kuşku duydular, buna karşı kendileri için bir yol çizdiler. Neticede Filistin Müslümanları ve özellikle Gazze’nin destansı savunması tek başına iş görmedi. Yıldırım Orduları adı verilen son Osmanlı ordusu yıldırım hızıyla Adana’ya kadar çekilirken Kudüs 1917’de İngiliz istilasına uğradı.

1967 YAHUDİ İSTİLASI VE YAHUDİ İMPARATORLUĞU

Kudüs’ün 1967’de siyonist çetelerce istilası, hiç kuşkusuz 1917’deki istilanın ikinci bir aşaması mahiyetindedir. İngilizler ve Fransızlar, henüz 29 Nisan 1916’da yaptıkları Sykes-Picot Antlaşması ile bölgeyi paramparça etmişlerdi. İki sömürgeci güç 1917’den sonra bölgeye hâkim olduğunda bölgeyi Lübnan parçalanmışlığında açıkça izlenebileceği üzere daha da küçük parçalara böldüler. Öte yandan süreç içinde bölgede yaşanan, daha doğrusu ulusalcı sosyalizm silahı ile yaşatılan iç siyasal bölünmeler de Filistin ve Şam Müslümanları arasına duvarlar koydu. Nasırcılığın Mısır iktidarı, BAAS’ın Suriye ve Irak’taki hakimiyeti, onun yanında Yemen’deki bölünmeler Kudüs’ün çevresindeki demografiyi darmadağın etti.

Bu parçalanmışlık denkleminde siyonistler, Kudüs’ü 1967’de istila edebildiler. Siyonistler, o günden bu yana bir yandan Kudüs istilasını tamamlamak, öte yandan Arz-ı Mev’ud hatta çevresini de istila ederek bir bölge imparatorluğu olmak istiyorlar. Bugün Gazze’nin yaşadığı bunun bir parçasıdır.  Gazze, 1917’de aradan çıktığında Arap Yarımadası dahi aşılarak istila Antep-Adana’ya kadar uzandı. Bugün de hedef budur. Bölgenin son dönemde iyice tahrip edilen demografisi, bu yönde siyonistlere cesaret vermekte ve hizmet etmektedir.

Bugünkü planlamanın önde gelen mimarı göründüğü kadarıyla Bernard Lewis’tir. Eski bir İngiliz istihbaratı üyesi olan Lewis, bizzat israil’in kuruluşunda görev almış, ardından Şam İsmailileri üzerine doktora yapmış, yani azınlıkların, iç karışıklıkların istilalardaki yeri konusunda uzmanlaşmıştır.

Lewis, bizzat kendi ifadesi ve belgeleriyle Körfez Savaşı’nın mühendisleri arasındadır. Körfez Savaşı, öncesi ve sonrası gelişmelerin Kudüs’ten bağımsız olduğunu düşünmek herhalde mümkün değildir. O savaşla; bölgedeki Sykes-Picot eseri nispeten parçalanmışlık yerini, paramparça bir yapıya bıraktı.

Bunu 2017’de yazdığım bir yazıda “Selâhaddin Öncesi Çağa Dönüş” diye anlatmıştım. Lewis’in bize bıraktığı tablo belki ondan da karmaşıktır.

Kudüs’ü merkeze alarak Arap Yarımadası ve çevresindeki gelişmelere bir de bu tarihsel arka plan penceresinden bakalım. Mescid-i Aksâ’yı tam olarak istilanın kaç koldan işleyen bir strateji olduğu belki anlaşılır. Buna karşı henüz bir Müslüman stratejisi var mı? Yahudi İmparatorluğunun kurulmasını nasıl engelleyeceğiz? Bu yönde sağlam bir program söz konusu mu?