Mayıs 2023 Genel Seçimleri, sadece bir seçim yarışı değildir; aynı zamanda kalkınma ile ilgili iki anlayışın bir kez daha ringe çıkıp çekişmesidir.

Kalkınma ile ilgili anlayışlar, henüz Sultan Abdülhamid Dönemi’nde farklılaştı. 1900’lü yılların başlarında kendini tamamlayan bu anlayışlar, iki farklı kutup etrafında şekillendi: Modernist Batıcılık ve İslâmî yaklaşım.

Modernist Batıcılar, “terakki/ilerleme” çerçevesinde anladıkları kalkınma için “çağdaşlaşma”nın zorunlu olduğunu öne sürüyorlardı. “Çağdaşlaşmak” onlar için sekülerleşmek ve laikleşmekti. Aynı kesime göre halk, rıza ile asla “çağdaşlaşmayacağından” tek yol, jakoben bir sistemdi. Jakoben”den kasıt, “halk için halkın kafasına vurmak”, halkı baskı altına alarak “çağdaşlaştırmak”tı.

Modernist Batıcılar, Batıcı çağdaşçılığın içeride çekişmek, dışarıda ise Batı’nın güdümüne girerek, nihayetinde hep “gelişmekte olan ülke” statüsünde kalmak anlamına geldiğini kabul etmiyor, böyle bir ihtimali tartışmaya bile yanaşmıyordu. Bu kesim, içeride çatışmaya istekli, dışarıya karşı ise oldukça itaatkâr, ondan da öte taklitçiydi.

Mehmet Akif’in şairliğini yaparak halka duyurduğu ve Said Halim Paşa, Ahmet Naim, Said-i Nursî gibi güçlü fikir insanlarının ardını doldurduğu İslâmî yaklaşıma göre ise kalkınma; ihyanın, yeniden hayat bulmanın teknik karşılığıydı, fen ve teknikte yol alıp kendi sanayisini kurmaktı. Bizde eksik olan bu idi. Kalkınmayı Batı ilerlemeciliği ile bir tutmak bizi daha da geriye götürürdü. Çünkü Batı uygarlığı, tek dişi kalmış bir canavardı ya da bir gözü kör bir Deccal idi.

Çekişme, İslâmî kesimin fikren güçlü de olsa teşkilatsız olmasından dolayı fikren zayıf ama örgütlü ve propagandası güçlü modernist Batıcıların iktidarı tamamen ele geçirmesiyle neticelendi. 1925’e gelindiğinde İslâmî kesimin yaklaşımını beyan dahi isyan suçundan sayıldı.

ZAHİD KOTKU İLE YENİDEN

Süreç içinde modernist Batıcılar, Sağ ve Sol diye bölünmüş görünseler de hakikatte birbirlerine çok uzak değillerdi. 14 Mayıs 1950’de iktidar olan Demokrat Parti’nin iktidarında dahi Adnan Menderes, zihin alt yapısıyla İslâmî kalkınma anlayışından yana olsa da etrafı modernist ilerlemecilerin Sağ kanadıyla sarılmıştı. 

Her şeye rağmen Demokrat Parti’nin getirdiği rahatlama, İslâmî anlayışın kendisini 1925’ten sonra ilk kez ifade etmesinin yolunu açtı.

O ortamda Türkiye’de İslâmî kalkınma anlayışı, Mehmed Zahid Kotku’nun 1956’da İskenderpaşa Camii’nin vaaz kürsüsünde elinde tuttuğu topluiğneyi göstererek “Muhterem cemaat biz bu topluiğneyi dahi üretemiyoruz” demesiyle kendisini açığa vurdu. Bu, Anadolu’daki İslâmî irfanın sisteme karşı, yeni bir kıyamı gibiydi.

Zahid Kotku, “ilerleme” sloganları atan sistemi, zayıf noktasından yakalamış, ilerleme iddiasının ardındaki hileyi bir tür teşhir etmişti. Muhtemelen “Çıplaklık, dört yanı sarmış” veya “Çocuklarımız okullarda dine düşman ediliyor” deseydi, tutuklanırdı. Öyle dememişti ama sistemin “ilerleme” tezinin hakikatte bir “gerileme” projesi olduğunu tasavvufi irfanla ifade etmeyi başarmıştı.

