İslam, “Oku!” emriyle başladı. İlk beş ayet-i kerime, insana Rabbinin adıyla okumayı emreder ve insana şunu duyurur: Senin Rabbin Allah hem seni yaratan hem keremiyle sana kalem kullanmayı ve sana bilmediğini öğretendir.

Mucize yanı bugün anlaşılan bu ayet-i kerimelerle birlikte insanlık, ilk kez bir ilim inkılabına mazhar oldu.

Dünya tarihinde hiç görülmemiş bir hızla, önce Hicaz, sonra yakın çevresi bir ilim çölünden, ilim cennetine döndü. İlim; kadın-erkek, çocuk-genç-yaşlı, hür-köle, Bedevî-yerleşik bütün kesimlere yayıldığı gibi, kâinatın yaradılışını konu alacak kadar da derinleşti.

Okuma-yazma bilmeyen bir toplumun evlatları; kısa sürede dilin, insanın ve tabiatın sırlarını çözmekle uğraşacak kadar ilimde derinleşti. Mescidler, çarşılar, bahçeler bir yana seferde deve, at sırtları, savaş meydanları birer mektep oldu. Deve-koyun sürülerini güden çobanlar vahalar ilim konuştu, yün eğiren kadınlar ilmî derinliği olan sohbetlerde bulundu.

İnsanın, bugün hayal etmekte güçlük çektiği bu manzara İslam’ın ilim; Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in ilmin şehri, İslam’ın ötekisinin ise “cahiliye” olmasının getirdiği bir hakikattir.

Müslümanlar, Asr-ı Saadet’te Kur’an ve Sünnet üzere yoğunlaşırken Emevî asrında İslâmî ilimlerin önünü açmaya vesile olacak şekilde Arap dili ve sosyolojisi üzerine yoğunlaştılar, oradan fen (tabiat) bilimlerinde ilk çevirilere yöneldiler. Kendinden-evrensele, evrenselden-kendine şeklinde işleyen bu yolculuk Abbâsî devrinde dünyanın ulaşılabilen bütün toplumlarının ilimlerinin İslam başkentine getirilip değerlendirilmesi aşamasına geçildi. Böylece insanlık tarihinde ilk kez, bütün insanlığın hem geçmişteki hem hazır birikimleri buluşturulup tahkik ve değerlendirilmeye tabi tutuldu.

Resûl-i Zişân’ın evrensel (küresel) peygamber olmasıyla doğrudan alakalı bu ilmî atmosferde alimlerin gayreti kadar siyasi erkin, ilme hizmet etmeyi devletin asli vazifesi olarak görmesinin de katkısı vardır.  

Devletin buradaki rolü, bilinenin aksine bazı istisnalar dışında bir tahakküm getirmemiştir. Sonraki devrin sorunu da devletin ilme tahakkümü değildir, ilim sahiplerinin hem devletin hem dewlemendlerin (zengin kesimin) desteğinden yoksun kalmalarıdır.

Vakanın özü ve esasa tekabül etmekle birlikte, ancak bir kısmı şudur: İlim, önce devlet tarafından destekleniyordu ve ilim, bu desteği almakla beraber otonomluğunu da koruyordu. Zaten devlet adamını saygın yapan da onun ilim adamını desteklerken ona tahakküm etmemesinden geliyordu. Aksi durumda devlet adamı, ilmi ne kadar desteklerse desteklesin kınanıyordu. 

 Devletin yaşadığı değişim, ilmi bu destekten yoksun bıraktığında dewlementler, ilim adamını ve ilmi çalışmaları finanse ederek sürecin yol almasını sağladılar.

Bu süreç yol alırken 10. yüzyıla geldiğimizde İslam dünyası, Oğuz boylarının Müslümanlaşmasıyla aynı hızda devlete hükmetmeye başlaması, yeni bir devlet sürecine girdi. Tarihte ilk kez okuma-yazma bildiği kuşkulu Müslüman sultanlar görüldü. Onlar, güvenlik gibi temel bir ihtiyacı karşılıyorlardı ama ilimden habersiz olmak gibi İslam’ın ruhuna ve özgünlüğüne aykırı bir hâl içindeydiler. İslam dünyası onlar karşısında açıkça, ilim-güvenlik paradoksu yaşadı.

Müslümanlar, Bizans’ın hâlâ bir tehdit olarak durması ve içeride Ehl-i Sünnet’in dışında kalan yapıların merkezi ele geçirmesi tehdidi karşısında “önce güvenlik” dediler.

