Hız çağında kullandığımız eşyanın değişimi, dünyaya hâkim güçlerin değişmesinden bağımsız değildir. Eşyanın sürekli değişimi, genel olarak dünyadaki değişimin yansımasıdır. Kullandığımız eşya durmadan değişiyorsa dünyaya hükmeden unsurlar da değişiyordur ve değişen yanı tanımak elzemdir.

Diğer yandan Müslümanlar için “Küfür tek millettir!” esası, oldukça koruyucu ve kolaylaştırıcı bir İlâhî buyruktur. Ama İlâhî buyruk, o esasta kalmamış, küfrü bizim için Ehl-i kitap, müşrikler, münafıklar gibi sınıflar üzerinden tanıtmıştır. Hatta Ehl-i kitabı da kısımları ile haber vermiştir. Dolayısıyla esaslar, fürunun (ayrıntıların) yok sayılması için değil, anlaşılması içindir. Bu yaklaşımla dünyada İslam aleyhindeki gelişmeleri analiz etmek, Müslüman için zorunluluk arz etmektedir.

Emperyalizm, Batı’nın dışarıya açılımı ile ilgili bir üretimdir; Batı’nın dışarıya açılım alışkanlıklarının devamıdır ve sürekli dönüşümün hedeflendiği modern Batı’da emperyalizmin olduğu gibi kalması düşünülemez. Bu da emperyalizmdeki muhtemel dönüşümü takip etmeyi gerektirir.

Analizimizde bu doğrultuda emperyalizmdeki dönüşümü ve bunun Müslümanlara bakan yönünü ele alacağız.

SÖMÜRGECİLİKTEN EMPERYALİZME

Sömürgecilik, bir devletin bir devlet veya halkın topraklarını istila edip yer altı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamasıdır. Kolonicilik ya da kolonyalizm denen sömürgeciliğe Osmanlıda müstemlekecilik denmiştir.

Sömürgeciliğin İslam dünyasına bakan yönü daha çok dolaylıdır. Zira Batı, İslam dünyasında yaygın olarak sömürgeler edinemedi; sömürge siyaseti, İslam âleminde işletilemedi.  

Batı, Haçlı Seferlerinde İslam dünyasını istilada başarısız oldu ve Osmanlı karşısında Batı Avrupa’ya sıkıştı. Osmanlı tarafından Doğu’ya açılımı engellenen ve sahası daraltılan Batı, dışarıya açılım arayışı içinde Güney Asya, Orta ve Güney Afrika, Güney ve Kuzey Amerika’da kolaylıkla istila sahaları edindi. Müslümanların ihmal ettikleri bu alanlarda kendilerini kültür dünyalarına kapatmış bu topluluklar, Batı orduları karşısında direnemediler, kısa sürede toprakları gibi nüfuslarının da çoğunu kaybettiler. Batı, onların ülkelerinde koloniler kurdu, zenginliklerini gemilere yükleyip Avrupa’nın hazinelerine aktardı.  

Bu sürecin İslam dünyasına bakan yanı, Batı’nın ekonomik olarak İslam dünyasının önüne geçmesidir. Batı’nın sömürgelerden elde ettikleri ile zenginleşmesi, İslam dünyasında epeydir kendini yenilemeyen statik ticareti işlemez duruma getirdi. Süreç, nihayetinde Batı ordularını İslam orduları karşısında avantajlı konuma çıkardı.  

Batılı ülkeler, 19. yüzyılda İslam dünyasının Cezayir ve Hindistan gibi coğrafyalarını sömürgeleştirme yoluna gittiler. Ama hiçbir zaman diğer coğrafyalardaki kolay zaferlerine buralarda ulaşamadılar. Batı, tam da bu süreçte sömürgecilikten emperyalizme geçti.  

Belki de Müslümanların sözü edilen coğrafyalar ve başka yerlerdeki soluksuz savaşları, Batı’yı sömürgecilikten emperyalizme geçişe zorladı.  

Sömürgecilikte hedef, zenginlikleri almak iken motivasyon unsuru Hıristiyanlaştırmadır. Batı; Güney Amerika ve Afrika’yı Hıristiyanlaştırırken İslam karşısında geriye dönüşü ifade eden Hıristiyanlaştırmayı Müslümanlara dayatamadı.

Batı, İslam dünyasının karşısına Hıristiyanlıkla çıkamadı; dünya istilasını tamamlayıp İslam dünyasını istilaya yöneldiğinde Hıristiyanlığı hemen hemen terk etmiş, dine muhalif pozitivist modernleşmeyi benimsemişti. Hegemonya kurmakta modernleşmeyi motivasyon kaynağı olarak kullanmaya başlamıştı.  

Batı, dikkatleri salt teknik gelişmişliğe çekerek modernleşmeyi “mutlak ilerleme” gibi gösterdi ve onun üzerinden kendisini İslam dünyasına kabul ettirme yoluna gitti.

