Muhafazakârlık, Türkiye’de Batılılaşma ve onun “ulusal” yapılaşması Kemalizm karşısında zoraki bir tercihtir. Bu zoraki tercih, gözden geçirilmediğinden kabullenme, özümseme hatta yüceltme evresine geçti.

Dünün Türkiye’sinde muhafazakârlık tercihinin toplumda bir karşılığı vardı, bugün bunun karşılığı var mı? Üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Lâkin muhafazakârlığın bu düşünsel süreci organize edecek kurumlarının var olduğu kuşkulu.

Muhafazakârlığın Türkiye siyasetinden çıkmazı, bir “ideoloji” formuna hiçbir zaman kavuşmamasıdır.  “İslamcılık” ideolojisini benimseyenler ya da ona yakın bir yerde duranlar, muhafazkârlığa geçerken ideolojik söylemlerin yükünden kaçtılar. İslam’la ideoloji arasında kurulan ilgiye yönelik Batı’dan bağımsız olmayan eleştirilerden yana “uzlaşı”yı tercih ettiler. “Siyasal İslamcı”, “İslamcı” etiketlerinden kurtulayım derken ideolojisiz kaldılar.  

İdeoloji, ona yüklenen pek çok menfi manaya rağmen, “dünya görüşü, dünyayı anlama biçimi, yönetim tasarısı” anlamlarını koruyor. Bu anlamda ideoloji, kimlik ve yol haritasıdır. Dolayısıyla ideoloji, seçmen için en üst perdeden bir ahitname, seçmenle zımni olarak yapılan bir sözleşmedir.

İdeolojisiz bir siyaset; kimliksiz, ahdsız bir siyasettir, seçmeni genellikle ütopik ve aldatıcı “seçim vaatleri” ile baş başa bırakır. Dolayısıyla ideolojisiz siyaset, popüler anlamı üzerinden “politika”dır ki halk, politikadan nefret etmiştir ve nefret etmeye devam etmektedir.

Muhafazakârlık, ideoloji değildir. Aksine ideolojik kimliği terk yönünden Batıyla ve onun ulusal uzantıları ile bir uzlaşı tarzıdır. Uzlaşı, kontrol altına alınmadığında uzlaşılan tarafa benzemek kaçınılmazdır. Bu hem eşyanın tabiatı hem Türkiye gerçekliğinde kronolojik gerçeklik açısından böyledir.

Muhafazakârlık, Türkiye tecrübesinde, bir Batılılaşma tarzına dönüşmüş ve Batılılaşmanın Türkiye’deki aktörü Kemalizm’e sahip çıkmak durumunda kalmıştır.

Eğer muhafazakârlık maziyi kabul ve nihayet kısmen ıslah anlamı taşıyorsa Kemalizm de artık Türkiye’nin geçmişinin bir parçasıdır. Dolayısıyla muhafazakârlık, kendisini geçmişi savunma ve sürdürme noktasında tutuğunda kronolojik olarak kendisini Kemalizm’in de savunucusu noktasında bulmaktadır.  

İslamcılık, sıradan dindarlıktan farklı olarak bir dünya görüşüdür, memleketi ve dünyayı yönetme hedefini taşıyan ve o yönde ilkeleri olan bir dünya görüşü…

İslamcılığın devlet yönetiminde en belirgin sıfatı ise hiç kuşkusuz sosyal adaletten yana olmasıdır. Sosyal adaletten yana olmak, salt bir iktisadi yaklaşım değildir; insanı ilgilendiren bütün hususlarda adaletten yana olmaktır. Bu yaklaşım, sınıfçılık gibi, ayrımcılığa doğru yol alması mukadder olan milliyetçiliği de reddeder, kendisiyle sınıfçılık arasına mesafe koyduğu gibi milliyetçi söylemle de arasına mesafe koyar. Böylece devletin kapılarını toplumun bütün kesimlerine açar. Toplumun bütün kesimleri devletin ortakları olur. Türkiye’de İslâmî siyaset, Batı ve yerel uzantıları karşısında gücünü buradan almıştır.

Muhafazakârlık temsil olduğu bütün siyasi partilerde istisnasız olarak, milliyetçilikten yana bir kırılma yaşadı. Dıştan bakılırsa milliyetçilik, küreselci Batı’ya karşı bir karşı koyuş tarzı, o yönde bir tercihtir. İşin aslı böyle değildir.

