Sorunların tespiti yetmez. Sorunların çözümleri için köklerine inmek, arka planlarını, görmek artlarında yatan etkenleri de deşmek gerekir.

İslam, adalet dinidir; dünya ve ahiret arasında denge vazeder. O denge işlediği sürece, dünya saadeti gerçekleşir ve o saadeti ahiret saadeti takip eder.

Dünyevileşme, İslam’ın ilk devirlerinde kişilerin dünyevi yönünün uhrevi yönünün önüne geçmesini, dünya-ahiret dengesinin dünyaya yönelmekten yana bozulmasını ifade eder.  

Batılılaşma ile birlikte ise dünyevileşme “sekülerleşmeye” dönüştü. Sekülerleşme; tarihsel süreç içinde, maneviyatın önce terkini, ardından düşman ilan edilip ötekileştirilmesini anlatır. Bu açıdan sekülerleşme, maneviyatsız bir dünya tasarısıdır.

Batılılaşmanın, bizdeki düşünsel, siyasal ve askerî öncüleri insanın önce devlette, sonra yaşamın bütün alanlarında dinden uzaklaştıkça mutlu olacağını ön görmüşler. Onların uç isimlerine göre, bütün sorun ve mutsuzlukların kaynağında din vardır.

Batı’da sekülerleşme, bu uç noktaya vardı ama vaat edilen dünyevi mutluluk bir türlü yakalanmadı. Oralarda bireyler, dünyeviliğin ucuna vardıklarında, dünyevi nimetleri tatmamış insanın “Dünya boşmuş!” moduna girip bohemleşiyorlar. Atalarından kalan mirasla geçinen yeni zevkler arayan, yönünü şaşırmış bir tipe bürünüyorlar.

Bizde ise sekülerleşme, sadece insanı değil, şehirleri de tahrip etti.

İNSANIN HARAP OLMASI

Batı dışındaki dünyada sekülerleşme, henüz ilk günden Türk edebiyatında “Alafranga tip” denen bohem tipler yetiştirdi. Tanzimat Devri Edebiyatı hatta 20. yüzyılın başındaki edebî eserler, bu tipin pek çok örneğini anlatır.

İslâmî devrin özü sözü bir, ahde vefa gösteren, faziletleriyle tanıtılan, fedakâr, cesur, dakik büyük insanlarının torunları Batılılaştıkça farklılaştı:

Kıyafeti tamam, sözü okkalı; gözlüğü, elindeki bastonu ve şemsiyesiyle bilge bir insan görüntüsü veren bu yeni tip, hakikatte bir “fotokopi”dir. Her şeyi görüntü (imaj)! İkiyüzlü bile değil, birkaç yüzlü!

Dıştan, sizde Doğu ve Batı’yı bilen bilge izlenimi uyandırır. Hakikatte Doğu’dan kopmuş, Batı’ya da geçememiş, arada kalmış bir tiptir o. İçi karmakarışık, sözü yüzeyde, adımları çarpık, davranışı tutarsız… Bu tipin bedeni İslam alemine aitti, aklı ve eğilimleri ise Batılı.

  1. Meşrutiyet Devri’nde Osmanlı okullarına hükmeden Mason localarının, yabancı ve azınlık okullarının üç yanlı faaliyetleri ile o Alafranga tipin yerine yeni bir tip üretildi: Doğulu yanı özde tamamen tıraşlanmış, ruhuyla oynanmış yeni seküler/laik dünya insanı, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’sunda zevke kapılıp Mehmet Rauf’un Eylül’ünde intihar eden tip.

Ehl-i iman ve vicdan; devleti kurtarmak için çırpınırken bu tip, örgütlenme ve ihtilaller üzerinden başa geçti. Bu, özde Meşrutiyet günleri Alafranga tipin beslemesidir. Lâkin, onda çok yüzlülük ihtiyaç üzeri iki yüze indirilmiştir. Bu ikiyüzlülüğün de iki aşaması vardır:

İlk devirde halkın karşısına çıkarken maneviyata saygılı göründü oysa maneviyatın her türüne düşmandı.

