Depremin yol açtığı tahribatı izale etmeye dönük çalışmalarda öne sürülen hippi/züppe tipler, bir kez daha “değer”sizlerin siyasi “değer”e dönüştürülmesi politikasını işlemeyi gerektirdi.

Daha önce “politik günahkârlık”, “siyasal günahkârlık” gibi kavramlarla ele aldığım bir yapılanmayı, depremde iyice beliren siyasal durumu bir daha ele alacağım. İslam’a karşı post-modern mücadele, toplumun “değer” olarak bildiklerinden en “değer”siz gördüklerine kadar kapsamlı bir stratejidir.

Bu stratejinin “değer”sizler yapılanması ayağında, her tür “değer”den soyutlanmış tipler parlatılarak bir tür “sosyal lider” konumuna çıkarılır, “nefsani arzuların piri” misali onlara bir tür “kanaat insanı” payesi verilir ve etki alanlarındaki çevre, ülkenin siyasal geleceğini belirleyecek unsurlardan biri olarak kullanılır.

Bu gruplar, sulh günlerinde geri hizmetler için çalıştırılan istilacı askerler gibi, normal zamanlarda gençliği ifsat eder, “değer”sizleşme üzerinden kendilerinden komut beklemeye hazır bir kitle oluşturur.

O dönemlerde çoğu, meyhanede baş sarhoş gibidir; arzularına uyanları eğlendirerek para kazanmak peşinde olan anılmaya değmez tipler olarak ünlenir ama sosyal ağlarını da bu kimlik üzere genişletir. Kritik politik günler vuku bulunca hazır kıta gibi siyasi bir kılavuza bürünerek, nefsani arzular üzerinden topladığı kitleyi politik bir yapı olarak yönlendirir, sokağa döktürür, ücretsiz çalışan propaganda elemanı gibi kullanır, sandık başına sevk eder.

Bu, imparatorluk günleri meyhane ehlinin sokağa dökülmesini andırır ki siyasi analistleri yanıltan da budur. Zira meyhane ehlinin sokağa dökülmesi bir iç vakadır. Halbuki çağdaş “değer”sizlerden sosyal lider ve politik güç üretenler, uluslararası istihbarat örgütleridir.

Bu, elbette siyasetin kirlilikte dip hâlidir; değerlere atom bombası atmak gibi bir hâldir. Uzun vadeli etikler oluşturmakla bir tür soykırım… Ama ne yazık ki bu Türkiye ve diğer İslam ülkelerinin bir gerçeğidir ve sorun, birkaç katmanlıdır; bu katmanların ilki, “değer”sizliğin “değer”e dönüştürülmesidir.

“DEĞER”SİZLİĞİN “DEĞER”E BÜRÜNDÜRÜLMESİ

“Değer”sizliğin “değer”e büründürülmesi, hiç kuşkusuz 19. Yüzyıl modernizmine daha da ötede psikoloji ve edebiyatta sürrealist akıma hatta ondan önce 20. yüzyılın hemen başında Dadaizme kadar gider. Bu, modernizmin dini değerlerle toplum arasına mesafe koyarak oluşturduğu boşluğun gemlenmemiş arzuların değer düzeyine çıkarılarak doldurulmasıdır.

Şiir, 20. yüzyıla kadar bütün uygarlıklarda öz ve şekil bakımından “edebî” üründür. En azından şiirde dilin şeklen edebî bir formata büründürülmesi, bütün uygarlıkların ortak yaklaşımıdır. Halbuki Rumen asıllı Fransız şair Tristan Tzara ve arkadaşları, sözün şiir olması için ne öz ne de şekilde edebe ihtiyaç var, dediler. Dadaistler denen bu grup, I. Dünya Savaşı koşullarında çıldırma eşliğine gelen Avrupa insanına, bir kâğıda rastgele yazıp kâğıdı yırtarak yere savurduğun sözler, bütün anlamsızlığıyla yine şiirdir, dediler.

