Gazze’de “ilkelce” bir vahşet sürerken Kudüs davasına sahip çıkmanın dünyevi olarak kaybettireceğine dair yaygın bir kanaat vardır. Toplumlar, Kudüs davasına daha istekli olsalar da yöneticiler, Kudüs için çalışmanın, Kudüs için çalışanlara yardım etmenin dünyevi olarak kendilerine zarar vereceğine inanıyorlar. Bu nedenle, Kudüs için çalışmayı “rasyonel” bulmuyorlar.

İslam aleminin yöneticileri, kendilerince “realpolitik” davranıyorlar. Yani “herhangi bir ideale veya kurama bağlanmaksızın tamamıyla mevcut gerçeklere uyum sağlayarak” ülkelerini Kudüs davasının dışında tutuyorlar.

Acaba tarihsel gerçeklik onları doğruluyor mu? Tarihte Kudüs davasını gütmek, rasyonelliğe, realpolitik olana tamamen karşı konumlanmak mıdır? Daha sade bir ifadeyle tarihte Kudüs davasının yanında yer alanlar, ülkelerini ateşe mi atmışlardır?

Geçen hafta tarihte Kudüs davasında yan çizen Müslüman yöneticilerin akıbetlerini anlatmıştık. Bu hafta Kudüs davasına hizmet eden yöneticilerin nasıl bir netice ile karşılaştıklarını anlatacağız. Böylece yöneticiler için “realpolitik” olanın hangisi olduğuna dair bir pencere açmaya çalışacağız.

KUDÜS’LE ARINMA VE YÜCELME

Kudüs, “mukaddes”tir ve bir görüşe göre “mukaddes”in bir anlamı da “mutahhar”dır. Nitekim, Kudüs ve çevresi için hem Arz-ı Mukaddes hem Arz-ı Mutahhar denmiştir. Dolayısıyla Kudüs, arınmıştır ve arınmış olan, aynı zamanda arındırıcıdır. Kudüs, arındırır, temizler.

Öte yandan kişinin değeri, davasının değeri ile ölçülebilir. Yüce davalar, kişileri yüceltir. Kudüs davası, yüce bir davadır ve o davaya sahip olanları yüceltir.

1099’daki Kudüs istilasından önce İslam aleminin yöneticileri;

-İş başına gelişlerindeki gayri meşru yöntemler,

-Saraylardaki israflar ve taht kavgaları ile yıpranmışlar ve gözden düşmüşler;

-İslam yurdunu dış düşmanlara karşı korumadaki yetersizlikleri ile nefret edilir olmuşlardı.

Öyle ki iyi insanların mizanında yönetimde yer almakla, “kötü olmak” neredeyse aynı anlama geliyordu. Ulema, ıslah edemediği yöneticilerden kendisini uzak tutuyor, saraylara uğrayan ilim ehli halk nezdinde gözden düşüyor ve dışlanıyordu.

Müslüman halk, devlet yönetiminde yer alanları sevmiyor, onlarla haşir neşir olanları saygı değer görmüyordu. Bu da yaygın bir şekilde bir devlet-toplum ayrışması oluşturmuş; ayrışma ise kudretin dağılmasına yol açmıştı. Halk, idarecilere hizmet etmiyor, idareciler, ğulam veya memlûk denen paralı askerlerle kendilerini koruyor ve halktan zorla vergi alıyorlardı. Dolayısıyla yönetimler genel yapı içinde otonom bir nitelik edinmiş de halkın tepesine binmiş gibi bir görünüm edinmişti.  

Haçlılar, İslam alemine böyle bir dağılma sürecinde girdiler. Tuğtegin, günümüzde Suriye Selçukluları denen Şam Selçuklularının eski hükümdarı Tutaş’ın oğlu Dukâk’ın veziri iken Haçlılarla mücadele etmeyi seçince itibar kazandı ve kısa sürede vezirlikten hükümdarlığa terfi etti hatta Şam’ın en güçlü hükümdarı oluverdi.