İkinci devirde halkın karşısında da maneviyata saygı duyma gereksinimi de duymadı. Aksine maneviyatın her türünü imha etmek için çalıştı. Ama bu kez halkın karşısında “vatansever/milliyetçi” görünürken Mason mahzenlerinde ve Batı diplomatları karşısında kendilerini Batı’nın hizmetkârı/dünya insanı olarak sundu. Konya’da halkın karşısında “yüce Türk milleti” derken Ankara’da Anadolu’nun bir medeniyetler bakiyesi olduğu tezini işledi, dolaylı yollardan vatan kavramının içini boşaltarak hümanist evrenselciliğe oynadı.

Bugün bu Alafranga tipin son kuşağıyla yüz yüzeyiz: Kendinden önceki iki üç kuşağın sermayesine konan, her biri İstanbul’un yanında sahillerde malikane sahibi, altlarında lüks araçların bulunduğu, gecelerini sınırsız zevk u sefa ile geçiren, bohem bir kuşak.

Bu bohem kuşak, son yirmi beş yılda Sol ideolojinin de bakiyelerinden yararlanılarak ideolojik bir cepheye dönüştürüldü ve onlar üzerinden “siyasal günahkârlık” dediğim bir yapı üretildi.

Bu kuşak da ikiyüzlülük mirasını devraldı: Toplumsal sorunlara karşı hakikatte duyarsız iken politik amaçlarla duyarlı görünür. Zevk u sefasının zerresini feda etmezken sosyal medya hesaplarında yoksulluktan, pahalılıktan şikâyet eder. Keyfi için avlanırken, soyu tükenen hayvanların derisinden kürk giyerken bir köpek itlaf edilmesin diye şehri birbirine katar.

Bu kuşağın en facia yönü ise varlığına “değer düşmanlığı” üzerinden anlam kazandırmasıdır.  Dünyevileşmenin en alt katlarına doğru düşerken değerlerden sadece uzaklaşmamış, aynı zamanda değerlere düşman oluvermiş. Değerlere karşı mücadele etmeyi Köroğlu yiğitliği, Dadaloğlu mertliği biliyor. Onların yanına Çekovara (Che Guevara)’yı yerleştiriyor, bir miktar da Kurtuluş Savaşı destanları… Nihayetinde ortaya ucube bir sentez tip çıkıveriyor.

Bu kuşak, Batı’da maddi gelişmişliğe karşı bir protesto ve yıkım tarzı olarak gelişen anarşizmi, değerlere karşı bir protesto ve yıkım eğilimi olarak aldı. Batı’daki anarşist, şehri tahrip etmekten mutlu olurken bunlar, değerleri tahrip etmekten mutluluk duyuyor. 

Sekülerliğin bu son tipi, sadece Meşrutiyet günlerindeki Alafranga tipin varisi değildir. Tek kuşağa bağlanamayacak bir “müşterek” kuşaktır. Dünyevileşmenin yol aldıkça insan unsurunda nasıl bir tahribata yol açacağının canlı heykelleridir bunlar. Günahı, ayıbı, dürüstlüğü hiç öğrenmemiştir. İlk ikisini öğrenmemekten, üçüncüsüne ise sözde sahip olmaktan gurur duyar. Dürüst görünür ama yalan ve iftirayı yaymakta beis görmez. Hümanist görünür ama kendisi gibi olmayan herkese düşmandır. Milliyetçi görünür ama sadece İslam toplumlarından nefret eder. Diğer dünya toplumlarına benzemek için can atar.

Ülkenin zenginliklerini hâlâ elinde bulunduran bu tip, sadece siyasi istikrar için değil, istiklal için de sorundur.

Ne yazık ki özel olmaktan öte “özerk okullar” bu tipi neredeyse “ideal tip” gibi üretiyor. Diyanet gibi kurumlar ise henüz bunlara ve onların ebeveynlerine hitap edecek bir dil geliştirmedi. Sivil toplum kuruluşları da genel olarak onlara hitap etmekten çok, onları kınamakla meşgul.

