“Mahalle baskısı” kavramı, 2007’de sosyolog Şerif Mardin tarafından ortaya atıldı. O günlerin Türkiye’sinde hükümetin Türkiye’yi laik çerçeveden çıkarmak istediğine dair, “askeri” bir kaygı vardı.

Ulusçu yapı gibi uluslararası yapı da o kaygıyla çokça ilgiliydi. Kaygının giderilmesi için hükümetin gerekirse zor kullanılarak bertaraf edilmesi, Ankara’da yüksek sesle konuşuluyordu. Bunun için hükümetin varlığını sağlayan seçimleri ve hükümetin seçmen kitlesini “değersizleştirmek” istiyorlardı. Ta ki yaptıkları “demokrasiye karşı” değil, “demokrasiye hizmet” niteliğinde görülsün!

Şerif Mardin, “mahalle baskısı” kavramını onların işlerini kolaylaştırmak için ortaya attı ya da onun üretimi o günlerde hükümeti devirmek isteyen darbeci yapı tarafından onun rızası dışında kullanıldı.

Şerif Mardin, ABD’de ve yaşlıydı. Kavramı, hizmetleri karşılığında ödüllendirilerek 2011’de CHP’den milletvekili seçilen Binnaz Toprak, zemine taşıdı. Gazeteci Ruşen Çakır ise medyaya sundu.

Çakır’ın farkı, 1980 sonrası söylemlerinden dolayı, sesini İslâmî kesime ulaştırma avantajıydı. Çakır, bu avantajını bizzat pazarlanacak bir “sermaye” olarak kurdu ya da sonradan pazarlama değerini görerek İslamofobi lehine işletti.

Şerif Mardin, “mahalle baskısı” iddiasıyla, Türkiye’de seçmen yapısının hâlâ geleneksel mahalle yapısını koruduğunu ve bunun seçmenin gerçek iradesinin ortaya çıkmasını engellediğini öne sürüyordu.

Kavram, “mahalle” tamlayanıyla aşağılanmayı ve çağın gerisinde kalmayı; “baskı” tamlananı ile ise İslâmî dünyanın sözde özgür irade karşıtlığını vurguluyordu.

Şerif Mardin ve diğerleri; bu kavramla seçmenler, kökleri geçmişe dayanan bir tehdit altındadır. Bunun için gerçek tercihlerini “ileri” bir dünyadan yana yapıyorlar. Bu tehdit bertaraf edilirse Türkiye’de seçim sonuçları laik kesimin lehine değişir. Öyleyse bu yönde çalışmak gerekir.

Dolayısıyla “mahalle baskısı” kavramı, masumane bir sosyolojik üretimi değil, yeni bir siyasi mühendislik projesini haber veriyordu.

Şerif Mardin, “mahalle” ile “cemaat” arasında doğrudan bir benzerlik buluyordu. Bunun için, o günlerden sonra İslâmî camialara, tarikat ve cemaatlere yönelik yeni bir propaganda dalgası başlatıldı.

Bu propaganda dalgası, 28 Şubat’ta olduğundan kısmen farklıydı. Zira o dalgada öncelikle devleti yöneten bürokratik yapının ve onun ardındaki zeminin harekete geçirilerek İslâmî kesime devlet kurumları eliyle baskı yapılması amaçlanıyordu. Hâlbuki “mahalle baskısı” kavramı sonrası propaganda dalgası, Müslüman ailenin içine sirayet edilerek ailenin kendi içinde bir çatışma ortamı oluşturma gayesi gözetildi.  

Bu yeni propaganda dalgası, Müslüman ferde “Sen baskı altındasın!” diyerek onu isyana sevk etmeyi hedefliyor; böylece insicamı bozacağını sanıyordu.

Süreç içinde propagandanın kısmen etkili olsa da istenen başarıyı getirmeyeceği görüldü ve proje, farklı bir hamleye büründü: Laik kesimin mahalle yapısına bürünmesi ya da onların ifadesiyle “muhafazakâr mahalle”nin karşısına “laik/Kemalist mahallenin kurulması”; başka bir ifadeyle dindar cemaatlere karşı, laik/seküler cemaat yapısının oluşturulması.

“Laik mahalle”yi kurmak, “muhafazakâr mahalle”yi yıkmaktan çok daha kolay oldu. Zira İslâmî kesime ulaşmakta epey zorluk çeken; laik kesime ise bir o kadar kolay ulaşabilen etkin bir laik medya ve “sanat” kadrosu vardı.

O medya ve sözde sanat kadrosu harekete geçirildi. Önce meyhaneler, ardından gittikçe yaygınlaşan kafeler ve nihayetinde sosyal medya grupları, birer mahalle gibi yapılanmaya başlandı.

“Şişli teyzeleri”nin sosyolojisi üzerine kurulan bu yeni radikal laik mahalleler; gözetleme, tespit etme ve baskı altına alıp yönlendirme üzerine kurulu otoriter yapısını her gün biraz daha hissettirdi. Nihayetinde farklı tercihte bulunan her mensubunu linç edip Eski Yunan’ın sınıfsal kent yapısı içinde gettoya sürgün etti.

