İslam’dan başka medeniyet de adalet de yoktur. Medeniyet ancak İslam’la mümkün olduğu gibi adalet de ancak İslam’la mümkündür.

Uygarlık yolunda ilerleme, bir başına medeniyet olmadığı gibi; İslam dışı nizamlarda herhangi bir yöneticinin adil olma çabası, İslamsız bir adil düzenin kurulabileceği anlamına gelmez. İslamsız bir adalet mümkün değildir.

İslam, müspeti takdir eder; iyilik yönündeki çabaları yok saymaz.

İslamiyet’ten önceki yüzyılda Mecusî Sâsânî hükümdarı Enûşirvân, ahlaksızlığın en ucundaki Mazdeizme karşı durmuş, ülke yönetimi konusunda da önceki ve sonraki hükümdarlara göre daha adil olmuştur.

Onun bu ıslahatları İslâmî devirde “adalet” bağlamında takdir edilmiştir. Ama bu, hiçbir zaman İslam’ın hedeflediği adaletin onun devrinde hâkim kılındığı şeklinde anlaşılmamıştır.

 Enûşirvân misali sonradan abartılmış ve oldukça kötü bir niyetle, İslam ile adalet arasındaki ilişkiyi koparma amaçla servis edilmiştir.

Özellikle bazı yapılar, onu ile çağlarının şikâyet edilen bazı Müslüman hükümdarlarını kasıtla karşılaştırarak devletin adil olması ile İslâmî olması arasında bir ilişkinin bulunmadığına dair bir görüş oluşturmaya çalışmışlardır.  

İslam, gücünü sadece inancından değil, aynı zamanda Şeriatının adil olmasından alır. İslam Şeriatının adil oluşu neredeyse evrensel bir kabuldür. Özellikle toplumun avam kesimi, inançtan daha çok, Şeriattan etkilenerek İslam’a samimiyetle bağlanmış ve İslam’ı uğruna can verilecek din görmüştür.  

Bunun için geçmişte kimi coğrafyalarda Müslüman toplumu İslam’dan soğutmak isteyenler, İslam Şeriatı dışında da adaletin var olabileceğine dair zoraki misallere sarılmışlar ve o misalleri suiistimal etmişlerdir.

Buna rağmen hedeflerine pek de ulaştıkları söylenemez.

Gelelim, modern dünyada adalet arayışlarına… Çarlık Rusya’sının zulmüne karşı, beşerî adalet arayan Rusya halkı kendisini Stalin’in zindanlarında buldu.

Asya’nın doğu yakası Çin’de zannederim hiçbir Çin kralı Mao kadar zalim olmamış, onun kadar haksız yere kan akıtmamıştır.

Avrupa’da ise Yahudilerin sistemde nüfuslarıyla orantılı olmayan bir nüfuza sahip olmalarına karşı çıkan ve onlara karşı adalet arayan Almanlar, kendilerini Hitler ile baş başa buldular.

Bu denemelerin ardından Avrupa, II. Dünya Savaşı yıkımından sonra, “adalet”i, “insan hakları” iddiasıyla adeta din edindi. Adalet arayışının arka planına hümanizmayı, ön planına saygı duyulacak etkili bir kurumsallaşmayı yerleştirdi.

Batı, arka plandaki hümanizma ve ön cephede kurumsallaşma üzerinden insan haklarını kaim etmeyi devletin en üst vazifesi olarak tanımlamaya başladı.

Sanırım, Avrupa’nın bu çabası, insanlık tarihinin “beşerî nizamlar içinde”, II. Savaşı acılarıyla da ilişkili olarak en samimi, en organize, en titiz ve en başarılı adalet arayışı ve adaleti tesis çabasıdır.

Ama Avrupa kendisini bu İslamsız çabada nihayetinde insanlığın varlığını tehdit etmek gibi bir ölçüsüzlüğü, dolayısıyla zulmü barındıran eşcinsel sapkınlığı hamisi buldu.

Bir yüce kılavuza tabi olmadan insan, iyiyi ararsa dahi nereye gider? Avrupa’nın II. Dünya Savaşı’nın ardından içine düştüğü hâl, buna güçlü bir misaldir.

Sadece Avrupa değil, bugün Kanada ve ABD de aynı sorunu yaşıyor. Dolayısıyla bütün Anglo-Sakson dünya, İslamsız bir adalet arayışının hayal kırıklığını, yıkımını ve sefaletini görüyor.

Anglo-Sakson dünya; Hıristiyanlık-kapitalizm-liberalizm-sosyal demokrasi-komünizm-sosyalizm denemelerinden ders alıp İslam’a yöneleceğine devletin dininin adalet olduğu kadim seküler iddiasına yöneldi ve iflas etti.

Mazdekçilikten kaçan Enurşivan’dan günümüze, İlâhî kılavuzluk olmadan adalet arayanların geldiği nokta, Anglo-Sakson Batı’nın adil olmak adına eşcinselliği himaye çukurudur.