Basit bir sanatçı çılgınlığı gibi görünen bu eylemi insanî değer ve ahlaka uyarladığınızda, şu sonuç ortaya çıkar: İnsanî değer ve ahlak diye bir şey yoktur. Her birimizin tutum ve davranışları, kendi gerçekliğinde değer ve ahlaktır.

Böylece insanlığın o güne kadar üzerinde buluştuğu her tür değer ve ahlak, belirsizleştirildi, bilinen değerler sistemi bir tür lağvedildi. Herkesin şiiri kendine dendiği gibi, herkesin değer ve ahlakı da kendine denerek değer ve ahlak kaosu oluşturuldu.

Bu anlayış, I. Dünya Savaşı’nın ardından Freud’un sürrealist psikanalizi ile yeni bir boyuta taşındı. Freud, edebî çevreleri etkiledi. Neticede psikanalizm, fert ve toplumun arzularını anlamaya dönük sırları toplayıp analiz ederken sürrealist sanat akımı, fert ve topluma arzular üzerinden hitap etti.

Akım, iç dünyanda ne geçerse diline sansürsüz geldiğinde şiir sayıldığı gibi iç arzu dünyan sana ne yaptırırsa değer ve ahlaktan sayılır, kimse seni kınayamaz. Kınamalarını yasak boyutuna taşıyanlar, despot sayılır, dedi. Genç sanatçıları ve onların takipçisi kitleleri arzusal bir yaşam tarzına itti. Böylece toplumda modern dönemde günah kavramı anlamsızlaşmışken post modern dönemde ayıp kavramı anlamsızlaştı.  

Burada dinin sınırlandırdığı düşük nefsani arzular, saygı duyulacak, normal “insanî hâl” olarak tarif edildi. O düşük nefsani arzuları sansürsüz/sınırsız gerçekleştirmek sadece insanî (!) hak değil, insanın mutluluğu için zorunlu ve saygıya değer kabul edildi.

Savaş yorgunu ve savaş tahribatını unutmak için yol arayan Avrupa, akıma direnemedi, “liberal meşruiyet” içinde kendini arzulara teslim etti.  Kiliseler modern dönemde epey boşalmışken bu akımlarla bir kısmı gazino, kafe ve meyhanelere dönüştü.  

Böylece Batı’nın dinden uzaklaşması, bir meşruiyet zemini kazanırken liberal Batı, bu ideolojileri tam da “Bırakın yapsınlar!” sloganının bir karşılığı olarak gördü ve benimsedi.

SOL ADANMIŞLIĞA KARŞI “DEĞER”SİZLİK

Bu akımlar, I. Dünya Savaşı sonrasında bunalıma sürüklenip din ve siyasete kadar duyarsızlaşan Avrupa gençliğini teskin ve kontrol etmek için kullanılırken II. Dünya Savaşı’nın ardından anarşistleşen Sol gençliğin ideallerden uzaklaştırılması için kullanıldı.

Din ve kültürden miras aldığı adanmışlığı Sol ideolojiyi (Marksizm) hâkim kılmak için kullanan, o yönde yönlendirilen Sol gençliğin bir kısmı bir tür seküler dervişti, şehadete hazır bir fedai gibi militandı.   

Komünizmle mücadele eden uluslararası yapı, kendini ideallerine adamış bu gençlerin sürrealist zevkle buluşmalarının onları bu idealler dünyasından uzaklaştıracağını düşündü ve o yönde çok yönlü projeler geliştirdi.

Esasta liberal ve sosyalist arka plan, en geç 19. yüzyılın ilk yarısında dayandığı düşünsel kaynaklar açısından birdir. Aralarındaki ayrışma, iktisat ve onunla ilgili devlet yönetimi gibi tamamen üst yapıyla ilgilidir. Her iki yapı, aynı felsefi kaynaklardan beslendiği gibi, 20. Yüzyılın edebî akımlarında da ortaklık yaptı. Bu durum, Komünizme karşı mücadelenin değersizliği aşılayan sanat üzerinden yapılmasını kolaylaştırdı. Sol gençlik, ideoloji ile zevki sentezlemişken bu akımların saldırısına uğradığında ideolojiyi epey minimize ederek zevkperizme yöneldi ve liberal yapı içinde eriyip sistemin kültür kanadına evirildi.  