Milliyetçilik; İslam dünyasında İslam’a ve İslam birliğine karşı, bir laikleşme potası olarak öne sürülmüştür, o yönde işlev görmeye devam etmektedir, o işlevi yerine getirmediğinde daha bağımlı türleri kolaylıkla üretilerek tedip edilmektedir.

Diğer yandan milliyetçileşme, halkla devlet arasında bir hiyerarşi oluşturup devleti halkın üstünde tutma eğilimidir. Milliyetçileşen bir siyaset, bu anlayış üzere eninde sonunda sosyal adaleti değil, “devletin âli menfaatini” idealleştirecektir. Bu, “âli menfaat” anlayışı, tehditler karşısında “dünya ile uyum” politikası getirdiği gibi, bugünün dünyasına hâkim olan kapitalist liberalizme yönelmeyi de beraberinde getirecektir. Tercihiniz Türkiye’nin milliyetçilik tecrübesi ise istediğiniz kadar israil karşıtı söylemde bulunun, politik eğiliminiz bugünün dünyasında eninde sonunda sizi israil’le uzlaşıya sürükleyecektir.

israil’le uzlaşı ve kapitalist liberalizme yöneliş; muhafazakâr siyasetin, ülke geneli İslâmî taban ve yoksul kesimlerden; milliyetçilik ise geniş bir Kürt seçmen kitlesinden uzaklaşmasına yol açıyor.

Muhafazakâr siyaset, bunu sorgulayacak düşünsel tetkikler yapma kabiliyetinden yoksundur. Son dönemde öne çıkan ve her birimizin bir diğerinden bağımsız yürüttüğü medeniyet söylemi de üstten yeterli destek almadığından siyasetin muhafazakârlaşma eğilimiyle, ideolojisiz kalıp kimliksizleşmesi engellenemiyor. Belediye seçimleri, kuşkusuz bundan etkilenecektir.

“MUHAFAZAKÂR BELEDİYECİLİK” Mİ?

Dünün Türkiye’sinde bir belediyenin Ramazan çadırı kurması, başkanın konuşmasına Bismillah ile başlaması, belediyede başörtülü birkaç personelin bulunması çok anlam taşıyordu. O güne kadar dışlanan bir halk kesimi bununla hem kendisini siyasette pay sahibi görüyordu hem de siyasi tercihiyle zulme karşı duruşta tatmin oluyordu.

Bugünün Türkiye siyasetinde çıta çok yükseldi. Çünkü CHP’li bir belediye başkanı da artık bu gösterilerde bulunabiliyor.

Halk, maneviyatıyla çıkarının çatışmasını istemez. Dün bu çatışmada inat edenler kaybediyordu, bugün ise bu çatışmada değilmiş gibi görünmek, halkın geniş bir kesimi için yeterli görünüyor.

Yine dünün Türkiye’sinde muhafazakâr siyasetçinin “halk konseri” denen popüler bir eğlenceye para yatırması belki onu, bir toplum kesimi ile buluşturuyordu. Bugün dindar bir başkanın bunu yapması, dindar kesim tarafından nefretle karşılandığı gibi, diğer toplum kesimleri le iletişim de sağlamıyor.  Halk, dindar siyasetçilerin bu tür etkinliklerine ilgi göstermiyor. Halbuki aynı etkinliği bir CHP’li yaptığında meydan hınca hınç doluyor çünkü halk, o etkinliği CHP’li başkana yakıştırıyor.

Muhafazakârlık adına biraz dindar, biraz popüler kültürden görünme devri kapandı. Dünün “Kemalizm karşısında açılım” günlerinde kısmen iş gören bu politika tarzı artık kötürüm durumda. Üstelik onun karşısında uç noktada ideolojik bir Sol veya milliyetçi Kemalist yapı var. Bu ultra ideolojik yapı, o gösterileri güçlü sosyal medya ağları ile linç ettiği gibi, o gösterilere karşılık gelecek üretimlerin, kendi adayları veya seçilmiş başkanları tarafından gerçekleştirilmesini de “politik” olarak yadırgamıyor.