Nizamülmülk, Müslümanları kısmen bu paradokstan kurtaracak gibi oldu. Lâkin bu kez, ilim insanının tamamen devlet tahakkümüne alınması sorunu yaşandı.

Aynı süreçte, Müslümanlar bazı ilimlerin pratiğe yansımasını sorguladılar. Bu nasıl ilim ki içeride amelimizi düzeltmiyor, dışarıya karşı da bizi korumuyor. Aksine bir kısmımızı salih amellerden uzaklaştırıyor, bizi birbirimize düşürüyor ve biz, birbirimizle uğraşırken dışarıda düşman ülkelerimizi işgal ediyor, deyip en azından o ilimlerin sınırlanmasını istediler. Bu ilimlerde asıl sorun, bunların tıp dışında bir türlü zihinsel alanı aşıp pratik sonuçlar, yani tekniği getirmemeleri, hayatı kolaylaştırmamasıdır.

Selâhaddin Devri’nde vakıf müessesesiyle alim hem yönetenlerin tahakkümünden kurtuldu hem finansman kaynağına ulaştı. Ama sivil payın öne çıkması, özellikle Eyyûbîlerin yıkılmasından sonra, dinî ilimlerin, sevap yanı düşünülerek desteklenmesine, diğer ilimlerin ise sahipsiz kalmasına yol açtı.

Sonraki devirde Moğol istilası ile İslam aleminin doğusu çöktü, merkezi ise yine Moğol istilası ile ilgili olarak Memlûklerin idaresine geçti. İslam aleminin neredeyse tamamı “güvenlikçi” idarecilere kaldı, ilim ya bir sevap etkinliği ya da günlük dinî ihtiyacı karşılayacak bir etkinlik düzeyinde kaldı.

Osmanlı, ilk yüzyıllarda bunu aştıysa da Miladi 16, Hicri 11. Yüzyılda ve İslam’ın üçüncü beş yüzyıla girmesi gibi kritik bir zamanda ilmi etkinlikte Moğol sonrası “güvenlikçi” sürece tabi oldu. Üretken alimler, Hicaz’a geçti ki aslında o günün gerçeğinde bu hem gönüllü bir sürgün hem devletin içinde bulunduğu duruma bakarak ilmi sivil etkinlik olarak sürdürmeye yöneliş amacıyla doğrudan ilişkilidir.

Osmanlı merkezinde ilmi destekleyecek Müslüman dewlemendler azalırken idarenin devşirmelerin eline geçmesi, bir tür Memlûk idaresini getirmiştir. Güvenlik odaklı ve değişim konusunda ürkek, değişimi bozulma olarak gören ya da değişim yapınca itham edilmekten korkan ve itham de edilen bir kesim bu. Emevî çağında İslam’a yeni girenlerin o gün her ne niyetle olursa olsun, idareye kabulünün geciktirilmesinin ne kadar isabetli olduğu da hem Memlûk hem Osmanlı idaresinde fazlasıyla anlaşılmıştır.
Osmanlı; zanaatı Rum ve Ermenilere, ticareti onların yanında Yahudilere bırakırken, kendisine teknik eleman lazım olduğunda artık Batı’dan kendisine sığınanları değerlendirmiş, henüz 17. Yüzyılda teknik insanı olmakla yabancı olmak neredeyse aynı anlama gelmiş ki bu aslında Müslümanların tekniğe yabancılaşmasıdır.
Neticede İslam alemi, ilimde statik bir sürece geçmiş hatta geriye doğru bir hareketlilik yaşamış ve o günden sonra Müslümanları, İslam’ın insanlığa bahşettiği insanî değerler ayakta tutmuştur.

İLMİN YER DEĞİŞTİRMESİ

Yenilginin sorgulatma gibi neredeyse evrensel bir yanı vardır. Batı, Haçlı Seferlerindeki yenilgileriyle kendisini sorguladı ve ağırlıklı olarak Endülüs’le Sicilya’dan öğrendiği ilmi verilerle, Selâhaddin ve tabilerinden öğrendiği devlet nizamını sosyal ve siyasal neticeler getirecek şekilde kendisi için değerlendirmeye başladı.