“DEĞER”SİZ BULUŞMA

Doğu Avrupa insanının, dünya fuhuş sektörü için insan kaynağına dönüşmesinde görüldüğü gibi, Sovyetler dağıldığında komünist cephe ideolojik boşluğa düştü. Yılların kendilerince liberal yozlaşmasına direnen Solcu liderler, bir anda yılların düşman liberalleri ile aynı meyhanelerde buluştular. İki kesim, düşük nefsani arzular havuzunda kaynaştı ve onlar için ideolojik söylem, sadece nostalji düzeyine indi.

“Yeni dünya düzeni”, İslam’a karşı mücadelede, işte bu buluşmayı imkâna dönüştürme yoluna gitti. Böylece dün, Sol gençliği yozlaştırmakta kullanılan sürrealist operasyon, Müslüman gençliğe yöneldi.

Bu süreçte Soldan kopan isimler, dine saygılı olduklarını dair demeçler vererek Müslüman basında yer aldı. Başta geçmişlerine dair duydukları pişmanlıkla “değer”sizlik dünyasından ayrılma sinyalleri veriyorlardı. Ama bu sinyaller de onların Müslüman gençlik tarafından tanınması yönünde kullanıldı.

Ahmet Altan örneğinde olduğu gibi, sürrealist eski Solcuların eserleri, dindar-bohem edebî çevreler tarafından Müslüman gençliğe okutuldu. Eşzamanlı olarak o güne kadar davaya adanmak üzerinden yol alan İslâmî edebiyat, Hece gibi bazı dergiler üzerinden Batılı akımlara yönlendirildi. Neticede Müslüman gençlik arasında “Edebiyat, edebiyat olmakla sanattır” düşüncesi, “Batılı akımlara uygun her tür edebiyat da edebiyattır” anlayışı eşliğinde yayıldı. Böylece 20. yüzyıl ayrışmasından bu yana ilk kez bazı Müslüman gençler, kendilerince içki ve fuhşa buluşmadan liberal ve Sol çevrelerle aynı kafelerde buluştu. Bu gençler de “Herkesin değeri kendine!” derken değerde, ahlak ve edebi dolaylı olarak inkâra sevk edildi, “değer”sizliği değer olarak tanımaya başladı.  

Bu gelişmelere birde Batı dış politikasının liberal azınlık yaklaşımını eklemek gerekir. Liberal siyaset, kendini yenileyerek “dezavantajlı” diye tarif ettiği bütün sınıfları azınlık statüsüne aldı ve onları himaye etme vaadinde bulundu. Bu bağlamda Batı’da eşcinseller azınlık statüsüne alındığı gibi İslam dünyasında alkolikler bir yana İslam’ın sağlam kalesi kadınlar dahi bir tür azınlık kabul edildi.

“DEĞER”SİZLİK SİYASETİ

Operasyonun en geç 2009’dan bu yana güncel süreci ise oluşturulan zeminin Türkiye siyasetine yön verecek şekilde kullanılmasıdır.

Operasyon daha önce, Mısır’da Muhammed Mursi’nin devrilmesinde, ardından Sudan yönetiminin değiştirilmesinde “başarıyla” uygulandı. Türkiye’de ise bugüne kadar başarısızlığa uğrasa da sürekli yenilerek sürdürülmektedir.

Bu çerçevede son dönemde “değer” ve ahlak konusu, toplumun en sıradan dindarının dahi tahammül edemeyeceği bir boyuta sürüklendi.

