Kudüs’ün 1187’de Selâhaddin-i Eyyûbî Hazretleri tarafından özgürleştirilmesini araştırırken hep aynı noktayı keşfetmeye çalıştım: Selâhaddin nasıl yetişti?

“Keşif” ifadesini bilerek kullanıyorum çünkü literatürü taradığımda genel olarak Selâhaddin hakkında geniş malumatlara rastladım. Bizim kuşağımızın ilim çalışanlarına düşen, o bilgileri toparlamak ve onları günün diliyle ifade etmekti. Lâkin Selâhaddin’in nasıl yetiştiği konusunda tam olarak bir karanlık içindeydik.

Selâhaddin hakkında bin sayfa hacimli bir kitap yazan Arap bir araştırmacıya “Selâhaddin’in savaşlarını biliyoruz. Bize onun nasıl yetiştiğini anlatır mısınız?” sorusunu yönelttiğimde ise büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Araştırmacı, bu konuda neredeyse hiçbir şey söyleyemedi. Öyle ki söyleşimizin yayımlanma değeri bile olmadı.

Diğer Arap yazarlar genel olarak Nûreddin Mahmud ve Selâhaddin Yusuf’u birlikte anarken her iki şahsiyetin de nasıl yetiştiği konusunda popüler ifadeler kullanmaktan öteye geçmiyorlardı.

Elbette Nûreddin’in nasıl yetiştiği konusunda bir malumat sahibi olmak, Selâhaddin’in nasıl yetiştiği ile ilgili bir kanaat oluşturabilirdi. Oysa Nûreddin hakkında üç ciltlik bir çalışma yapan Rus kökenli Fransız araştırmacı Nikita Elisseeff de Nûreddin’in nasıl yetiştiği hakkında ikna edici bilgiler sunmuyordu.

Nûreddin, Zengî ailesi içinde bir fertti ve bir başına babası İmâdüddin Zengî’nin onu yetiştirme ihtimali yok gibiydi. 

Türkiye’den Ramazan Şeşen, baba Necmeddin ve amca Şîrkûh’un tarihsel önemini iyi vurguluyordu ama onun bağlantıları da yetersiz kalıyordu. Esasen Ramazan Hoca, tarz olarak tarihsel olay ve kişilerin arka planına pek inmiyordu.

Ben, Ramazan Hoca’nın Selâhaddin’le ilgili tespitlerine Nûreddin’in tarihsel önemini ekledim. Nûreddin’in etkilendiği kaynaklar konusunda önceki araştırmacılardan daha ayrıntılı malumatlar ortaya koydum. Onun kimi Arap yazarların iddia ettiği gibi Şeyh Abdulkadir-i Geylani değil, Gazzâlî-İmam Kuşeyrî arka planına sahip olduğunu ispat ettim.

Ama Kudüs’ün 1187’de fethine varan süreci Nûreddin’de kesmek anlamsızdı. Zira Nûreddin’den yaşlı olan Şîrkûh, Nûreddin’in temsil ettiği mefkureye fazlasıyla sahipti. Nûreddin, büyük ve öncü bir devlet adamıydı ama Nûreddin’in bizzat kendisinin insan yetiştirme becerisine dair kayda değer bir bilgi bulunmuyor. Ağabeyi Seyfeddin Gazi’nin müspet şahsiyeti bir yana bırakılırsa o, Zengî ailesi içinde neredeyse benzersiz bir ferttir.

Oysa Selâhaddin’in mensup olduğu Şadi oğulları hanedanı içinde Selâhaddin, pek çok dindar şahsiyetin sadece öne çıkanıdır. Ailenin henüz Selâhaddin hayatta iken erkek veya kadın adeta onlarca Selâhaddin’i var. O ailede bir ilim-irfan-cihad havzası oluşmuş ve Selâhaddin, o havzanın minaresi olmuştur. Şöyle de ifade etmek mümkün, Şadi oğullarının ilim-irfan-cihad havzasının küçüklü büyüklü pek çok kubbesi var. Selâhaddin ise o kubbeler arasında bir minaredir.