Muhafazakârlık, ideolojisiz kalınca İslâmî köklerden gelen sosyal belediyeciliği yozlaştırdı, özgün bir belediyecilik tarzı da geliştirmedi. Belediye hizmetleri, muhafazakârlığın elinde birer fen işleri müdürlüğüne dönüştü. Salt teknik işlerle uğraşıp ilim ve irfanla ilgili etkinlikleri ihmal eden bir belediyecilik karşımızda var. Bu belediyeler illa bir “kültür” etkinliği yapacaksa listenin başına birkaç Kemalist’i yerleştirir. Kendince o dünyaya kapılarının açık olduğunu göstermek ister. Oysa ultra ideolojik o yapılar, kapılarına muhafazakâr siyasete sıkıca kapatmışlar. Muhafazakâr siyasetçilerin bu tür tercihlerini kompleks ve ikiyüzlülük ürünü görüyorlar.

Netice olarak artık “muhafazakâr belediyecilik” diye bir tarz yok, böyle bir vaat de olamaz. 21. Yüzyılın Türkiye’si, 20. Yüzyılın Süleyman Demirel hatta Turgut Özal tarzı siyasetinin bayat buluyor.

Muhafazakâr siyaset tarzı, “muhafazakâr şehir” görünümünü bitirdi; en “muhafazakâr şehri” dahi Batılılaşma yoluna koydu, muhafazakâr seçmen tabanını eritti. Bu, belediye başkanı adaylarının elini kolunu bağlıyor.

Ne var ki bu gerçeği muhafazakârlık iddiasındaki belediye başkan adayları da anlamıyorlar. Onlar, siyaset tarzlarını alternatifsiz görüyorlar. Zira İslâmî siyaset onlara hâlâ ürkütücü geliyor.

Siyaset zemininde bir görünen laikleşme bir de “zihinsel laikleşme” var. Türkiye’de çoğu yapıya mensup dindar kişiler, hakikatte zihinsel olarak laiktirler. Devletle ilgili bir iş yapınca bilinen laiklerden bile daha laik. Dolayısıyla onların Hafızu’l-Kur’an olmaları ya da İlahiyat çıkışlı olmaları onların İslâmî olanı bir çıkış olarak görmelerini sağlamıyor. Üst siyasi yapı, daha doğrusu merkezi siyasi yapı da bu yönde onları cesaretlendirmiyor. Aksine laik kesimin şikayetleri karşısında onların İslâmîleşme yönündeki herhangi bir tutumu bir yana, bir sözünü dahi cezalandırıyor.

KALKINMA PROJELERİ MUHAFAZAKÂRLIĞI KURTARIR MI?

İslâmî kesimlerin kalkınmaya yönelmelerinin bir yanı, Müslüman dünyanın 20. Yüzyılda yaşadığı felaketleri kalkınmada geri kalmasıyla ilişkilendirmesi, diğer yanıyla İslam karşıtlarının İslâmî kesimleri gerici olmakla itham etmesiyle ilişkilidir.

İslâmî kesimler, kalkınmaya yönelerek ülkelerini geri kalmışlıktan, kendilerinin ise gericilik ithamından kurtulacaklarına inandılar. Bunun için Türkiye tecrübesinde Mehmed Zahid Kotku ve Necmettin Erbakan birlikteliği, İslâmî kesime dayanan partileşmeyi bir kalkınma hareketi olarak öne çıkardı.

Necmettin Erbakan’ın MSP döneminde temel atma girişimleri doğrudan burayla ilgiliydi. AK Parti de bu geleneği sürdürdü ve Türkiye, AK Parti döneminde tarihi bir kalkınma hamlesi yaşadı. Lâkin pahalı karayolları ve köprü geçişleri kullanımının etkisiyle bugün halkın bir kesimi, kalkınma hamlelerini sorgulamaya başladı. Son yıllarda görülen pahalılık birlikte bu hamlelere yönelik eleştiriler veya en azından duyarsızlık daha da arttı.

Halk, ülkenin savunma ve kalkınmasını önemsemekle birlikte kalkınma hamlelerinin kendisiyle doğrudan ilgisi konusunda gittikçe farklı düşünmeye başladı. Kalkınma hamlelerinin az sayıdaki müteahhidi daha da zenginleştirdiği, buna karşı yoksul kesime pahalılık olarak yansıdığına dair görüşler yaygınlık kazandı. Muhafazakâr siyasetin buna karşı tatmin edici bir hamlede bulunmak yerine mali sistemde klasik kapitalizmde direnmesi, eleştirilerin seçim sonuçlarını etkileyecek boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır.