ŞEHRİN HARAP OLMASI

Hz. Ömer (ra); Basra, Küfe, Fustat (Kahire) şehirlerini kurarken gelişigüzelliğe yer bırakmadı. Şehrin bütün planını şehir kuruculara bildirdi. Şehirler tamı tamına öyle inşa edildi. Medine, Mekke ve Dımaşk ise Müslümanların kadim bir şehri dönüştürürken hangi ölçülere uyacaklarına dair güçlü birer misal teşkil etti.  Böylece “İslam şehri” denen şehir modeli oluştu.

İslam şehri, tabiatı tahrip etmez, tabiatı şekillendirirken onunla bir bütünleşir. Tarım alanlarını istila etmez ama eski İran şehirleri gibi aşırı güvenlik endişeleriyle dağların sarp noktalarına kurulu da değildir. Konumu, yaşam tarzı gibi mutedildir.

İslam şehri, insan merkezlidir. İnsanın, zaruri, haci ve kemali sınıflandırmasında manevi ve maddi ihtiyaçlarını birlikte karşılar.

İslam şehri, yaşanılabilir bir şehirdir; yaşama elverişli bir alanda ve dayanıklı yapılardan oluşur.  Bu, şehir için zaruri bir ihtiyaçtır.

İslam şehri, ticari faaliyetler için uygun yollar üzerindedir; mümkünse nehir kıyısında veya diğer su kaynaklarına yakın inşa edilmiştir. Bu, şehir için haci bir ihtiyaçtır.

İslam şehri, ana yapılarından kenar semtlere kadar aynı zamanda sanatsaldır. Öylesine sanatsal ki biz bugün bile onların kalıntılarını estetik tarihi eserler olarak ziyaret ederiz. Bu da şehir için kemali bir ihtiyaçtır.

Müslümanlar, bu üç ihtiyacı da hep gözetmiş; yıkıcı bir felaketle karşılaştıklarında eskilerinden daha mükemmel şehirler inşa etmişlerdir. Nitekim Miladî 12. yüzyılda Şam’da peş peşe depremler yaşandı. Haçlı istilası da devam ediyordu. Buna rağmen Müslümanlar öncekilerden daha yaşanılır, ekonomik imkânları daha iyi ve daha sanatsal şehirler inşa ettiler. Öyle ki o günün İslam şehirleri Yahudi ve Hıristiyan seyyahlarca cennetle kıyaslanmıştır. Esasen hem Haçlı hem Moğol istilasında bu cennet şehirlerin zenginliklerini alıp güzelliklerini gasp etmek gayesi de vardır.

Ne yazık ki Moğollar İslam dünyasının çoğunu imha ederken, o istila sürecinden sonra İslam dünyasında “Şark uhreviliği” İslam dünyasında “yaydırıldı”. İslam şehirleri buna rağmen zenginlik ve güzelliklerini korudular.

Cengiz ardılı imparatorluklar çağında, Müslümanlarda irade sindirilmişse de İslam şehirleri, İslam medeniyetinin birer heykeli gibi ayakta durdu.  

Moğol istilasını taklit eden Batı istilası ve Batılılaşma ile gelen sekülerlik, önce insanımızı bozdu sonra şehirlerimizi. Daha doğrusu insanımız dünyevileşti, sekülerleşti ve seküler insan, şehirlerimizi bozdu.  Bugün şehirlerimiz elbette İslam şehridir ama İslâmî şehir değildir.

Seküler (dünyevi/laik) şehir, yaşanılabilir olmaktan öte, dünyevi amaçlar üzerinden inşa edildi.

Seküler devirde şehir, tabiatın ve özelde tarım alanlarının korunması endişesi yok sayılarak devletin gücünü temsil eden bir meydan etrafında kuruldu. O meydanı Cumhuriyet Caddesi denen, halk arasında ise “biricik” cadde olmasıyla “Mecburiyet Caddesi” diye istihza ile tanıtılan bir cadde tamamladı. Seküler yönetim, şehrin gerisini gelişigüzelliğe bıraktı.

İşin aslında seküler (dünyevi/laik) şehir; bir şehir olmaktan öte, vilayet, kaza veya kasaba olarak sistem için askerî karargâh ve idari merkez niteliğindedir.