Bir ihtimal teknik üniversiteli Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın ağabeyi Korkut Özal vaazı dinleyenler arasındaydılar ki Zahit Kotku onlarla sohbetlerinde kalkınmayı mutlaka konuşuyordu. Böylece yüzyılın başındaki Müslüman düşünürlerin özlemini duydukları irfanımızla teknik bilginin buluşması bir cami ortamında gerçekleşiyordu. 

O tarihi vaaz, Türkiye’de peş peşe gelen ve her biri İstanbul’daki Boğaz köprülerinden biriyle mücessem olan kalkınma hamlelerinin fitilini ateşledi. Anadolu otomobili ve Gümüş Motor vaazın sahadaki ilk yansımaları ve tasavvurun gerçekleşebileceğine dair simgeler olarak vücut buldu.

Bu sırada ABD’ye eğitim için giden iki isim Süleyman Demirel ve Turgut Özal kısmi bir değişim yaşadılar. Dolayısıyla Demirel’in projeleri bir kalkınma hamlesi olmaktan öte, kısmi bir refah hamlesi olarak kaldı. Zira onun dışarıya karşı politikası, üretimden çok, tüketime odaklıydı, dışarıda üretileni Türkiye’ye de getiriyordu. Kalkınma hamlesini 15 Temmuz Şehitler Köprüsü (Boğaz Köprüsü) ve Ankara Kocatepe Camii ile simgeleştiren Demirel, baraj yaptı, yol yaptı, zanaatlar anlamında üretimin önünü açtı ama Anadol Otomobili ve Gümüş Motor projeleriyle istihza da etti. Buna karşı onun hükümet ortağı Necmettin Erbakan, bulduğu her fırsatta fabrika temelleri atarak üretimden yana olan kalkınma anlayışını canlı tuttu.

Birkaç yılda bir tekrarlanan ihtilaller karşısında Demirel, kalkınma ideallerini zamanla tamamen yitirdi. Modernist ilerlemeci anlayışın Sağ kanat lideri oldu. CHP’nin 12 Eylül sonrasındaki devamı SHP’nin desteğiyle cumhurbaşkanı seçildi ve İslâmî kalkınma anlayışına karşı mücadele içinde dünya hayatından çekildi.

Turgut Özal iktidarındaki kalkınma hamlesi de üretim konusunda çekingen gibiydi. Özal’ın hayalleri büyük, icraatları gösterişli ama hamleleri büyük ölçüde tüketime yönelikti. Onun devrinde Türkiye, 12 Eylül öncesi Adalet Partisi ve Milli Selamet Partisi ortaklıklarının başlattığı yol, köprü gibi hizmetler tamamlandı. Elektrik ve telefon, köylere kadar ulaştı. Ama üretime yönelik hamleler genel anlamda, kooperatifçilik ve şirketleşme gibi esaslı adımlara yönelmiş görünse de hayata geçmedi. Her şeye rağmen Özal, kalkınma hamlesini Ankara Kocatepe Camii’ni tamamlayarak ve Solun bütün tepkilerine rağmen Boğaz’da Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü inşa ederek bir boyuta ulaştırabildi.

Özal’ın kalkınmaya en büyük katkısı ise İslâmî kesimin onun devrinde geniş bir taban bulurken Anadolu sermayesi olarak sivil bir kalkınma imkânı bulmasıydı. Konya, Kayseri gibi şehirlerde yoğunlaşan bu sivil kalkınma; hayallerin engellere rağmen gerçekleşebileceğini göstermesi açısından oldukça önemliydi.

MODERNİST BATICI FETRET DEVRİ

Türkiye, Özal’ın ardından Sol ve Sağ koalisyonlar devriyle kalkınmada duraklama, çağdaş ilerlemecilikte ise uçlaşma fetret devrine girdi. Kısa Refah-Yol Hükümeti ara devri dışında bu koalisyonlar devrinde devlet, kalkınma hamlelerine girişmek bir yana Özal Devri’nde ama Necmettin Erbakan’ın öncülüğünde vücut bulmuş KOMBASSAN gibi sivil kalkınma hamlelerini bile neredeyse devlete isyan ile bir gördü. Aynı devirde İmam Hatiplerin kapatılması, tesettürün yasaklanması, okullarda baloların düzenlenmesi, modernist ilerlemeciliğin yansımaları olarak her zeminde büyük bir çatışmaya yol açtı.