Batı’da kiliseyi aşan ilmî kıpırdayış; farklı yansımalarla Endülüs’ten göç eden Yahudilerin yerleştiği İngiltere ve Müslümanlarla yakın temas hâlindeki İtalyan şehirlerinde görüldü. Kilisenin sıkı denetimine rağmen edebî eserlerde mevcudun sorgulanmasına geçildi. Örtük bir şekilde Müslümanların ilmî konumu ve Dante’nin İlâhi Komedyası’nda görüldüğü üzere Selâhaddin takdir edildi.

Normalde bunun bir Müslümanlaşma hareketine dönüşmesi beklenirdi.  Öyle olmadı. Nedeni 1321’de ölen Dante’nin İlâhi Komedyası’nda saklı gibidir. Dante, Selâhaddin’i takdir edip Müslümanlara onun şahsiyetinde yönelirken İslam’a karşı şiddetli bir nefret ortaya koyar. Bunun anlamı şudur: Batı’daki hareketlilik Müslümanlardan, İslam’a karşı istifade edecektir.

Yine bunun bizde Batılılaşma misali, Müslümanların siyasal olarak Batı üzerinde etkilerinin artmasına vesile olması beklenirdi. Bunun önündeki bir engel, Müslümanların birikiminin İngiltere misalinde Müslümanlardan bağımsız olarak Yahudiler tarafından Batı’ya taşınmasıdır. Diğer engel ise şudur: İlmin, bir yayılma alanı kazandırması, yayılması takip ve kontrolünü gerektirir. Bunu başaran yegâne şahsiyet II. Friedrich ile temas kuran Büyük Eyyûbî Hükümdarı Muhammed Kâmil el-Eyyûb’dur.

Muhammed Kâmil, Roma İmparatoru unvanın sahip ve Sicilya’da yetişirken Müslüman alimlerden ders almış Friedrich’i papalığa karşı destekleyerek İslam’dan etkilemeyi İslam düşmanlarını bölme yönünde değerlendirebildi. Müslümanlar, bugün dahi adeta o büyük hükümdarı anlamamanın cezasını çekiyorlar. Memlûkler bunu yapacak derinlikten uzaktılar. Osmanlılar ise Kanuni’ye kadar Protestanlığı desteklerken ondan sonra kontrolü tamamen kaçırdılar.

Neticede Batı’daki etkileniş önce Reform olarak içeride ve çekingen bir netice doğurdu, sonra “Rönesans/Aydınlanma” denen hareketliliği getirdi. Bu süreçte felsefe ve edebiyat, Batı’da ilmin merkezine oturdu, mimari ve resim gibi görsel sanatlar da ilerleme kat etti. Felsefe üretti, edebiyat ve diğer sanatlar topluma sundu. Felsefe, beyin oldu, edebiyat ve diğer sanatlar dil.

Endülüs’ün çöküşü Batı şehirlerinde Yahudi sayısını artırırken Haçlı Seferleri ekonomisi Burjuva denen sınıfı üretti. Burjuvanın bir kısmı savaşlarda zenginleşmiş korsanlardan oluşurken, diğer kısmı Hıristiyan dünyada kabul görmek için Hıristiyanlığa geçmiş görünümü veren Yahudilerden oluşuyordu. Bu kesim, kiliseye karşı seküler bilim çalışmalarını destekleyip palazlandırdı.  

Batı uyanışı, henüz reform aşamasında Katolik cemaatinden kopmayı sağlama hedefiyle milliyetçiliği öne çıkarıyordu. Milliyetçilik, tabii olarak farkı ortaya koymayı gerektirir. Bu da derinlemesine tarih ve genişlemesine folklor incelemeleri demektir. Dolasıyla sosyal bilimlere yönelişi getirmiştir.

SOSYAL BİLİMLER KAVRAMININ ORTAYA ÇIKMASI

Müslümanlar, ilmi herkes için nur olarak biliyorlar. Batı ise ilmi, kendisi için nur, düşmanı için nar olarak bildi. Yine Batı’da bilimsel açılım, yönetimlerin çekişmesinde ve bilimle uğraşanların rekabetinde yol aldı. Bu da fen bilimlerine ve tekniğe yönelişi hızlandırdı. Özellikle Darwin teorisiyle birlikte tabiat bilimleri sosyal bilimlerin alanına da girdi ve sosyal bilimlere tahakküm etmeye başladı. Süreç içinde din, neredeyse tamamen dışarıda kaldı ve bu, bir karmaşıklığa yol açtı.

Öte yandan Fransız İhtilali’nin burjuva dışındaki toplum kesimlerinde yol açtığı hayal kırıklığı ve sanayi devrimi, siyaset ve ekonomi ile ilgili toplumsal çalkantılara yol açtı.

