Türkiye, Osmanlı yüzyıllarının ardından, ikinci bir yüzyıla girerken yeni bir siyasi sürece de geçiş yapmaktadır. 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı İkinci Tur Seçiminden zaferle çıkan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki bu sürecin İslam dünyasının genelinde yaşanmakta olan “siyasetin Müslümanlaşması” mahiyetinde yol aldığı muhakkaktır.

Türkiye, Bosna’nın merhum önderi Aliya İzzetbegoviç’in, oluşumuna büyük katkı sağladığı bu İslam dünyası dönüşümüne henüz 21. yüzyılın başında hazırlandı ve o yönde yol almaktadır.

İslam dünyası, 19. yüzyıldan kalma katı ve acımasız laiklik anlayışına alışamadı; 20. yüzyılı o anlayışa karşı mücadele ile geçirdi. O yüzyılın sonlarında ise adeta bir ortak akılla kendisini o anlayıştan kurtarma arayışına verdi.

Batı güdümündeki çevrelerin iddialarının aksine “Siyasal İslam”ın iktidarı değil ama “siyasetin Müslümanlaşması”, işte o arayışın neticesidir. Batılıların ayrıştırma ve ötekileştirme maksadıyla “Siyasal İslam” dedikleri İttihad-ı İslam fikriyatı, bu sürecin elbette en önünde yer aldı ama tek başına hareket etmedi, mümkün oldukça açılarak kapsayıcı bir siyasete yöneldi. Bu bir açılım, başka ifadeyle buluşma siyasetidir.

Bu siyaset; Endonezya, Malezya, Cezayir hatta Fas gibi ülkelerde başarıyla yol almaktadır. Mısır, Pakistan, Bangladeş, Tunus gibi ülkelerde ise henüz bunalımını aşamadı.

Türkiye’nin 14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimlerine, bu siyaset damgasını vurdu. Türkiye, seçim süreci boyunca aslında dolaylı olarak bu siyaseti sürdürüp sürdürmeyeceğini tartıştı. Bu bağlamda AK Parti listelerinden Meclis’te yer almayı başaran HÜDA PAR da siyasi tartışmaların odağına oturdu. Millet İttifakı’nın ana yapısını oluşturan iki parti ve uç Sol birleşenleri HÜDA PAR’ın Meclis’e yönelişine karşı durdu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli önderliğindeki Cumhur İttifakı ise HÜDA PAR’ın Meclis’te yer bulmasını destekledi.

HÜDA PAR, seçimde aktif bir rol oynadı, partinin dört adayı da seçilerek milletvekili oldu. Böylece aksi bir durum olmazsa partinin yeni Türkiye siyasetinde yer sahibi olacağı da kesinleşti.

BURAYA NASIL GELİNDİ?

HÜDA PAR’ın geldiği nokta, laik ve uç Sol çevrelerce anormal bir durum olarak karşılandı. Oysa HÜDA PAR’ın temsil ettiği dünya görüşünün bugüne kadar siyasetten dışlanması anormal bir durumdu. Dolayısıyla partinin bugün geldiği nokta, siyasetin normalleşmesi bağlamında değerlendirilmelidir.

Anadolu’nun I. Dünya Savaşı’nın ardından istiladan kurtuluşu; bütün unsurların katılımıyla, omuz omuza verilen bir mücadeleyle gerçekleşti. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da istilacılara karşı mücadele, halkın imkânları ile başarıya ulaştı.

Cumhuriyet kurulduktan sonra ise muhtemelen Batı’nın sadece teşvikiyle değil, aynı zamanda baskısıyla kurtuluş ruhuna karşı bir siyasi konsept hâkim oldu. Tekbirlerle yürütülen Kurtuluş Savaşı’nın ardından tekbirin idam nedeni sayılabildiği katı laik bir “kuruluş siyaseti” devreye girdi.

O siyasetin esası; devletin İslam’ın bütün kazanımlarından uzaklaştırılmasına, böylece bir büyükelçinin de gayri ihtiyari ifadesiyle, Batı’ya karşı mutlak itaat hâlinde bir yönetimin kurulmasına dayanır.

Lozan sonrası yönetimin genellikle içeride din ve Kürt karşıtı olduğu anlatılır. Bu, kusurlu bir anlatımdır. Lozan sonrası yönetim, devleti İslam’dan uzaklaştırdı. Kürtlerin mağduriyeti, bu uzaklaştırmanın tabii bir neticesi olarak ortaya çıktı. Zira yeni yönetimin yöneldiği Fransız tipi laikliğin atası milliyetçilikti. Yönetim o zihniyetle Ümmetin yerine ulusu yerleştirdi ve eşitlikçi Şeriat hukukunun yerine yapısında her zaman sınıfsal fark ve çatışmanın bulunduğu Batı hukukunu yürürlüğe koydu. Böylece Ümmetin unsurları arasında ırk farkı gözeten, dolayısıyla Kürtleri mağdur eden bir sistem oluştu.

