İslam, medeniyettir; renk ve ırkı ne olursa olsun kişilerin yükselişinde ehliyeti esas alır. Ehliyetin ise bir yanı takva ve ilim, diğer yanı kabiliyettir.

Hz. Bilal’in Mekke’nin fethinde Kâbe’nin damına çıkıp ezan okuduğu gün, ezilen toplumların tarihi (veya avama özgü bir ifadeyle talihi) değişti.

Hz. Peygamberin son komutanı azatlı bir kölenin oğlu Usame b. Zeyd’dir; Hz. Peygamber’in ilk halifesi Hz. Ebû Bekir’in de ilk komutanı Usame’dir.

Siyahi bir azatlı köle olan Hz. Bilal, Hz. Ömer gibi muzaffer bir devlet başkanının önünde ayağa kalktığı bir manevi konuma yükseldi.  

Yine azatlı bir köle olan Selman-ı Farisî henüz ilk İslam fetihleri sırasında Medain Valiliği gibi önemli valilikler üstlendi.

İslam, kişiler gibi toplumların da yolunu açtı. Aleyhteki pek çok iddiaya rağmen Emevîlerin dahi, üstelik yükselişlerinin doruğunda iken, komuta heyetinde Berberi komutanlar vardır ve Tarık b. Ziyad onların en meşhurudur.

Yine Emevî idaresinin henüz ilk günlerinden itibaren divanda Hıristiyan Rum memurlar çalışmışlardır. Diğer unsurlar da sarayda görev alabilmişlerdir.

Kişiler gibi toplumlar da İslam’ı seçtiklerinde kısa sürede yükselmişlerdir. Nitekim Emevî Devri’nde bu yönde haksızlığa uğradığına dair görüşler bulunan, çoğunluğu Farslardan oluşan Mevalî, İslam içinde yükselerek dünyanın en görkemli devleti Emevî Devleti’ni yıkabilecek güce ulaşmıştır.

SİYASAL YÜKSELİŞ VE KÜRT AKLI

İslam, insanlığa fayda verir ve insanlığın birikiminden istifade eder. Bu yanıyla İslam’la insanlık arasında karşılıklı bir istifade söz konusudur. “Ey iman edenler! Siz Allah’a (onun davasına) yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed, 7)

Kürtler, insanlığın İslam içinde yükselişini gördüler; kendilerini İslam’a adadılar ve adayıştan üç yanlı olarak istifade ettiler. Kürtler, İslam içinde, siyasette, askeri sahada ve ilimde tarihlerinde hiç olmadığı kadar yükseldiler.

Abbâsî Devri’nde Tevaif Beylikleri oluşurken Kürtler de ilk beyliklerini kurdular. Sanırım onların ilki Tikrit’in doğusunda kurulan beyliktir.

Sonra coğrafyalarının uç noktasında bugünkü Karabağ başta olmak üzere Kafkasya’da Müslümanların saygıyla sözünü ettikleri Kürt beylikleri kuruldu.

Kürt beyleri, akidelerinin sağlam, amellerinin salih, ilim ehli ile ilişkilerinin dengeli ve cömertçe, İslam düşmanlarına karşı cihatta istekli ve başarılı olmaları ile kabul gördüler. Pek çoğunun cömertliği, ilim ve cihada rağbetlerinin namı Hicaz’a kadar ulaştı.

Kürtler, o beyliklerde şunu gördüler, kendileri Müslümanların geçiş coğrafyasındalar, Fars ve Araplar, daha sonra ise Fars-Türk ve Araplar arasında bir yerdeler. Bu konumları ile Müslümanların birliği ne kadar rayında olursa kendileri o kadar selamette olurlar ve kendileri ilim ve cihadla ne kadar ilgili olurlarsa o ölçüde yücelirler.  

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “İzzet, Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerindir!” (Münafikûn, 8)

Kürtler, bu ayetteki hakikati kavradılar. İzzeti İslam’da aradılar ve İslam, onlara izzet verdi.

Bu bağlamda Kürt Tevaif Beyliklerinin en büyüğü hiç kuşkusuz Mervanî Devleti’dir. 983-1085 yılları arasında Meyyâfârikīn (Silvan) merkez olmak üzere Diyarbakır ve çevresinde hüküm süren Mervani Devleti, Abbasî merkez idaresinin Büveyhîlerin eline geçtiği ve Abbâsîlerin Müslümanların izzetini korumakta yetersiz kaldıkları bir dönemde kuruldu.