Emperyalist süreçte dinin yerini modernizm aldı. İslam dünyası ise Hıristiyanlığa karşı gösterdiği direnci modernizm karşısında göstermekte ihtilaf yaşadı.

Bu ihtilaf da bizzat emperyalist stratejinin bir üretimidir.  Zira Batı, Müslümanlar henüz sağlıklı bir modernizm tahlili yapmadan elit sınıfın öğrencilerini zevk tuzağına düşürüp devşirerek onları kendisinin aşılmazlığına ve ancak kendisine tamamen teslim olunması durumunda İslam dünyasının yaşama şansının bulunduğuna inandırdı. Bu gençlerin fanatik Batı yanlılığı ile birlikte Batı’dan buldukları ekonomik kaynaklar, İslam dünyasını sarstı ve siyasal düzen bir yana, sosyal düzeni dahi etkiledi.

Sömürgecilik, denizcilikte gelişmiş Batı’nın dünyanın farklı noktalarındaki zenginlikleri deniz ulaşımı maharetiyle talan etmesinden ibaretti. Sömürgeciliği bu noktada kadim çapulculuktan ayıran, kadim çapulcuların yağmaladıkları yerlerde koloni kurmamalarıdır. Kadim talancı, malı alır ve uzaklaşırdı. Sömürgeci ise talanı süreklileştirmek için bir tür karakol kurar; orada daimî bir birim bulundurur.  

Emperyalizm, “imparatorluğa dönüşme politikası” anlamına gelir; bir devletin başka bir devleti etkisi altına alması politikası olarak tarif edilir.  

Tarihsel süreç olarak emperyalizm, kapitalizmin 19. yüzyılda ulaştığı evredir. Modern kapitalist, malını kendisi ürettiği gibi müşterisini de kendisi üretmeye kalkışmıştır. Bu, sömürge siyasetine uyarlandığında emperyalist evre şöyle ifade edilebilir: Sömürgeci devlet, sömürü acısının insanların iliklerine dokunduğu bir çağda o acıyı bastıracak ulusal yönetimler üretme yoluna gitmiş, sömürgeyi artık doğrudan yönetmek yerine ulusal yönetimler eliyle yönetmeye başlamıştır. Sömürgecilik sürecinde koloni yönetimi de Batılı iken emperyalizme geçildiğinde koloni yönetimi lağvedilmiş, onun yerine yerel hükümetler üretilmiştir.

Böylece sömürgecilik açısından biri Batı’da, diğeri sömürgede olmak üzere iki farklı yönetim merkezi oluşmuş, sömürgecilik bundan sonra bu iki merkez arasındaki ilişki üzerinden yürümüş ve bu ilişki tarzına emperyalizm denmiştir.

Batı, kendisini dünyanın merkezi olarak gördü. Dünyanın gerisini ise o merkezden yönetilebilir barbarlar gibi düşündü. 

Batı, epey zayıfladığı II. Dünya Savaşı’nın ardından bu mantıkla önce sosyal liberalizm veya sosyal demokrasiye geçip halkını ekonomik olarak ikna ederek iç barışını korudu. Bu düzenin sürmesi için sömürgelerin varlığını elzem gördü. Ancak sömürgeleri eski çağlarda olduğu gibi doğrudan veya şirketler maharetiyle yönetmek yerine, ulusal yönetimlerle ilişki üzerinden yönetti.

Bu yeni sistemde Batı yönetimleri ve halkları ile birlikte, bağımsız veya yarı bağımsız ülkeler olarak görünen sömürgelerdeki ulusal yönetimler memnun olurken sömürgelerdeki halklar için geçmişe göre değişen bir şey olmadı. Yalnız sömürgecilik kavramı gitti, yerine emperyalizm kavramı geldi.  

Bu sistemle, Batı yönetimleri ve Batı toplumlarının yanında sömürgelerin azınlık iktidarları da şatafatlı bir yaşam sürerken sömürgelerdeki halklar, Afrika toplumlarında açıkça görüldüğü üzere yokluk içinde sefil bir yaşama mahkûm bırakılmışlardır.

Ne var ki bu emperyalist sistemde, sömürge devrinde olduğu gibi bütün kararlar Batı’daki merkezlerde alındığı hâlde sömürgelerdeki yokluk ve sefaletin suçu bağımlı ulusal yönetimlere yüklenmiştir.  Batı, güç dengelerini gözeterek onlara karşı isyanları bile desteklemiş ama nihayetinde kendisine bağlı bir idarenin varlığına süreklilik kazandırmış ve her başa geçen şatafatlı bir yaşam sürerken halkın sefaleti de devam etmiştir.

Sömürgecilikte kaba (fiziki) güç; emperyalist süreçte ise “yumuşak güç” esastır, onun etkili olmaması durumunda kaba güce başvurulur.