Esasında yeni yönetim, Kürtleri dışlamadan laik olamazdı, laik olabilmek için Kürtlerin sistem dışında kalması elzemdi! Çünkü 19. yüzyılda Osmanlının İstanbul merkezli medreseleri ve tasavvuf dergahları tahrip olurken Şeyh Halid-i Zülcenaheyn’nin (el-Kürdi el-Bağdadî) öncülüğünde Kürt (Şark) medreseleri yeni bir gelişim sürecine girdi. Kürtler arasında İslâmî yaşam ve ilmi tedrisat ihya oldu. Neticede söz konusu yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlı hükümeti dahi alim ihtiyacını kısmen o medreselerden karşılamaya yöneldi. Ebû Bekir Efendi, Şeyh Esad Erdebilî, Şeyh Mustafa el-Kürdî bunun açık misalleridir.

Katı laik sürece karşı itiraz da Şeyh Halid’in Nakşibendi şeyh ve müritlerinden geldi. Laikliği yerleştirmede kararlılık gösteren yönetim, onları aşmayı yeni rejimin varlık bulmasının ve idamesinin temel koşulu gördü. Türk, Kürt farkı gözetmeden bütün etnik kökenleriyle onları düşmanlaştırdı. Bu düşmanlaştırma, Fransız tipi laikliğin atası milliyetçiliği de aşarak ırkçılık boyutuna varıp tabii olarak Kürt unsurun dışlanmasını beraberinde getirdi.

Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950’de iktidara gelişine kadar bu siyaset laikleştikçe daha da ırkçılaşarak tavizsiz uygulandı. Adnan Menderes, on yıllık iktidarı boyunca ondan uzaklaşmanın yolunu aradı, Kürtçenin önündeki bazı engelleri kaldırırken şeyh ve ağalar üzerinden Kürt unsurunu üzerinden siyasi zemine yeniden çekebildi. Ancak 27 Mayıs 1960 İhtilali, onun çabalarını önce sonlandırdı, sonra farklı bir yöne saptırdı. 

Sistemin kuruluş felsefesine sıkıca bağlı ultra laik İhtilalciler, Kürtleri siyasi zemin içinde kerhen de olsa artık kabul ederken onların laikleşmesini bir ön koşul olarak gördü. Cunta ve sonrası yönetim, Solu, Kürtleri sistemin en üst potası olan modernleşme (çağdaşlaşma)/laikleşme potasında asimile edecek (kimliğinden uzaklaştırıp eritecek) bir olanak olarak değerlendirdi.

Bu çerçevede faaliyet gösteren derin yapı; Kürtlüğü Aleviliğin mücadele tarzına yönlendirerek, Solculuğu Kürtleri hem çatışma alanına çekip kontrol altına alacak hem de özlerinden koparıp tarih dışına itecek bir araç gibi işletti.

Program, 1970’li yıllara gelindiğinde neredeyse her Kürt köyüne bir Solcu derneğin kurulması gibi hiçbir toplumun tarihinde görülmemiş bir Kürtçü Sol dernekçilik getirdi. Sürekli çatışma hâlinde olan bu derneklere karşı Sağ hükümetlerin yüzeysel önlemleri, derin yapıların kafasına vurarak büyütme stratejisi karşısında iş görmedi. Sol dernekçilik, sözde ihtilalcilerin anayasasıyla gelen özgürlüklerin neticesiydi, hakikatte Kürtleri tüketecek bir derin yapılanma projesiydi.

Öte yandan derin yapılar Kürtleri siyaset dışına itmenin laik yapıyı korumada ne kadar etkili olduğunu da süreç içinde gördüler. O yıllarda açılan Milli Selamet Partisi’nin (MSP) oy deposu Türkiye’nin doğusuydu. Milliyetçi eğilimin çatı partisi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) dahi komünizme karşı Kürt tasavvuf dergahlarından besleniyordu. Aradan geçen elli yılda “Kürt dindarlığı” kontrol altına alınamamış ve sistemi etkileyecek güçte kalmıştı. 

1980 sonrasına bu hâl içinde geçildi ve siyaseti darbe ile tekrar zapturapt altına alan derin yapı, Turgut Özal’ın muhalefetine rağmen PKK’yi, Kürtleri başarıya ulaşmayacak bir mücadeleye yöneltirken Sol ideolojisiyle modernleşme (çağdaşlaşma)/laikleşme potasında asimile edecek bir imkân olarak değerlendirdi.