Büveyhiler, bir iç muhalefet unsuru olarak cihadda isteksizdiler. Onların isteksizliği İslam’ı ve Bizans’ın komşuları olarak Müslüman Kürtleri, Bizans tehdidiyle yüz yüze bıraktı.

İşte öyle bir ortamda Bâz (Bâd) olarak bilinen Ebû Şücâ Abdullah Hüseyin, durumdan vazife çıkararak Büveyhilere aldırış etmeden Kürtleri etrafında topladı ve Bizans’a karşı cihada başladı. Cihadında kısa sürede muzaffer oldu, Erciş ve çevresini Bizanslılardan arındırdı.

Bâz’ın bu harekâtı, Müslüman Kürtlerin tarihinde bir ilk değildir. Müslüman Kürtler ne zaman Müslüman devletlerin İslam’ı savunmakta yetersiz kaldığını görmüşlerse kendi başlarına harekete geçip İslam için mücadele etmeye başlamışlardır. Diğer Müslüman toplumların tutumlarında genellikle devletlerin tutumlarıyla paralellik söz konusu iken Müslüman Kürtlerde İslam’a hizmetten kopuş durumunda devletlerle paralellik söz konusu değildir. Hatta onlar, devletlerin tam da koptukları süreçlerde harekete geçip İslam’a yönelen tehdidi savmaya çalışmışlar ve bu yönleriyle Müslümanlar arasında, kimi dünya ehline göre akıldan uzak bulunurken çoğunluk tarafından sevilmişlerdir.

Bâz ve Mervanîler, Büveyhîlerin İslam’ın ana akımının dışında bulunmalarına bakarak Bağdat’taki hakimiyetlerini tanımadılar, ona karşı o günün dünyasında İslam alemini birleştiren güç olarak Abbâsîlerle bağlarını sürdürdüler, onları Büveyhilerin tahakkümünden kurtarmak istediler ama başaramadılar.  

Aynı şekilde Mervanîler, Kuzey Afrika’dan Şam ve Bağdat’a doğru sınırlarını genişleten Fâtımî idaresiyle çatışmamışlarsa da onunla iş birliğine de gitmemişlerdir.

Ne var ki Mervâniler, meşhur hükümdarları Nasrüddevle Ahmed Devri’yle birlikte farklı bir mecraya kaydılar. 1011 ile 1061 yılları arasında, Miladi hesapla bile tam elli yıl devam eden bu devir, Kürt aklı ve sosyolojisi açısından kayda değer bir araştırma alanı olmalıdır.

Kürt, misafirine çoğu zaman hane halkından dahi daha çok değer verir, en güzel yemeklerini misafiri için hazırlar, evdeki en güzel yataklar da raflarda daima misafir için bekler. İslam ahlakına uygun ve bireysel bir meziyet olan bu hâller farklı bir noktaya taşındığında denebilir ki Kürt beyleri için en büyük sorunu teşkil etmiş, onları zamanla, güç kaynağı asabiyetlerinden uzaklaştırmış, başkalarını da onlara yâr etmeyince rüzgarlarının dağılmasına yol açmıştır.

Nasrüddevle, dışarıdan gelen ulema tarafından kısa sürede kuşatıldı. O devrin ulemasının bir bölümü aynı zamanda divan memuru idi, yani bürokrattı. İşte o bürokrat ulema, Nasrüddevle’yi bir Kürt beyi olmaktan uzaklaştırıp devrin klasik bir hükümdarına büründürdü. Artık onun da devrin hükümdarları gibi bir sarayı ve sayısı belirsiz cariyesi vardı. Nasrüddevle, dışarıdan gelen ulemaya değer verdikçe o bürokrat ulema onu değiştirdi, cihaddan uzaklaştırdı, onu da bir Büyevhi ve Fatımî hükümdarı hatta Abbâsî Halifesi gibi medreseler inşa eden, kütüphaneler kuran ama cihada uzak duran bir hükümdar ediverdi.  

Nasrüddevle, Bizanslılar gibi Fâtımîlerle de ilişkisini düzeltti, onlar tarafından tanındı, Büyevhi tahakkümündeki Abbâsî Halifesi tarafından ise özellikle iltifat gördü ve aslında andığımız lakabını da ondan aldı. Bu hâl içinde elli yıl boyunca sarayında vaktini bir hükümdar gibi geçirdi, ulemaya iltifat etti, halkı da ekonomik olarak razı edip tabiri caizse “hayatına baktı”.