AK Parti hükümetinin ilk yıllarda alkolizme karşı aldığı birkaç önlem, tamamen ters yüz edilerek bizzat uluslararası sözleşmeler ve ona uygun yasal düzenlemelerle “değer” ve ahlak belirsizliği güvence altına alındı. Toplumun bugüne kadar konuşmaktan utanç duyduğu meseleler, her evde konuşulur oldu. Kafelere sürüklenip bohemleşen bazı tipler dışında bütün toplumu tiksindiren hâlleri eğitim kurumları dahil, her yerde “normalleştirme” yönünde girişimler yaşandı. Günlük giyimde müstehcenlik, özgürlükle ilişkilendirilip kampanyalara dönüştürüldü. Bu girişimlere karşı her tür eylem bir yana, kınayıcı söz dahi despotluk eğiliminden sayıldı.

Çocuklarını nefsani arzulara karşı uyaran Müslüman aileler, çocukları nezdinde dahi baskıcı görülmeye başlandı. Ailelerin çocuklarına yönelik tavsiyeleri bile baskı çerçevesinde görülüp kınandı. Neticede belki tarihte ilk kez dindar gençler aileleri ile herhangi bir sebeple tartıştıklarında protestolarını günaha bulaşarak icra etme yoluna gittiler. Bu çocuklar, aileleri tarafından uyarıldıklarında eski Sol çevreler tarafından bir özgürlük kahramanı gibi kabul edilip popülerliğe konu edildiler, tek deyimle “baştan çıkarıldılar” hatta kimi zaman ebeveynleri aleyhine mahkemelere sürüklendiler.  

Komünizmin iflası ile boşluğa düşen Sol, uzun bir aradan sonra İslâmî değerler ve ahlaka karşı mücadele ile anlam bulmaya başladı. Değerlere karşı mücadeleyi bir tür neo-militanlık olarak benimsedi. Bu mücadeleye katılanları bir yana, destekleyenleri adeta vaftiz edip kutsadı. Bu noktada kapitalist çevrelerin sınırsız ekonomik imkânlarından da yararlandı.

Gelinen noktada bu yapı, muhalefetin sadece bir yanı olmaktan öte, taşıyıcı, sürükleyici lokomotifi konumuna yürümüş durumda. Gündemi, sosyal medya imkânları ile bu yapı tayin ediyor ve onun üzerinden özelde hükümeti, genelde her tür dindar yapıyı yıpratarak diskalifiye etme aksiyonunda bulunuyor. Herhalde tarihte ilk kez, “değer”sizlik bu kadar “değer” edindiği gibi operasyonel bir boyuta da çıkıyor.

Kahramanmaraş merkezli deprem felaketinin ardından muhalefeti yine bu yapı domine ediyor.  Bu yapı, İslam’ın lehine görülebilecek her tür eylemi itibarsızlaştırma, iyiliği kusurlu ve kötü, iyileri etkisiz ve çıkar peşinde göstermek için çırpınırken seküler yardımseverlik yönünde bir dalga da oluşturmaya çalışıyor. Nihayetinde “değer”sizliğin medya ayağını oluşturan yapı mensupları, bir anda insanseverliğin önderleri gibi afişe ediliyor. Ama hemen ardından aynı isimler, aslında “değer”leri yıkmak için atağa geçiyor.

Bu baş döndürücü hızla yol alan operasyonun önümüzdeki Türkiye seçimlerinde hükümeti devirmesi ve Sudan örneğinde olduğu gibi, Batı’nın daha rahat muhatap olacağı (!) bir hükümetin kurulmasına yol açması uluslararası (!) beklentilerden olmalıdır.

Bu yapının durduğu yer, sekülerliğin son aşamasıdır. İslâmî dirence bakılarak oldukça önemsenen bu sınırsız sekülerliğin başarıya ulaşıp ulaşmaması, tamamen doğru analiz edilmesine ve etki gücüne karşı doğru tedbirlerin alınmasına bağlıdır.

Bu analiz için yaptığım sosyal medya taramasına bakılırsa klasik milliyetçi Sağ politik yaklaşım, böyle bir analiz ve tedbir geliştirmekten fersah fersah uzaktır.