Söz konusu derin yapı aynen 1960 sonrası dernekçiliğinde olduğu gibi kafasına vurarak büyütme yöntemiyle PKK’yi “Kürt siyasal hareketi” düzeyinde etiketledi. 1400 yıldır hesapsız bir şekilde İslam’ın hizmetinde olan Kürtlüğün başına ultra Sol böyle bir yapının geçirilmesi, bin yıl İslam’ın hizmetkârlığını yapan Türklerin laikliğin öncüsü diye etiketlenmeleri kadar dehşet vericidir.

Bir grup milletvekili, 1990’da CHP’nin o günlerdeki versiyonu SHP’den istifa etti, PKK’yi siyasette temsil etmek üzere HEP diye bir parti kurdu. HEP’liler, bir yıl sonraki seçimlere SHP listelerinden girerek Meclis’e girdiler. HEP; kuşkuya mahal vermeyecek şekilde PKK’nin siyasal uzantısıydı ama hem SHP’den ayrılarak doğmuş hem SHP’nin maharetiyle Meclis’e taşınmıştı!

Bundan sonra PKK’nin siyasi zemindeki uzantısı partiler her tıkandıklarında CHP ve türevleri tarafından kurtarıldı. 28 Şubat sürecinde ise PKK’nin şehir yapılanması tükenme noktasında iken kolluk kuvvetleri içindeki derin bir yapıya onu kurtarma vazifesi verildi. O yapı dindarlara yönelik korkunç operasyon ve işkencelere yönelirken PKK’nin siyasal yapısı içinde yer almayı adeta kutsadı.  Sonraki yıllarda HDP baraj sorunu yaşadığında da yine CHP’nin dayanışması ile Meclis’e girebildi.

CHP zihniyetini, projenin içinde bu kadar tutan asıl etken, o zihniyetin kendisini katı laik sürecin kurucu ve koruyucu partisi olarak görmesidir. Konjonktürel etken ise 1994 seçimlerinin onda yol açtığı dehşetti. O seçimde PKK’nin seçimi boykotuyla, Sol zihniyetin kontrol altına aldığı Kürtler seçim dışı kalınca İstanbul ve Ankara’nın yanında Güneydoğu’nun pek çok şehrinde MSP’nin devamı Refah Partisi, yerel seçimleri kazandı.

Bu seçim zaferinden sonra, PKK’nin siyasal uzantılarının da yoğun ihbarları ile İslâmî kesime yönelik belki benzeri dünyada görülmemiş bir işkence sürecine geçildi.

AK Parti Kasım 2002 seçimlerini kazanınca işkence süreci bütün kesimler için son bulduysa da hem Ergenekon hem FETÖ yapısı, Kürt dindarlığının PKK tarafından bastırılması sürecinin devam ettirilmesinde kararlılık gösterdi, hükümetin aksi yönde adımlarını hep etkisizleştirmeye çalıştı.

Ergenekon, 2007-2009 sürecinde bertaraf edilince FETÖ tek başına süreci üstlendi. Nihayetinde “Çözüm Süreci” adı verilen girişimde, dönemin Başbakanı Erdoğan PKK’nin yıpratıcı silahlı çatışmasına son vermek isterken FETÖ, bölgede PKK’nin önünü tamamen açtı. PKK’nin denetimindeki yerel yönetimler, “halk evleri” projesini ücra mahallelere kadar taşıdı, özellikle o güne kadar kendilerini koruyan dindar ailelerin gençleri markaja alınarak PKK’nin dağ kadrosuna teslim edildi.

Halbuki aynı süreçte HÜDA PAR’ın içinde varlık bulduğu toplum zeminine karşı, akıl almaz operasyonlar yapıldı. PKK ve Sol, İstanbul sokaklarını dahi Molotof cehennemine çevirmişken kendisini şiddetten uzak tutan camianın sohbetleri bir yana taziye ziyaretleri dahi “terör” bağlamında ele alınarak onlarca yıl hapis cezalarının konusu yapıldı. Yeryüzünde böyle bir çifte standardı kim görmüş, meçhul!

 Uygulamalar, dışarıdan bakıldığında saçma görünüyordu. Oysa arka planda titizlikle örülmüştü. Devrin Polis Akademisi hocalarının ABD’de doktora yapan bir terörle mücadele komiseri ile birlikte kaleme aldıkları makalelerde ve söz konusu komiserin bizzat doktora tezinde plan deşifre oldu:

Hâlen kaçak durumda iken ABD’de öğretim görevlisi olarak çalışan o komiser, doktora tezinde özetle şöyle diyordu: Kürt dindarlığı hâlâ uluslararası sistem için tehdit olmaktan çıkacak kadar gerilemedi. Onu besleyen “Hizbullah”tır; onu geriletecek olan ise PKK’nin siyasi kanadıdır. Bunun için bölge dindarlığı “Hizbullah faaliyeti” çerçevesine alınarak gerekirse Nazilere karşı uygulanan yöntemlerle bastırılmalı; PKK’nin siyasi kanadının önü ise mümkün olduğu kadar açılmalıdır.