Bu zemin üzerinde yıllar yılı yaptığım araştırmalar beni bir hakikate götürdü: O çağın şuur önderi Necmeddin el-Eyyûb’dur. Nitekim, Nûreddin üzerine çalışan Arap yazarlar da Nûreddin’in de bizzat Necmeddin tarafından yetiştirildiğini ifade ediyorlar. Literatürde bu hususta doğrudan bilgilere rastlanmıyorsa da kayıtlar bizi eninde sonunda oraya götürüyor.

Nihayetinde karşımızda şöyle bir hakikat var: Necmeddin el-Eyyûb anlaşılmadan Kudüs’ün 1187’deki fethini izah etmek mümkün değildi. Üstelik Necmeddin’in rolünün tespiti aynı zamanda devrin ihya hareketini de anlama imkânı veriyor ve o ihya hareketinin yapısı ise bize bugün bir çıkış ararken yol açıyor. Daha açık ifadelerle şunu çok emin bir şekilde söyleyebilirim: Bugünün Selâhaddinlerini yetiştirmek için o günün Necmeddin’ini bilmek zorundayız.

GAZZÂLÎ’NİN YOLUNDA BİR EMÎR

Şadi’nin oğlu Necmeddin el-Eyyûb, Tikrit valisi; kardeşi Şîrkûh da şehrin emniyet amiriydi. Tikrit, Abbâsîlerin başkenti Bağdat’a kuzeybatı yönünde sadece yüz kırk kilometre uzaklığında bir şehir.

Büyük Selçuklu-Abbâsî hakimiyetindeki Bağdat, hayatın bir konfederasyonu gibiydi. Orada kalem-kılıç, zikir, zevk ve sefa, her şey otonom bir mahiyet kazanmıştı. Unsurlar bir denge oluşturmuş görünse de hakikatte birbirini hiçleştirmiş gibiydi. Büyük alimler medreselerinde derslerini verip sûfiler, dünya görüşleri doğrultusunda zikrederken eğlence başını almış gidiyordu. Nefsani arzular, düşünceyi de yetenekleri de köreltmişti. İnsanların mühim bir kısmı nefsinin hizmetindeydi. Halife ve sultan arasındaki mücadele ise makamlarda gözü olanlara, küçük bir dünya içinde yükselmek için adamakıllı fırsatlar sunuyordu.

Necmeddin’in babası Şadi, oğluna Eyyûb adını koyarken ona ilk dersi de vermiş gibiydi: Sabırlı olmak. Bu sabrın hedefi ise Eyyûb’un lakabında saklıydı: Necmeddin, yani dinin yıldızı. Eyyûb, sabırla gayret gösterecek, kutup yıldızı misali yerini sebat edecek ve nihayetinde Müslümanlar için yol gösterecektir.

Şadi’nin isim seçimi hayret vericidir. Zira diğer oğlunun adını da Şîrkûh yani “dağ aslanı” koymuştur. Onun lakabı ise Esedüddîn yani “dinin aslanı”dır. Kafkas dağları ile Tikrit arasındaki dağlardan beslenen dağ aslanı, ilim-irfan-cihad havzasında nihayetinde dinin aslanı olacaktır.

Necmeddin, kendisi için tayin edilen hedef üzere, Gazzâlî’nin itidal çizgisi üzerinde yetişti, bir ihtimal Gazzâlî’yi bizzat gördü ama kesinlikle onun talebeleri ve eserleri ile haşir neşir oldu. Nefsani arzularına değil, İslam’a hizmet etti. Bağdat’la resmi bağını sürdürürken Tikrit’te, daha sonra Nûreddin ve Selâhaddin’in devletlerine misal olacak tamı tamına İslâmî bir yönetim kurmayı başardı. Lâkin yozlaşmış bir merkeze bağlı, ihya olmuş bir yönetimin ömrü kısa sürdü.