Bu kalkınma hamleleri, siyaseti kirlilikten kurtaracak ahlak programları ve organizasyonları ile desteklenip onun yanında güçlü bir sosyal adalet programı uygulanırsa Türkiye’de Batıcı yapıların siyasette yeri bile kalmazdı.

Ne var ki kalkınma hamleleri konusunda oldukça yenilikçi ve neredeyse devrimci davranan siyaset, sistemin özünü değiştirmeye dönük bu tür programlarda kararlı bir şekilde muhafazakâr kalmaktadır. Bu tutarsızlığın yol açtığı dengesizlik kalkınma hamlelerinin seçmendeki karşılığını küçültmektedir. Dolayısıyla bugün seçmeni en çok etkileyen muhafazakâr siyaset değil, ondan uzaklaşma noktalarıdır ama o noktaların da muhafazakâr siyaseti kurtarabileceği meçhuldür.

ÇIKIŞ İSLÂMÎ SİYASETTİR

Türkiye siyaseti, tutukluk yaşıyor ve siyasetin uç laik kesimlerden yana kırılması ihtimali hâlâ vardır. Buna karşı çözüm, İslâmî siyaseti ihya etmektir.

İslâmî siyasetin, muhafazakâr siyasetten ilk farkı, bir “dünya görüşü siyaseti”, başka bir ifadeyle kimlikli bir siyaset olmasıdır. İslâmî siyasetin, dünya görüşü anlamında ideolojisi vardır ve bu ideoloji, İslam’ın esasları üzerinden toplumla zımni bir sözleşme niteliğindedir.

İslâmî siyaset iddiasında olanlar, toplumun karşısına peşin bir vaatle çıkarlar.  Bu doğrultuda;

-İslâmî siyasetin İslâmîleştirme hedefi vardır ve İslâmî siyaset, İslâmîleşmeyi salt manevi bir inşa olarak görmez.

- İslâmî siyaset, sair beşerî rejimlerde olduğu gibi “alan devlet” değil, “veren devlet” anlayışına sahiptir. Onun temel kaygısı, devletin nasıl toplayacağı değil, nasıl dağıtacağıdır. Öncelikli sorusu “Nasıl alırım?” değil, “Nasıl veririm?” şeklindedir.

- İslâmî siyaset sosyal adaletten yanadır; dolayısıyla menşe ve sınıftan yana her tür ayırmaya karşıdır. Toplumun bütün kesimlerine hizmet götürmek konusunda kararlıdır. Onun için sosyal adalet, kapılara sadaka götürmek değildir, devletin bütün imkânlarından adilce istifade ettirmektir.

-İslâmî siyaset, “riyaset-istişare-iktisat” üçlemesi üzerinde kuruludur. Bu, bir adalet nizamıdır. Bu nizamda önderlik makamı vardır, o önderlik makamı istişare ile iş yapar ve bütün işler “ihtiyaç kadar kullanma” esasına göredir.

-İslâmî siyasetin bir ihtiyaç hiyerarşisi vardır. Bu siyaset, gecekondu semtlerinin tepesine heykel dikmeyi ihtiyaç olarak görmediği gibi, yoksul semtleri popüler türkücülerle buluşturmayı da ihtiyaç olarak görmez. Köhnemiş siyasetin yoksul semtlere yönelik bu aldatmalarını reddeder. Ona karşı yoksullukla en köklü şekilde mücadele eder.

- Müslüman şehrini/İslam şehrini yeniden var etmek, İslâmî siyasetin belediyecilikte hedefidir. Tahlili başka bir analize kalacak olan o şehir, bir Darü’s-Selam yani, sulh ve selamet şehridir, bunun neticesi olarak o şehir bir Darü’s-Saade’dir, yani mutluluk şehridir.

Türkiye’de muhafazakâr siyaset, bu şehri inşa çabasına yönelmek durumundadır. Aksi hâlde, kimlikli bir siyasetin yükünden kaçarken kimliksiz kalıp kaybolmaya mahkumdur.