Trabluşşam emiri İbn Ammâr da başlangıçta Kudüs davasında yan çizerken sonra o davayı anlatanlar arasında yer aldı. Kudüs davasında yan çizmekle ülkesini kaybetti, Kudüs davasına sahip çıkmakla yeniden itibar kazandı, daha önce nefret edilirken iyilikle anılmaya başlandı.

Büyük Selçuklu Hükümdarı Muhammed Tapar, 1109’da Haçlılara karşı cihad ilan edip vilayetlerinden Musul’u cihadın karargahına dönüştürünce fiilen cihada çıkmadığı hâlde büyük bir itibar kazandı. İran ve Türkistan’daki iç çekişmelerde eli rahatladı. Tapar, cihad ilan ederken iç çekişmelerle meşguldü, 1118’de vefat ettiğinde ise Irak’tan Türkistan’a, büyük Müslüman coğrafyasının nispeten rahat ve saygın bir hükümdarıydı.

Fiilen cihadda bulunmamakla beraber, cihadı organize etmesi ve desteklemesi, Tapar’ın konumunu güçlendirdi, makamını yüceltti ve onu halk nezdinde Alpaslan gibi sevilen bir hükümdar konumuna çıkardı.  

İmâdüddin Zengî, Irak’ta Selçuklu şehzadelerinin iç çekişmelerinde ya da sultanlarla halifelerin çatışmalarında bir gün boynuna kılıç değmesi muhtemel bir subay iken ulema ve umera tarafından uygunluğu tespit edilip 1127’de Musul atabegliğine tayini sağlandı.

Zengî, Musul’a atabeg olduğunda Musul, kolları bacakları kesilmiş bir gövde gibiydi. Zengî’nin kendisi ise kişisel yaşamı açısından onu tercih eden ulema ve ümeradan farklı bir yerdeydi. Haçlılara karşı kini ve onları yenme kabiliyetiyle onların desteğini aldı. Kudüs davası, ona makam kazandırdı. O da kişisel yaşamını değiştirmemekle beraber makamın hakkını verip Haçlılara karşı mücadeleyi seçince on yedi yıl gibi bir süre içinde Bağdat’ın kuzeyinden Bingöl yakınlarına, Musul’un doğusundan Antakya sınırına uzanan ülkenin hâkimi oldu. Selçuklularla bağını sembolik bir düzeye düşürecek siyasal güce ulaştı ve varislerinin velinimeti olarak kendi adıyla anılan hanedanın kurucusu oldu.

Öte yandan Zengî’nin kişisel yaşamına ve yönetim tarzına yöneltilen eleştiriler de Urfa’yı Haçlıların elinden almasıyla unutuldu. Zengî, 1146’da katledilirken Müslümanların iyilikle andığı hükümdarlar arasında yer aldı.

Selâhaddin’in babası Necmeddin Eyyûb, Tikrit gibi mütevazi bir şehrin valisiydi. Oradan Ba‘lebek gibi yine mütevazi bir hudut kalesine vali olarak atandı. Ama orada kendisini Kudüs davasına adayınca hem gazi sufilik etrafında şekillenen fikriyatı için uygulama imkânı buldu hem önce Zengî Atabegliği sonra Dımaşk Tuğteginliler Atabegliği içinde konumu yükseldi. “Müslüman aklı”nın çağ açan bir temsilcisi olarak değer gördü, Şam’ın önderleri arasında yer alırken oğlu Selâhaddin için Mısır’a geçti, orada Müslümanlara önderlik etti, Fâtımî imametinin lağvına öncülük yaparak Müslümanları birleştirdi ve Selahaddin’in devleti onunla anıldı. Cenazesi Medine’de Ravza-i Mutahhara’ya oldukça yakın bir noktada Cennetü’l-Baki’ye gömüldü. Hanedanı, 16. yüzyıla kadar farklı noktalarda yönetimde kalmaya devam etti.