Kürtler, beylerinden yakınıp hatta huzurlarında onlara hakaret etmeye yeltenirlerse, daha da ötesi bu hakaretler fiili isyan boyutuna bile ulaşsa idarecilerinin ihtilalle devrilmesinden hele hele katledilmesinden hiç hoşnut olmazlar ve buna kalkışmazlar. Onların eleştirileri kültürel mahiyettedir; çoğu zaman etkisiz bir sitemden ötesi değildir.

Kürtler, bu yanlarıyla, idarecilerine karşı sıklıkla silahlı isyanlar düzenleyen Bedevîlerden farklılaştıkları gibi, yöneticilerini ihtilallerle devirmeye kalkışan uygar toplumlardan da ayrışırlar. Tarihte herhalde çok az Kürt beyi, bir Kürt isyanıyla yerinden edilip öldürülmüştür. Belki büyükler arasında hiç örneği yoktur.

Bu özgünlük, Kürtleri bir yandan istikrar içinde tutar, diğer yandan onların ilerleyişinin önünde engel teşkil eder. Çünkü idarelerinin kültürel yapı içinde çürümesine, nihayetinde ancak dış güçler tarafından alt edilip tarihten silinmesine yol açar. Hakikatte dış müdahale olmadan Kürt, idarecisini değiştirmez.

Aynı şekilde Kürt, bölünmeye fobik ölçüde karşıdır. Modern günlere kadar, tarihte neredeyse hiçbir Kürt yapısı, kendi içinde birbirinden tamamen bağımsız hareket edecek eşdeğer iki yapıya bölünüp de ikisi birlikte yaşamamıştır. Buna karşı bölmeye kalkışan ile bölen arasındaki mücadele ya bölmeye çalışanlardan birinin tamamen tasfiyesi ya da ikisinin birlikte bir dış güç tarafından tasfiyesi ile sonuçlanmıştır.

Mervanî Devleti, dışarıdan ağırlanan ve en üst düzeyde konum verilip vezir edinilen ulemadan Fahrüddevle İbn Cehîr’in maharetiyle yıkıldı. Nasrüddevle’nin 453’te (1061) vefatı üzerine yerine oğlu Nizâmeddin Nasr geçti. Ancak Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in desteğini alan kardeşi Said onun emirliğine karşı çıktı. İbn Cehîr, önce onları barıştırma yoluna gitti, sonra Selçuklu tarafına geçti. Doğudan batıya doğru yayılan Büyük Selçuklu Devleti, İbn Cehîr’in kılavuzluğuyla Mervanî Devleti’ni tarihten sildi.

Hakikatte Mervanî Devleti, bulunduğu coğrafyanın aksiyon gerektiren gerçekliğinden koptuğu gibi, kendi asabiyesinden de kopmuş, dolayısıyla yayılmacı büyük bir devlete karşı koyabilecek kabiliyetten uzaklaşmıştı.

Mervanî Devleti’nin yıkılmasından yaklaşık seksen yıl sonra vücut bulan Eyyûbî Devleti günlerinde artık devasa bir kitle hâlinde Kürt, Türk veya Arap yerli ulema vardı. O ulema devletin oluşmasında büyük pay sahibiydi. Ne var ki devlet askeri unsurlar tarafından kurulduğu hâlde ulema gün geçtikçe etkinliğini artırdı. Melikü’l-Adil’in torunu Melikü’s-Salih Necmeddin Eyyûb, bunu düzeltmeye çalışıp askeri unsuru yeniden güçlendirmek istediğinde ulemanın tepkisiyle karşılaştı.

Melikü’s-Sâlih henüz dengeleri bulmadan vefat etti, yerine geçen oğlu, büyük alim ve bilge Muazzam Turan Şah, dengeleri yeniden kurmaya çalıştı. Haçlı Kralı Aziz Louis’e karşı kazandığı büyük zaferin verdiği özgüvenle biraz acele ederek ulemadan yana bir tutum takındı. Ama bu kez konumları tehlikeye düşen babasının Memlûkleri tarafından katledildi ve devletin bir süre sonra tamamen el değiştirip Memlûklerin eline geçmesine yol açtı.

Eyyûbî iktidarının bu şekilde yıkılışının ilk mağdurları yıkılışa yol açan ulemadır, sonra Şam ve Mısır’daki Kürt beyleridir. Memlûklerle Kürtlerin ilişkileri genel olarak sorunlu olmuş, Memlûkler, onları iktidarlarını devirecek bir unsur olarak görürken Kürtler de onları devlete zorla el koyan ihtilalci askerler gözüyle bakmışlardır.