Bu, aynı zamanda PKK’ye verilen bir vaatti ve muhtemelen PKK, bu vaade kanarak “Çözüm Süreci”ni elinin tersiyle itti.

 

HÜDA PAR’IN ÖNE ÇIKMASI

Önce HÜDA PAR’ın içinde doğduğu İslâmî camia, sonra 2012’nin sonunda kurulan HÜDA PAR’ın bizzat kendisi süreç boyunca hem PKK’nin saldırılarına hem FETÖ’nün tutuklamalarına sabretti. Başbakan Erdoğan’ın işini zorlaştıracak adımlardan itinayla kaçındı. Zira onun bu meseledeki iyi niyetine inanıyor; gelişmelerin aksi yönde yol almasını ona karşı olan derin yapıların işi olarak görüyordu.

Başbakan Erdoğan da oyunu gördü, HÜDA PAR’ın kurulmasından hemen sonra parti yönetimini bizzat kendi parti genel merkezinde kabul edip onunla görüştü. Bu görüşme iki tarafın da birbirini yakından tanımasına imkân sağladı. 

Türkiye, yeni bir yüzyılda kendisini geçmişin yükünden kurtarıp geleceğe taşıyacak bir siyasete yönelmek isterken bölgede 2014’te kanlı 6-8 Ekim olayları yaşandı: PKK, resmen çıldırmıştı. Hedefi, bütün yerleşim alanlarında HÜDA PAR’lıların evlerini yakarak onları tedhiş edip bölge dışına sürmek, böylece bölgede uzun süredir Bolşevik bir mantıkla hedeflediği tek parti olma hedefine ulaşmaktı. Başaramadı, peşinden FETÖ, 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulundu. HÜDA PAR, cuntacılara karşı göğsünü siper ederken darbeciler başarısız oldu. Bu başarısızlıkla, Türkiye’nin yeni yüzyıl hazırlığının önündeki en büyük engel aşıldı. HÜDA PAR ise bir yıl sonra gerçekleştirilen referandum ile Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesini ve bu geçişin Cumhurbaşkanı Erdoğan önderliğinde devam etmesini destekledi.

Birbirini takip eden bu gelişmeler boyunca şu hususlar, kesin olarak anlaşıldı:

  1. HÜDA PAR, İslam alemi genelinde görülen siyasetin Müslümanlaşması sürecini, olumlu bulmaktadır.
  2. HÜDA PAR, Türkiye’nin İslam alemi genelinde görülen siyasetin Müslümanlaşması sürecinde yer almasını desteklemektedir.
  3. HÜDA PAR, İslam aleminin kendisine dayatılan İslam dışı ideolojilerden kurtuldukça özgürleşip büyüyeceğine inanmaktadır.
  4. HÜDA PAR, Türkiye’nin İslam karşıtı bariyerlerden kurtuldukça büyüyeceğini ve bölgede etkin bir güç hâline geleceğini görmekte ve buna katkı sağlamak istemektedir.
  5. HÜDA PAR, Kürtlerin sorunları ile ilgili çözümlerin geliştirilmesi için Türkiye’de sistemin İslam karşıtı zihniyetten kurtulmasını zorunlu görmekte; ülke İslam karşıtı derin siyasi dehlizlerden kurtuldukça Kürtleri rahatlatacak atmosferin oluşacağını ümit etmektedir.
  6. HÜDA PAR, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’yi sorunlarından kurtarma konusunda samimiyetine inanmakta ve bu hususta onun yanında yer almayı kıymetli bulmaktadır.

Bu gerçeklik karşısında HÜDA PAR’ın siyasi zeminde varlık bulması hem normal hem Türkiye ve Kürtler açısından büyük bir imkândır.

HDP’ye gelince söz konusu parti, PKK’nin siyasal ideolojisi doğrultusunda, Türkiye’nin yeni yüzyıl siyasetine dışarıda Batılı güçler, içeride CHP ile birlikte karşı durdu. CHP ile aynı kampta yer alıp sürecin önüne geçmek istedi ve kampın birleşenleri ile birlikte yenildi. Dolayısıyla Batı’nın ve derin yapıların zorlaması söz konusu olmadan sürecin dışında kalacağı muhakkaktır. Onun sürecin dışında kalmasının HÜDA PAR’la doğrudan bir ilgisi yoktur, kendi ideolojik tercihinin bir neticesidir. Onun tercih ettiği ideoloji, Batı’nın bir süre daha desteğiyle ayakta kalsa bile İslam aleminde gittikçe zayıflamaya mahkumdur. Bu mahkûmiyet elbette o ideolojiden dönmediği sürece onu da etkileyecektir.