Necmeddin, devrin valilerinin aksine günlük yaşamda zevk u sefadan uzak durup nefsine hakim olurken Bağdat’la karşı karşıya geldiğinde siyasi ihtirasa da mahkum olmadı. İsyan edip Müslümanların işini zorlaştırmak yerine daha iyisini bulmak için çıkış kapısına yöneldi ve Bağdat’tan uzaklaşmayı seçti.

Necmeddin ve Şîrkûh, şehirden ayrılırken halkın figanı Tikrit semalarını doldurmuştu. Yöneldikleri Musul’da ise şenliklerle karşılanmışlardır.

Musul, yönetim olarak küçük bir Bağdat’tı. Necmeddin, orada duramazdı. O, mana aleminin merkezine oturmak için maddi başkentten uzaklaşmayı seçti. Haçlı sınırındaki Ba’lebek, tam ona göreydi. Ba’lebek, bir yandan ona cihad imkânı verirken öte yandan bir uç beyi olarak merkezden uzak bir şekilde kendi dünyasını inşa etme imkânı bulacaktı. Ba’lebek, dünya ehlinin istemeyeceği kadar zorlu bir kaleydi. Oraya yönelecek olanlar, muhlis olmalıydı ve Necmeddin’in fazlasıyla muhlis dostlara ihtiyacı vardı.

Büyük ihtimalle Necmeddin’in Bağdat’taki dostları pek de sadakat göstermemişlerdi. O, göç ettikleri gece doğan oğlunun adını Yusuf koydu, kuyuya atılsa da sabırla alınan yolda Mısır’a baş olabilir. Ama hedef, Selâhaddin olması yani, ihyaya vesile olması, Müslümanların kurtuluş önderi olmasıydı.

Necmeddin, akrabalarından ve kendiyle aynı dünyadan bir hanımla evliydi. Selâhaddin’in dayıları da birer Necmeddin gibiydi. Selâhaddin, baba tarafından olduğu gibi anne tarafından da pırıl pırıl bir insânî zemine sahipti.

Necmeddin, bu kabilesel insânî zemini mekteple destekledi. Böylece tabii asalet, ilmin asaleti ile buluştu. Ba’lebek’e varınca kardeşi Şîrkûh’u cihada gönderirken o, bir yandan şehri yönetti, diğer yandan geleceğin nesillerini yetiştirmek için ortam hazırladı. Sûfiler için daha sonra en-Necmiye diye anılan bir hankâh yani dergâh açtı. Kısa sürede gazi sûfiler ona kast etti. Onlarla beraber alimler ve maharet sahibi diğer şahsiyetler.

Böylece Ba’lebek, nitelikli Müslümanların buluşma noktasına dönüşürken Necmeddin dünya ehli emîrlerin dikkatinden uzak bir şekilde Şam’dan Musul’a kendisini Haçlılarla mücadeleye adamış bir insan ağı ördü.

O, daima uzağa baktı ve o yönde sabırla yol aldı. İmâdüddin Zengî, 1146’da Ca’ber Kalesi önünde şehid edilince onun amansız düşmanları Dımaşk Tuğteginliler Atabegliği, Ba’lebek’i almak istedi. Necmeddin, onlarla mücadele etmedi. Dımaşk’ın hâkimi, veziri Üner’le dostluk kurdu. Nitekim Üner, devrin sair emirlerinden biri iken onun oğlu Sadeddin Mesud ve kızı İsmet Hatun da Necmeddin’in Şam bölgesine getirdiği fikriyat üzerinde yetişti.

Necmeddin, kendisi Dımaşk’a bağlanırken kardeşi Şîrkûh’un, Nûreddin’in başkomutanı olmasını uygun gördü. Böylece Dımaşk’taki etkinliği Halep bölgesine de ulaştı. Musul’un etkin veziri Cemaleddin de onun gazi/sûfi halkasındaydı. Dolayısıyla o, Haçlılara karşı kurulmuş bütün karargahlarda etkin bir önder olarak öne çıktı.