ERDOĞAN İLE ÜRETİM DEVRİ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk hükümet devresi, bu fetret devrini toparlamak ve iktidarda kalışını istikrara kavuşturmak için arayışlarla geçti.

Erdoğan, 2007’de ikinci kez iktidara geldiğinde değişim ve Zahid Kotku’nun başlattığı, Erbakan’ın temeller atarak yaşatmaya çalıştığı üretime dayalı kalkınma yaklaşımı yönünde harekete geçti. Ama muhtemelen kendisinin dahi tahmin etmediği bir direnişle karşılaştı. Henüz 12 Eylül öncesinde “derin Sağ” denen bir grubun ağabeylerinden birinin öncülüğünde “muhafazakâr” bir yapı, “Anayasa değişikliği için CHP ile iş birliği şart!” diye çağrıda bulundu.

Çağrı, “yurtta sulh” anlayışı üzerine pek masumane görünse de aslında o anlayış (belki ilk kez bu analize konu olacak) Erdoğan’ın belediye başkanlığından sonra, İstanbul’da Büyükşehir Belediye Başkanlığını ele geçirmiş ve beş buçuk yıl gibi hatırı sayılır bir sürede İstanbul’a sadece “Miniatürk” diye bir müze kazandırmıştı! O müze, pek hoş bulunsa da aslında geçmişin hayalleri ile avunup hep modernist ilerlemecilerin payandası konumunda kalan “söz ile” muhafazakâr Sağ aydıncıllığın “muazzam” bir simgesiydi! Sistemin diplomat şairi Yahya Kemal Beyatlı örneğinde olduğu gibi, Osmanlı hayali kurup modernizm adına kürek sallayan Sağ aydıncıllığının heykeli gibiydi.

Ne var ki direniş, geçmişte İngilizlerle ilişkisinden söz edilen “derin Sağ” ile sınırlı değildi. Avrupa’da eğitim gören kimi İslâmî kesim okumuşlarında da ileri düzeyde bir ürküntü, bir fobi oluşmuştu. Avrupa üniversiteleri ve ABD’de eğitim aldıktan sonra Erdoğan’ın hükümetlerinde bürokrat ve bakan olarak görev alan bu “yeni nesil politikacı”, “Kalkınma iyi güzel de! Kalkınmayı Batı ile yarışa dönüştürsek bizi yaşatmazlar. Biz İstanbul’u güzelleştirmeye çalışken Yunanların Megalo İdeasını bile canlandırırlar. Dünya ile çekişecek güçte değiliz, temkinli olmalıyız. Oysa bu adam (Erdoğan), dünyayı bilmiyor! Bunun için korkunç cesur. Onu durdurmazsak sığındığımız Anadolu da elimizden gider!” ifadeleri ile özetlenebilecek bir direnişe geçtiler. Grup, dünyayı görmüşken ürkmüş ve temkin psikolojisine sürüklenmişti.

ABD ile ilişkisini saklamayan malum 15 Temmuz darbe girişimcisi grup ile bunların düşünceleri arasında zımni bir örtüşme oluştu ve bir süre saklı kalan bu ayrışma ile Erdoğan, karşısındaki cephe, onu neredeyse devirecek güce ulaştı.

Modernist Batıclığın Sol kanadı, ilk günden propagandacıdır, hakikate değil, toplumu etkilemeye odaklıdır. Dolayısıyla Sol, kalkınma hamlelerine doğrudan karşı çıkmak yerine kalkınma ile doğanın korunması gibi insânî ve kalkınma ile yolsuzluk gibi değerlerini yitirmemiş her insanın karşı çıkacağı iki hâl ile ilişkilendirdi.
Kalkınma nihayetinde iktisadi bir insan üretimidir. İnsan üretiminin doğaya zarar vermesi de iktisadi girişimlerin yolsuzluğa yol açması da hep görülen durumlardır.

Erdoğan’ın kalkınma hamlesinde doğa ile ilgili önlemler genel olarak yeterliydi. Yolsuzluğa gelince bu konudaki önlemler sorunluydu.   

