Geçen hafta İstanbul’da menfur bir şekilde katledilen Ramazan Böçkün kimdi? Bilmiyorum.

Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun inşaallah.

Onu herkes gibi sosyal medyadan duydum. Hikâyesi de sosyal medyada anlattıkları da bana çok özgün gelmedi. Zira bölgede her zaman böyle hoş konuşan ve dıştan bakıldığında ebleh denen simalar bulunurdu. Ama akıbeti beni düşüncelere sevk edip kahretti!

Bölgenin ilim-irfan yapısı, ebleh görünümlülerin dahi irfandan nasiplerini alacakları kadar görkemliydi. Büyükler onlara hürmet eder, onların evlerinde, konaklarında ağırlamayı şeref bilirdi.

Aileleri, onlardan yana hiçbir endişe taşımaz, aksine onların yakını olmaktan gurur duyardı. Onların yegane endişesi dosdoğru konuşmaları ve kolluk kuvvetlerinin onlardan rahatsız olmasıydı. Buna karşı bulunmuş çare onları bir dostun aracılığıyla hastaneye sevk etmek ve onlar için “deli raporu” almaktı. Aksi hâlde bir gün karakola götürülür, feci bir şekilde dövülür hatta yakınları da onlarla ilgili doğru konuşmama ihtimali için aynı akıbeti yaşardı. “Deli raporu” sadece onların değil, yakınlarının da zırhıydı.

Nitekim Ramazan’ın babası da aynı yola başvurmuş, yine de “devrim fedaileri”nin şerrinden koruyamamış!

Onlar, cami önlerine düşmezdi. Ancak cami önleri onlardan bir kısmının meskeni olurdu. Diyarbakır Ulucami de o meskenlerden biriydi.

Hatırlıyorum: Öğrencilik yıllarımızda Şeyh Said hayranı ve devrimlere keskince dil uzatan bir “sûfi” vardı. Yegâne koruması elindeki “deli raporu”ydu. Milli Eğitimde müstahdem iken temizlemekle görevli olduğu büste saygı göstermemekten karakola götürülmüş, ardından Elazığ Akıl Hastanesi’ne sevk edilmiş ve “raporlanmıştı”. O raporlanma ile hem kendisi kurtulmuş hem okul müdürü. Hikâyesini böyle anlatırdı.

Camiye gelen “şapkalı sakallıları” hiç kaçırmaz, onların iç ve dış hâllerine dair dobra dobra yorumlar yapar; ama biri olsun, ona bağırıp çağırmazdı. Zira onun bir makamı vardı.

Öylelerinin yorumları da bizzat hicvettikleri kişiler tarafından da doğru bulunurdu. Mesele, kimi zaman mesele hicvi aşar, saklı bir hâli açığa vurmak gibi bir boyuta ulaşırdı. Yine de kimse, arif bir eblehin birinin saldırısına uğradığını görmemiştir, duymamıştır.

Anlatacaklarımı anlamak için Foucault’u okumuş olmak gerekmez: Ebleh, içinde yaşadığı dünyanın en buğusuz aynasıdır. Bir toplumun rengi en katıksız hâliyle, çoğu zaman eblehlerin aynasında görünür.

Bölgenin ilim-irfan havzası o tür eblehler yetiştirirdi. Bugün yetiştirebiliyor mu? Yarın yetiştirecek mi? Buna bakmak gerek…

Bir zamanlar, yetişmesin diye ters yönde işleyen çifte taraklar kuruldu. Camiye giden çocukların aileleri, taşeron Sosyalist örgüt tarafından tehdit edilirken özenle seçilerek bölgeye gönderilen memurlar, birer “devrim fedaisi” rolüyle, camideki çocukların kolunu büktü, yetmedi onları karakollara götürüp akla hayale gelmeyecek muamelelere tabi tuttu, bir daha asla silinmeyecek meşhur “hükümet defterleri”ne kaydetti. Eblehi bile arif olan o havza kurusun diye, ABD’nin özel programlarını uyguladı, çocukları israil’den gelme uzmanların kurdukları askılara astı.

Bunlar karabasan değil, bir devrin hem de yakın bir devrin gerçekleri!

Bölgeden milyonlarca insan metropollere göç etti. Bugün o göç hâlâ başlı başına bir sosyoloji oluşturuyor. Bildiğim kadarıyla bu sosyolojinin içinde arif eblehlere hiç rastlanmıyor. Bu sosyolojinin eblehleri artık sair metropol sorunluları gibi meyhane önlerinde yiyip içiyor, köprü altlarında yatıyor.

Belli ki Ramazan merhum, raporuna rağmen artık Diyarbakır’da barınamamış. Kim bilir ailesi ne kadar rahatsız edildi ki babası, onu akıl hastanesine sevk etmiş oğlunu. Ama raporlu olmak bile yeni devrin “devrim fedaileri”nin şerrinden onu korumamış.

Diyarbakır’dan göç edip İstanbul’a gelmiş. Kendi sosyolojisinde “Eblehtir, sakın ola, ona kızmayın, kendinize bakın ve kendinize kızın, vallahi deli, yalan söylemez!” denirken tahammülsüz bir yere sığınmış. Başı sarıklı birileri dahi sosyal medyada meşhur olmak için ona çatmış!

İnsan, onun halini düşündükçe kahroluyor. Ama ya diğerleri? Meyhane önlerinden beslenip köprü altlarında yatanlar! Onların adı bile yok! Metropollerde hiçleştik ve eblehlerimiz hiçleşti!

Onlar, sosyolojimizin düştüğü hâlin aynasıdır. Onlara bakınca “Yarının eblehleri arif olacak mı?” sorusunu sormak bile anlamsızlaşıyor.