Batı’nın bilimsel açılımı, bir yanıyla kendisine diğer yanıyla dünyanın diğer bölgelerine bakar. Batı, 19. yüzyılda bir yandan aydınlanmanın getirdiği düşünsel hareketlilik ve sanayi devriminin getirdiği iktisadi bunalımla baş etme, diğer yandan dünyanın diğer kıtalarının ama özellikle İslam dünyasının kendisine yetişmesini engelleme mücadelesini verdi. 

Batı, düşünsel hareketliliğin önüne geçmek için, felsefeye sırt çevirmeye başladı. Felsefe Kant üzerinden Batı için sabit bir etik (seküler ahlak) kaynağı olarak kaldı. Onun yerine sosyoloji öne çıktı. Toplum iradesinin siyasete yansıdığı bir süreçte sosyoloji, neredeyse esas sosyal bilim oldu.  

Dinden kalan boşluğun iktisadi alanını sosyalizm, sosyal adalet gibi fikirler doldurdu. Dinden kalan boşluğun ruhsal alanı ise neredeyse tamamen psikolojiye bırakıldı. Edebiyat ise hem aydın bunalımlarını hem toplumsal gerçekliği duyuran “sözcü” olarak konumunu korudu.  

Tarih, Batı’yı ayrıştıran tezlere karşı ortak Avrupa tarihini öne çıkarırken aynı zamanda Batı dışındaki toplumlara yöneldi ve neredeyse bütün dünya toplumlarının tarihi Batı’da yazılmaya başladı. Dışarıya yönelik bu tarih anlatımının temel işlevi, toplumlara Batı gereksinimleri doğrultusunda bir kimlik kazandırmak ve onları çevrelerinden ayıracak hatta çevreleriyle çatıştıracak bir birikim üretmekti. Onun yanında Müslümanların bölünmesine yönelik Oryantalizm de yol aldı. Yine Batı’nın ürettiği milli tarih Turancılık, Persçilik, Arapçılık gibi büyük toplumların iç buluşmasını getirecekti ki buna karşı neredeyse tamamen Batı dışındaki toplumlarla uğraşan antropoloji işlemeye başladı.

Anlaşılma, sadeleştirmeyi gerektirir. Netice olarak Batı iktidarına kadar dünyadaki bütün iktidar türleri nihayetinde sade iken Batı iktidarı oldukça karmaşık bir dünyaya yol açmıştır. Sosyal bilimler, bu karmaşıklığı sadeleştirecek ve anlaşılır kılacak alan olarak belirdi.

Sosyal bilimler; tarih, sosyoloji, iktisadi ve siyasal bilimler toplamı için kullanıldı. Bu bilimlerin bütün olarak işlevi Batı’da değişimin anarşizme dönüşmeden devamını sağlamak, değişimi kontrol altına almak ve disipline etmektir. 19 ve 20. Yüzyıllar, daha çok sosyoloji çağıdır. Sosyoloji, hem toplumu anlayacak hem “istenen” toplumu üretme işi görecektir. Tarih, sosyolojinin penceresinden okunacak. Edebiyat ve sanat da sosyolojik tasarıma konu olan toplumun üretilmesinde ve sürdürülmesi yönünde çalışacaktır.

 O süreçte felsefe, bir tür eski Batı’nın teoloji ilmi gibi kalırken psikoloji belki de tasarlanmış bir şekilde tıp alanında sayılacaktır.

Max Weber, dünya tarihini mitoloji çağı, din çağı ve akıl çağı diye ayrıştırmıştı. Akıl çağı denen Batı tarihi ise modern ve postmodern diye artık ayrıştırılıyor. Başka bir açıdan ise felsefe çağı, sosyoloji çağı ve psikoloji çağı diye ayrılabiliyor.  

Buraya kadar anlattıklarımız moderni anlatıyordu oysa postmodernlik, Batı iktidarını sürdürme esası dışında her şeyi alt üst etti ve sosyal bilimlere yeniden bakmayı gerektirdi. Sosyal bilimler çok mu önemli. Şu örnek galiba meseleyi açıklıyor: 1980’li yılların başında Portekiz kendisi için “21. Yüzyıla girilirken Nasıl bir Portekiz?” sorusunu soruyor. Soruya cevap “Nasıl bir sosyal bilim?” sorusunu getiriyor.

Bu uzun mukaddimenin ardından haftaya devam edeceğiz inşaallah.