Selâhaddin’in amcası Şîrkûh, Tikrit şehrinin şıhnesi, yani emniyet amiri iken Ba‘lebek’e geçtiğinde Haçlılara karşı cihadın önderleri arasında yer aldı. Zengî’nin ordusu içinde öncü bir komutan olmuşken Zengî’nin katli üzerine oğlu Nûreddin Mahmud’u Ca’ber’den alıp Halep’e götürerek emîr ilan etti ve onun beyliğinin en üst rütbeli askeri konumuna çıktı. Antakya Haçlılarına peş peşe darbeler indirince konumu yükseldi. Humus, ona ikta olarak verildi ve aynen ağabeyi Necmeddin gibi Humus’ta gazi sufiliğini toplumsal bir zemine kavuşturma imkânı buldu. Nûreddin’in devletinde Şam’ın önderleri arasında yer alırken Nûreddin’in Mısır siyasetine müdahil olmasıyla Mısır’ı önce dizayn, ardından zapt etme operasyonlarını yönetti. Mısır’ı ele geçirince “Sultan” ünvanına sahip Mısır baş vezaretine yükseldi. Vefat edince cenazesi Medine’ye götürülüp Cennetü’l-Baki’de gömüldü. Evlatları ise Memlûk idaresine kadar Humus ve civarını yönettiler.

Nûreddin Mahmud Zengî, babası katledildiğinde ağabeyi Seyfeddin’in Musul atabegliğini beklemeden Halep emîri oldu. Klasik devlet anlayışı içinde bir isyancı konumunda idi. Ağabeyi Seyfeddin’in Selçuklular ve Bağdat tarafından tanınıp tanınmayacağı da meçhuldü.

Nûreddin, Urfa’nın Haçlılar tarafından istila edilmesini engelleyince Musul, ona karşı harekete geçemedi. Aksine Seyfeddin, onun Haçlılara karşı mücadelesini öne sürerek Selçuklular ve Bağdat nezdinde konumunu korudu. Böylece Nûreddin’in Haçlılarla mücadelesi, onun emîrliğinin tanınmasını sağlarken ağabeyinin de atabegliğinin tanınmasını sağladı.

Nûreddin, 1146’da Halep’te oldukça dar bir alanda hakimiyet kurmuştu. Haçlılara karşı mücadelenin önderi olarak öne çıkınca hem askeri alanını hızla genişletti hem bölgedeki Müslümanların tartışmasız siyasi önderi konumuna çıktı. Dımaşk Atabegliği, Şeyzer, Ca’ber gibi devletler kısa sürede onun hakimiyetini tanırken 1174’ta vefat ettiğinde Sivas çevresinden Yemen’e, Musul’un doğusundan Libya’nın batısına bugün çok sayıda devletin yer aldığı bir alanda adına hutbe okunuyordu.

Ondan da öte Nûreddin, Müslümanlar arasında Ashabdan biri gibi sevildi, kimi tasavvuf ehli tarafından devrin “kırk büyük evliyası” arasında sayıldı. Günümüzde de hâlâ İslam tarihinin önderleri arasında rahmetle anılmaktadır.

Selâhaddin, Mısır veziri olduğunda karşısında, Fâtımî askeri bürokrasisi-Bizans İmparatorluğu-Haçlı ittifakı vardı. Kendisiyle beraber Mısır’a gelen askerlerin bir bölümü de onun emirliğini kabul etmeyip Şam’a geri döndü. Görünüşte Selâhaddin’in kendisini bu ittifaktan kurtarma ihtimali sıfırdı. Oysa altı yıl gibi kısa bir süre içinde Mısır, Bizans’ı bertaraf edip Haçlıların Mısır’a yönelik emellerini bastırdığı gibi Fâtımî bakiyelerinin isyanlarını da sonlandırdı. Mısır, onun Kudüs sevdası etrafında İslam’ın darü’s-selâmına dönüşürken Libya, Kuzey Sudan, Yemen ve Hicaz da onun hakimiyetini tanıdı. Böylece henüz Nûreddin’e bağlı bir naib konumunda görünürken o günün en güçlü devlet adamlarından biri olarak belirdi.