Üretime dayalı kalkınmaya kuşku ile yaklaşan muhafazakâr yapı, çevre kirliliği gibi doğa ile ilgili sorunları es geçti ama yolsuzluk meselesini kalkınma karşıtı düşünceyi destekleyecek bir zemin üzerinden götürdü. Solun “Biz adam olmayız” düşüncesine güç verdi.

Erdoğan, bir kısmı bürokrasi içinde açık, diğer kısmı siyasette gizli bu direnişi kırdı. Kalkınma hamlesini; Solun bütün direnişine rağmen Boğaz üzerinde inşa ettiği üçüncü köprü Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve Çamlıca-Taksim camileri ile simgeleştirdi. Halkın desteğiyle kalkınma hamlesini TOGG otomobili ve savunma sanayi üretimleri ile taçlandırdı.

Soğuk Savaş devresinde dünya iki buçuk kutupluydu. O buçuk kutba III. Dünya Ülkeleri deniyordu. Küreselleşme ile birlikte dünya bir buçuk kutba evrilmeye çalışıldı. I. Dünya, ABD idi. Geriye kalan buçuk dünya ise II. Dünya.

ABD, Avrupa’yı dahi I. Dünya’da görmüyor, adım adım II. Dünya’ya doğru itiyor. Buna küresel çapta direniş var. Bu direnişle, dünyada yeni bir şekillenme de yaşanıyor. Erdoğan, bunu fark etti ama Batı literatürüyle yetişen “okumuş” muhafazakârlar, meseleye fobik yaklaşınca gerçeği göremedi.

 

 

YENİ BİR HAMLE MÜMKÜN MÜ?

Mesele, bugün bu noktayı da aşıp ince teknoloji elektronik alanında hamleler yapabilmek. “Erdoğan, kalkınma hamlesini o boyuta ulaştırabilecek mi?” sorusunu cevaplamadan önce, kendi devrindeki kalkınma hamlelerinin sorunlu yanlarına bakmak gerekir.

Her şeyden önce Türkiye’de dindar siyaset, bütün versiyonlarıyla tasavvufi bir karaktere sahip. Tasavvufta avam, amel eder ama amelin arka planıyla ilgilenmez. Bunun makul gerekçeleri de vardır. Siyasetin ise düşünsel yanla ilgilenmemesi olur gibi değildir.

Türkiye’de arka plansız bir kalkınma gerçekleştiriliyor. Siyasi sloganlar dışında, gerekçeleri ve engelleri ile kalkınmanın bir mücadele olduğu yeteri kadar işlenmiyor. Kalkınma, düşünsel zemine hiç taşınmıyor. Neticede kalkınmayı sağlayan hükümetler, kalkınmanın siyasi getirisinden yararlanamıyor, aksine kalkınmanın “zam” yükü altında yıkılıyor.  

Öte yandan Demirel ve Özal’ın liberal-kapitalist yaklaşımında “adam kayırma” anlamında “yolsuzluk”, kalkınmanın teşviki ve kolaylaşması açısından bir yol, bir fırsat olarak düşünülmüştür. Özellikle büyük sermaye çevrelerinin aşılıp yeni bir sermaye sınıfının oluşması için “yolsuzluk”, kontrollü bir arka kapı girişi gibi düşünülmüştür.

Türkiye, hem o günleri aştı hem o yaklaşım, siyaseti sarsacak bir yozlaşmaya da yol açtı.

Kalkınma politikaları, dengeler iyi gözetilmediğinde sosyal politikaları olumsuz etkiler. Bunun önüne ancak İslâmî sosyal adalet hassasiyetiyle geçilebilir.

Seçim sürecinde, kalkınmanın düşünsel ve mücadele boyutu halka anlatılmalı. Halk, modernist ilerlemecilik ile İslâmî kalkınma arasındaki çekişmeyi görebilmelidir.

Yolsuzluklara karşı kararlı bir tutum gösterilmeli. Yolsuzluğa karşı mücadelenin devlet politikasına dönüşeceğine dair güvence verilmelidir.

Kalkınma hamlelerinin toplumun zayıf kesiminin omzuna binmesini engelleyecek sosyal adalet somut adımlar hâlinde ve kalkınma hamleleri kadar önemsenerek hayata geçirilmelidir.

Unutulmamalı ki sosyalizm gibi kapitalizm de öldürür, İslam ise yaşatır.