Necmeddin bu sahada faaliyet gösterirken işlerinin merkezine yeni nesli yetiştirme gayretlerini koydu. Oğlu Şahinşah, Selâhaddin, Melikü’l-Adil, Turan Şah, Tuğtekin, kızları Fatma Hatun, Rabia Hatun… Onun devrin önderlerinin aksine sadece oğulları değil, kızları da tarihe geçmiştir. Bunun yanında başkaları memlûk denen çocukları kendilerine hizmet için satın alırken o, satın aldığı çocukları azad edip kendi evlatları gibi mücahid olarak yetiştirmiştir.

Necmeddin, mektebi işlettikçe insani yetenekler açısından harikalar üretiyordu. Sadece öz evlatları değil, torunları Ferruh Şah, Takiyüddin Ömer… O, hem bir sûfi hem ata binmekte mahir bir çevgan oyuncusuydu. Öylesine oynuyordu ki onu gören “Bu adam, ata binili ölecek!” derdi. İyi çevgan oynamak, onun bütün talebelerinin meşhur maharetiydi. Öyle ki her biri çağın en iyi binicisi diye bilinmiştir.

Nûreddin; Necmeddin’in kardeşi Şîrkûh’un cesareti sayesinde Halep’e emîr olurken Şîrkûh’un ahiret kardeşi Vezir Cemaleddin sayesinde Musul’un baskısından kurtulup Halep’te istikrar kazandı. Böylece Necmeddin’in fikriyatı Halep’te iktidar oldu.  

Necmeddin, sabırla çalışarak Dımaşk’ın Nûreddin’in hakimiyetine geçmesini sağladı. Nûreddin, daha önce Humus’u Şîrkûh’a vermişti, Dımaşk’ı da Necmeddin’e verdi ve Necmeddin, onun huzurunda izinsiz oturabilecek bir makama ulaştı. Onların büyük dayanışması ile devlet günden güne büyüdü ve Mısır’a hâkim oldu.

Selâhaddin, Mısır’da vezir olunca Necmeddin onun yanına gitti. Mısır’da büyük törenlerle karşılandı. Ama oğlunun kendisinden vezir (sultan) olması talebine icabet etmedi. Ona bu iş için sen evlasın, dedi. Kendisi Mısır’da maliye işlerini üstlendi.

Necmeddin, Mısır’da da meşhur sabrıyla çalışıp Fâtımî halifesinin azlini bizzat organize etti. Böylece İslam dünyasını birleştirme şerefine nail oldu. Selâhaddin’in hem Nûreddin’le ilişkilerini hem Mısır’daki muhalefetle ilişkilerini düzenledi.

Ardından tarihteki rolünü tamamlarcasına 9 Ağustos 1173’te attan düşerek vefat etti. Cenazesi önce Kahire’ye gömüldü. İki yıl sonra, İslam’a yaptığı büyük hizmetlerin ödülü olarak kardeşi Şîrkûh’un naaşı ile birlikte Medine-i Münevvere’ye, Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’in yanı başına götürüldü.

Kudüs’ün fethinden on iki yıl önce gerçekleşen bu vakada Müslümanlar, ona öyle bir muhabbet besliyorlardı ki cenazesinin geçtiği her beldede üzerinde namaz kılınıyordu. Medine, onu biliyordu ve orada kendisinin inşa ettiği bir medrese vardı. Bu medresedeki makamı, Ravza-i Mutahhara’ya mesafesi sadece birkaç zira idi.

O ve kardeşi, Hz. Peygamber’e sadece iman etmemişlerdi, aynı zamanda O’na hayrandılar. Dünyada O’nun yolunda idiler, naaşları da O’na yakın olsun, dilediler.

Tarih kaynaklarında ve şiirlerde Necmeddin, çokça övülen Müslüman önderler arasındadır. Sıbt İbnü’l-Cevzi onun için şu satırları yazmıştır: “Akıllı, tedbirli, cesur, yumuşak huylu, çokça merhametli, çok cömert biriydi. Miskin ve fakirlerle yakınlık kurup onlara yardım eder, salih insanlara muhabbet beslerdi. Gerekmedikçe asla konuşmazdı. Çevgan oyununu çokça oynardı.

Bugün Kudüs’ü kurtarmak için işte böyle önderlere ihtiyaç vardır.