Bir zamanlar dünyanın en büyük devletlerine sahip bir İslam dünyasından bugünün İslam dünyasına nasıl geldik?
Bu esaslı sorunun cevabını henüz vermiş değiliz. Ama herhâlde en anlaşılır cevaplarından biri şu olsa gerek:

Cesaret ve takvalarıyla Hz. Hamzalar, Selâhaddinler, Battal Gaziler gibi olmak isteyen askerlerimizin yerini, üniformalarıyla kendilerini zoraki Napolyon’a benzeten subaylar aldığında artık kaybetmiştik. Gücümüzün simgesi Kudüs artık elimizden çıkmış gibiydi.

Buraya nasıl geldik? Nasıl oldu da Kudüs’ün fatihi Selâhaddin gibi olmak isteyen mücahidlerden, Kudüs’ü istila edip Yahudilere vermek isteyen Napolyon sevdalısı subaylar çağına geçtik?

Pek çoğunuzun iç sesini duyuyor gibiyim: Değiştik de ondan? Yanılıyoruz. Tam aksine: Değişmedik de ondan?

Moğol istilası sonrasında “büyük imparatorluklar” devrinin güvenlikçi politikaları bizi değişmekten ürküttü.

İmparatorlukların varlıklarını korumak için geliştirdikleri statükocu dayatmayla her değişimi “bozulma” zanneden; haram değişim, zorunlu değişim, caiz değişim, gereksiz değişim arasında ayrım yapmaktan aciz kadim bir zihniyet buluştu. İkisinin buluşması, tek kelime ile celladımız oldu.

Biz, bu statükocu dünyevilerle bu düşünmekten ürken uhreviler arasında İslam’ın çağlarüstü sabiteleriyle Müslümanların her an yeniden organize edilmesi gereken değişkenlerini birbirine karıştırdık.

Yüce vazifemizin sabiteleri korumak için değişkenleri yönetmek olduğunu kaçırdık. Ayaklarımızın Hak’ta sabit kalmasıyla, ayaklarımızın sabit kalmasını bir zannetme gafletine düştük.

Dava sahipleri için durağanlığın duran su misali bozulmanın en yaygın sebepleri arasında olduğunu bildiğimiz hâlde değişimi bozulma ile bir tuttuk. Değişime kuşku ve korkuyla baktık.  

Davamız, bir duruş değildir; “duruş” diye çevrilen kıyamımız, aksiyondur. Davamızın örneği Siyer’dir. Yolumuz, Siyer’in izinde sirettir, yani yürüyüştür. Peygamberimiz salallahü aleyhi vesellem, İsra’dan Mirac’a çıkmıştır. İsra, yürüyüş, Mirac yükseliştir. Biz, durarak değil, yüceliş noktasını yürüyerek buluruz.  

Bizi bidatlerden, melun reformculuktan koruyan da Kur’an ve Sünnet’in gereği olan, değişimde sürekliliktir.

Biz yer ve mekân için gerekli değişimi organize etmediğimiz noktada, başkalarının değişim hareketlerinin önce esintisine kapıldık, sonra fırtınasıyla devrildik. Hikâyemizin özeti budur.

Bugün de sorunumuz değişimi kontrol altına almamak, toplumun değişkenlerle ilgili haklı taleplerini organize edememektir.

Değişkenlerini organize edemeyenlerin sabitelerinin idamesinin riske girmesi kaçınılmazdır. Bizim, bu husustaki isteksizlik hatta korkumuza rağmen İslam’ın mevcudiyetini koruması, başlı başına bir İslam mucizesidir.

Artık zihinlerimizi Şarkçı mistisizmden kurtarmak zorundayız: İslâmî mücadele kim ne derse desin, dünyadan kaçış değil, öncelikle bir dünya kurma mücadelesidir. İslam, bize bunu öğretiyor.

Müslüman, değişen, değişime kapılan değil, değişime önderlik edendir. İslam, bizi böyle bir irade ile buluşturuyor.

Osmanlı, devşirmelere teslim olmayıp değişimi, terk etmeseydi ya da Memlûk yönetimi ilerleme yolculuğunu durdurmasaydı bugün hâlimiz bambaşka olurdu. Lâkin hayıflanıp durmanın bir anlamı yok. Bizde her şey gelecek içindir. Geçmişten alınan dersler, daha iyi bir gelecek kurmaya yaramalıdır.

Ramazan, bedensel isteklerin, arzuların kontrol altına alındığı, dolayısıyla tefekkürün çoğalıp derinleştiği aydır.

Mescid-i Aksâ’nın yanı başında her gün evlatlarımızın kurşunlandığı, Kâbe’yi elinde tutan yönetimin iki yüzyıldır durağanlığı dayatıp ardından reformculuğa yöneldiği bir dünyada sabitelerimizi ihya edecek ve sürdürecek bir değişimi düşünmek en azından öyle bir değişim için dua etmek zikirlerimiz arasında olmalı.

Bu dilekle Ramazanınız hayırlı, mübarek olsun…