Nûreddin vefat ettiğinde Musul-Halep bürokrasisi dünya makamları için çekişirken o, Dımaşk’ın davetiyle Şam’a geçti. Sözde “realpolitik” davranan dünya ehlinin, bütün değerleri makamlar için satan engellemelerine rağmen on üç yıllık bir mücadelenin ardından 1187’de Hıttin’de Haçlıları darmadağın etti ve Kudüs’ün fatihi oldu. Onun tacı yoktu, yüce Allah Mescid-i Aksâ’yı ona tac yaptı, tahtı yoktu, Kudüs’ü ona taht olarak verdi. Bununla birlikte, evliya makamında görüldü ve büyük şair Mehmet Akif’in tarifiyle “Şark’ın en sevgili sultanı” konumuna yükseldi. Soyu Moğollar tarafından kurutulsa da kendisi Müslümanların gönüllerinde hep yaşadı. Bugün dünya, gerek örnek adil yönetimi ilgili olarak gerek savaş başarısında onu araştırmaya, konuşmaya, takdir etmeye devam etmektedir.

Selâhaddin’in kardeşi Melikü’l-Âdil, Selâhaddin’in vefatının ardından Müslümanları Haçlılara karşı birleştirecek yegane kişi olarak belirince Müslümanlar, onun etrafında buluştular. O, ömrünü Haçlılara mücadeleye adayınca Kafkasya’nın eteklerinden Yemen’e uzanan bir İslam alemi onun emrine girdi. Eyyûbî hanedanı da onun oğulları ve torunları üzerinden devam etti.

Eyyûbîlerin manevi evlatları konumundaki Memlûklerden Baybars’ın normalde, Haçlıları darmadağın edip Aziz Louis’i esir alan Muazzam Turan Şah’ın ve Hülâgû’yu durduran Seyfeddin Kutuz’un katili olarak büyük bir nefretle anılması beklenirdi. Ama Mısır ve Şam’a hâkim olduktan sonra, Haçlılarla mücadele edip onların Doğu Akdeniz’den sökülmelerinde tarihi bir vazife görünce Müslümanlar tarafından hem affedildi hem takdir edildi. Bugün Baybars, hâlâ en çok takdirle anılan hükümdarlar arasındadır.

Pek bilinmese de Yavuz Sultan Selim’in de İslam aleminde sevilmesinde Hicaz’ı ve ardından Kudüs’ü Portekizlilerin muhtemel bir hücumundan kurtarmasının büyük payı vardır.

VE YENİ DÜNYA…

Bugün Sultan Abdülhamid, iyilikle anılıyorsa bunda Kudüs’ün payı inkâr edilebilir mi? Sultan Abdülhamid rahmetle anılırken çocukluğumuzda bölgemizdeki meşayih fotoğraflarının yanına bir fotoğraf daha eklenmiştir. Kim diye sorulduğunda “Melik Hüseyin, Ürdün Meliki, israil’le savaşan pilot!” diye cevap verilirdi.

Melik Hüseyin, israil’e savaşta ne kadar başarılı ve fedakârdı, tartışılır ama halk, öyle inanmış ve onun resmini en sevdiklerinin resminin yanına eklemişti.

Şimdi tercih, İslam aleminde önderlik konumuna çıkmak isteyenlerindir. Ya geçen hafta bu sayfada sözünü ettiklerimiz gibi, kendilerince realpolitik davranırken kaybedenlerden olacaklar ya da bu hafta andıklarımız gibi Müslüman aklıyla davranıp yücelecekler, kazançlı çıkacaklar ve gelecekte de tarihin önderleri arasında sayılacaklar.