Mamafih, bizdeki seküler şehirler eski çadır şehir kültürü ile sömürgecilerin koloni şehirlerinin sentezi gibidir. Bu şehirler limanlara yakın ise ihracat ve ithalat için birer üs konumundadır ve “mühim” olan mümkün oldukça dış çevre ile iç çevre tüccarının azami kârıdır.

İş gücünü artırmak ve ucuzlatmak için bu şehirlere göç teşviki yapılırken şehre yeni yerleşenlerin nerede ve nasıl yaşadıkları idarenin de tüccarın da umurunda değildir. Tüccar hem onlara geçimlik sağlamak hem idareye de vergi vermekle kendisini pek ayrıcalıklı ve vazifesini fazlasıyla tamamlamış görür. Onun idareden beklentisi ise daha çok göçün olması ve gelenlerin zapt u rapt altında tutulmasıdır. Bu, ilkel-uygar sentezi görünümlü, kapitalist bir şehirdir. İnsanlar, bu şehirde sürekli geçim derdiyle ve asgari koşullar altında ancak “yaşayabilmişlerdir”. Bir tür kölelere tanınan asgari yaşam koşulları.

1960’lı yıllardan sonra Kemal Karpat’ın net ifade ettiği üzere şehre başka bir işlev de yüklendi: Kırsal alan nüfusunun çağdaşlaştırılıp Cumhuriyetçi Kemalist siyasi partiler için tabana dönüştürülmesi. “Kırsalda kalan dindar kalır, Demokrat Parti tarzına oy verir” endişesiyle kırsal alan göçe zorlandı ve Ankara, İstanbul, İzmir, Adana örneklerinde olduğu gibi şehirleri her tür önlemden uzak gecekondu semtleri sardı. Bu gecekondu semtleri Kemal Karpat gibi laik bir sosyolog tarafından çağdaş yaşama geçiş alanı diye bizzat takdir edilmiş, laik edebiyat ve sinema de bu semtlerdeki yaşamı överek göçü ayrıca teşvik etmiştir.

1980’li yıllardan sonra ise özellikle Antep’in batısında kalan şehirler, Kürt nüfusu sekülerlik ve çağdaşlaşma üzerinden asimile edecek yeni alanlar olarak görüldü ve şehirler bir kez daha kaldıramayacakları bir göç dalgası ile yüz yüze bırakıldı.

2000’li yıllardan sonra Türkiye yeni bir kalkınma hamlesine başladığında gecekonduların yerini apartmanlar aldı. Ama bireysel imkân ve sosyal baskı ile kapitalist müteahhit buluşması, ortaya maddi olanı öne çıkaran, ev sahibi için “başını sokacağı yer”, müteahhit için “kâr kaynağı”, idare için alt yapı hizmetleri açısından gecekondu semtlerine tercih edilecek bir yapı tarzı çıkardı. Yerin dibine doğru köhne, yerine üstüne doğru ucube, kimi zaman dayanaksız olduğu kadar süslü bir yapı tarzı… Yangın merdiveni, otopark ne gezer? Yeşil alan, pek lüks. İslam şehrinde her hane yeşil alana sahip iken seküler şehirde yeşil alan ancak zengin konaklarında olur!

Bu arada İstanbul’un Bağcılar, Güngören gibi semtlerinin yeşil alanları neredeyse Karadeniz sahillerine atılmıştır. Amaç dar bir alana daha çok konut yerleştirmek, ya nefes almak! İnsan, sanayide çalışıp ekonomiyi çeviriyorsa nefes almasına ne hacet!

Şehrimiz, sürüklendiği handikabı aşmak için hep Batı’ya doğru çırpınırken Alafranga züppe tipini bir türlü aşamamış, her sallantıda bir tekmede yıkılan sarhoş misali yıkılmış, altında binlerce can bırakmıştır.

Seküler sistem, varlığını kalıcılaştırmak için insana ne kadar yüklenip onu yıprattıysa kenti de öylesine yüklenip yıprattı. Son yıllarda buna karşı bir ıslahat söz konusu olsa da yapılanlar tahribatın büyüklüğü ve sürekliliği karşısında yetersiz kalıyor.

Depremin tahribatına bir de bu açıdan bakmak gerekmez mi?