Bu yeni radikal laik mahalle, kendisini asil/soylu ve üstün, kendi dışındakini yobaz ve düşük görüyor. Kendi tercihlerinden ayrılanların kendileri arasında yaşamaya hatta sosyal etkinlik anlamında yaşamaya dahi hakkının olmadığını düşünüyor. Farklı tercih yapanı acımasızca linç edip “mahalle dışında”, “çağdaş gettoda”, “sefilce” yaşamaya mahkûm ediyor.

Medya veya “sanat” dünyasından herhangi bir tanınmış kişi, Kemalist CHP ve sosyalist partiler dışındaki bir partiye oy vereceğini hissettirirse ne olur? Her şey gözler önünde: Linç ediliyor, itibarsızlaştırılıyor, ötekileştiriliyor, hakarete uğruyor ve tabiri caizse kütükten siliniyor.

Bir döneme “sanat” çevrelerinde doruklarda dolaşanlar dahi farklı bir tercihi ima ettiğinde kendisini bu linçten kurtaramıyor. Onun artık o dünyadan ekmek yemesi, onların takıldıkları mekânlarda huzurla oturması mümkün değil. Adeta mahallenin dışına pasaportsuz atılıyor.

Fakat mesele sadece medya veya sanat çevreleri değildir. Bugün Kadıköy, Bakırköy, Şişli’nin bir bölümü ya da İzmir’in semtlerinde CHP’li ailelerde bir genç farklı bir tercih yapabilir mi? Asla. Çocuk, kendisini acımasızca kapı dışında bulur. Zira aileler, oy kullanmayı bir dünya görüşü tercihi olarak değerlendiriyor ve farklı tercihte bulunanı kendi dünyasına karşı isyan ve ihanet içinde sayıyor.

Aile efradı bir yana, aynı semtlerin bakkalları, emlakçıları, taksicileri farklı bir tercihte bulunmak şöyle dursun, öyle bir tercihi ima bile edemiyorlar. Ederlerse boykot edileceklerinden kuşkuları bile yok.

Bu, dikta günlerinin baskısından çok daha sert ve acımasız bir baskı türüdür. İradeyi tamamen kontrol altına alıyor, fertleri tamamen hiçleştiriyor, boyunlarına basarak farklı olanı söylemeye ve yapmaya zorluyor.

Üniversitelerin sözde “muhafazakâr” sosyolojisi bununla ilgili mi? Tam aksine. O da kendisini “mahalle baskısı” altında görüyor. Bunun için hâlâ alışkanlık üzere, baskı denince Müslüman aile ile, İslâmî dünya ile uğraşıyor. Hâlâ “gözleri bağlı”, klasik bir söylemle sisteme çalışıyor!

15 Temmuz’da İslâmî camiaların birlik hâlinde meydanlara inmesi, bu tür mühendislikleri örgütleyenleri yeniden harekete geçirdi. Aşındıklarını düşündükleri yapının dirliği onları fenaca ürküttü.

Bunun için 15 Temmuz darbe girişimini bertaraf eden ruh hâli, o ruh hâlini hasıl eden dünyanın aleyhine çevrilmeye çalışıldı. O günden sonra İslâmî camia ve çevrelere yönelik propagandalar daha şedit işletildi.

Hakikatte “mahalle baskısı” söylemi ile “tek adam” karşıtlığı birbirini tamamlayan iki söylemdi. “Mahalle baskısı” iddiası, sosyolojiye; “tek adam” söylemi ise siyasete karşı işletildi.

Hedef “otoritesiz”, dolayısıyla “dağınık” bir sosyoloji ve siyaset yapısı oluşturmaktı. “Tek adam” söylemi, hakikatte, çoğulculuğu sağlamak için değil, “tek adamın tek ideolojisi”nin tahakkümünü sürdürmek için öne sürüldü.

Sosyal yapıda ise benim İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimleri sonrasında yazdığım üzere “kanaat önderliği” tamamen işlevsizleştirilme noktasına getirildi.

Medenileşmenin ürünü “şehirleşme”ye karşı “kentleşme” ile beraber ekonomik sorunlar ve duyarsızlaşma; geleneksel toplum düzenine ağır darbeler vurdu. Medya ve sosyal medya da bu darbeleri fiili kamp değiştirmelere doğru sevk etmek için üretilen mühendisliklere hizmet etti.

Buna karşı, en uç sosyalist gruplar dahi seküler kamp sahaya sürülerek çağdaşçı, laik baskı en uç boyuta taşındı.

Bu hiç de sağlıklı bir seçim ortamı değil.

“Kitle yapısı” içinde yaşanan yalnızlık karşısında insan; kendisine dokunacak, ona itibarlı olduğunu hissettirecek bir yaklaşım bekliyor. Bugüne kadar o yaklaşım hep “karşı mahalle” için işledi.

O dünyadan sıradan biri bile bu tarafa meyletse her yönüyle ödüllendirildi. Aralarından bir kısmının o tarafa malzeme taşımak için bu tarafa uğradığı düşünülmek dahi istenmedi.

Siyaset kurumu, ana yapısıyla bir itibar kaybı ve toplumla iletişim sorunu yaşıyor. Eğer bu süreç içinde sivil toplum, farklı bir ruh hâliyle kitle içindeki insana dokunmazsa, bir bir muhatap alıp onun iradesini özgürce kullanacağı bir ruh hâlini onda hasıl etmezse sonuç çok farklı olabilir.