Buna rağmen Memlûkler, bir Kürt isyanıyla karşılaşmamışlar oysa kendi içlerinde sürekli isyanla karşılaşıp birbirlerini kırmışlardır.

Eyyûbî Devleti’nin bu şekilde yıkılması, Kürt aklını nasıl etkilemiş, henüz net bir şey söylemek mümkün değildir. Ama ulemanın rol aldığı bu durum, Kürt sosyolojisinin tarih boyunca ulamanın siyasete uç boyutta karışmasından rahatsız olmasına yol açmış olmalıdır. Hakikatte Tanizmat’la (1839) başlayan modern döneme kadar hiçbir Kürt alim veya şeyhi, Kürtlere bey olmamış, Kürtlerin beyleri alim ve seyyid olsalar dahi ulema sınıfının dışında sayılmışlardır.

Kürtler, Şeyh Halid-i Zülcenaheyn’e kadar tarih boyunca ulema ve meşayihin siyasal önderlik iddiasına olumlu yaklaşmamışlar; bunu dünyaya meyletme olarak değerlendirmişler ve sosyolojiye zannedilenden daha çok bağımlı Kürt ulema da zorunlu hâller dışında o yönde kayda değer bir girişimde bulunmamıştır.

Sözünü ettiğim bu sosyolojik tutumun ve dolayısıyla aklın ortaya çıkmasında Şam Eyyûbî hükümdarı Melikü’l-Muazzam’ın da payı olmalıdır. Bütün Eyyûbî hükümdarları alimdi ama Muazzam, bu hususta dengeyi aşmış, alimlik yönüne daha çok yüklenmiş ve tutarsız siyasi tavırlarıyla Eyyûbî Devletinin ve dolayısıyla Müslümanların zorluklarla karşılaşmasına neden olmuştur. Erbil’de eniştesi Gökbörü’den epey etkilenen Muazzam, aynı zamanda dışarıdan gelen ulemanın da yoğun etkisi altındadır.  

Kürt toplumu, yine Selâhaddin-i Eyyûbî’nin oğlu Melikü’l-Efdal’ın dengeyi kaçıracak şekilde alimlik ve dervişlik yanını öne çıkarmasını onun idarede başarısız olmasının nedenleri arasında görmüş olmalıdır. Bu konuda devrin Kürt müverrihlerinin imayı aşan tespitleri de vardır.

Osmanlı günlerine geldiğimizde Kürtler tamamen mirler, yani beyler tarafından yönetilmektedir. Ancak etraflarında büyük ulema da vardır. Ulemanın mühim bir kısmı aynı zamanda Müslüman toplumu gittikçe saran tasavvufun etkisi altındadır, yani şeyh konumundadır. Bu yapı Moğol istilası sonrası klasik Kürt yönetimidir ve onun tutumları da klasik Kürt yönetim aklıdır.

Mirler ve ulema yönetimi, mezhepsel olarak sorunlu buldukları Safevîlerin batıya doğru açılmasından huzursuzluk duydu, Safevîlere karşı Osmanlının yanında durdu. Yavuz Sultan Selim’le o günün koşullarında en üst kazanımları elde edeceği bir anlaşma yaptı (1514/Amasya) ve Osmanlı Devleti’nde üç yüzyılı aşan bir istikrar yakaladı. Bu süreçte Kürt de güçlendi, Osmanlıya da güç verdi.  

Bugün, neredeyse bir şehir yönetimine karşı uluslararası sistemin bütün emirlerine boyun eğen, bütün ahlaksızlıklarını onaylayan Sol yapıların Osmanlı ve Kürt mirlikleri buluşmasını kınamaları ancak ideolojik sapmayla açıklanabilir.

Kürt beyleri, bu anlaşma ile dünyanın süper gücü Osmanlı padişahının yanı başında onurla bulunurken bu Sol yapılar, uluslararası sistemin elçilerinin ayaklarına kapanmakta ve kayda değer bir kazanım da elde edememektedirler.

Tarihi Marksistçe ve derin mahzenlerin yönlendirmesiyle okuyan bu yapıların Kürt aklını anlamaları mümkün değildir. Bunun için o aklı, saptırma yoluna gidiyorlar. Bu sapmanın yol açtığı tahribat, bu yazının inşaallah sonlarına doğru işlenecektir.

Devam edecek inşaallah…