Dünyanın gerisine uyguladıkları politikaları İslam dünyasına uyarlamaya kalkışırken hep Müslüman direnişiyle karşılaşan emperyalist güçler, İslam dünyası için “emperyalizme hazırlamak” gibi bir ara süreç politikası gütmek zorunda kalmışlardır.

 Bu doğrultuda Batı, İslam dünyasına karşı öncelikle “insan istilası” politikaları uygulamıştır. İnsan istilası; fizikî istilaya karşı direnen insan unsurunun direniş kaynaklarından koparılarak dönüştürülüp kendi inanç, değerler ve toplumuna karşı konumlandırılmasını ifade eder.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Batı’nın İslam dünyası siyaseti esasta, merkeze hizmet edecek krallıklar ve diktatörlükler oluşturmaya dayanır. Bu mahiyette krallıklarda toplumu ekonomik olarak tatmin edip uyuşturma yoluna gidilirken diktatörlüklerde toplumu zihnen dönüştürüp devşirme yoluna gidilmiştir. İslam dünyasının daha çok krallık bölgelerinde odaklanan yer altı zenginlikleri, bu yolla yağmalanmıştır. Buna karşı Müslüman uyanışı oluşmaya başlamış ve ilk İslâmî hareketler zuhur etmeye başlamıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nda Batı zayıfladı ve İslam dünyasındaki varlığını koruyamama korkusu yaşadı. İşte tam bu süreçte, 1950 öncesi Türkiye tecrübesi de gözetilerek İslam dünyasına karşı “ulusal sol” diktatörlükler sürecine geçildi. Ulusalcı sol diktatörler, bağımsızlık, sosyal adalet, cumhuriyet sloganları atarak gençliği saptırırken Batı çıkarlarını korumak için, bu düzeni bozacak İslâmî hareketlere her tür insanlık dışı muameleyi reva görmüşlerdir.

Diktatörlere Batı’nın kendilerini eleştirip kınamasının onları devirmek istediği anlamına gelmeyeceği de öğretilmiştir. Böylece diktatörler, halka baskı yaptıkça halk Batı’ya şikâyette bulunacak, Batı da diktatörleri eleştirir gibi davranacaktır. Ama diktatör, Batı tarafından eleştirildikçe bu kez ülkesini dış güçlere şikâyet etme ihanetiyle de suçlayarak halka daha fazla zulmedecek ve halk, gittikçe daha çok Batı’ya dayanacaktır.

İslâmî hareketler bu tamı tamına emperyalist oyun karşısında tükenmediler. Toplumu, sistemin felsefesi kadar insan unsurları hakkında da bilgilendirip şuurlandırdılar. Bunun için emperyalist güçler, hiçbir zaman başka coğrafyalarda olduğu gibi İslam dünyasındaki konumlarından emin olamadılar.

NEO-EMPERYALİST SÜREÇ

Lenin’e dayanan açıklamalarda durup emperyalizmi, kapitalizmin son aşaması diye kendini yenilemeyen bir yapı olarak mı göreceğiz? Bu, eşyanın tabiatına aykırı olduğu gibi, Batı’nın modern zihniyet sonrasında dünyayı anlama biçimine de ters düşer.

İslam dünyasını sömürgeleştiremeyen Batı, emperyalizmi de İslam dünyasında “ağız tadıyla” uygulayamadı. Kapitalizm, sosyal demokrasiye dönük ödünler verip neo-liberalizme geçerek Batı’da kendisini sürdürme garantisi aldı. Oysa İslam dünyasının beklentileri salt ekonomik değildir.

İslam dünyası, öncelikle kendi yurdunda bağımsız olmak istiyor, ikinci aşamada ise kendi medeniyetini yeniden inşa etmeyi hedefliyor. Müslümanlar bunun için Batı’nın bütün süreçlerine inşa edici bir muhalefet oluşturuyorlar.

Batı, buna karşı neo-liberal dönemde bir tür neo-emperyalizm (yeni emperyalizm) geliştirdi. Daha doğru bir ifadeyle neo-liberalizmin motivasyon kaynağı olduğu yeni bir emperyalizm politikası oluşturdu.

Bu yeni emperyalist politikada emperyalist güçler, Müslüman toplumu yok sayıyorlar, Müslüman ferdi muhatap alıp bireyleştiriyorlar ve o bireyi post-modern örgütlenme biçimlerinde tamamen kendilerine hizmet edecek bir formata sokuyorlar.  

İslam dünyasında emperyalizm, genel olarak krallık veya diktatörlüğü sürdürecek bir seçkin sınıf oluşturmaya ve o sınıf üzerinden toplumu baskı altında tutmaya dayanıyordu. Neo-emperyalizm ise Batı’nın etkisine alıp post-modernce örgütlediği bireyleri İslam dünyasındaki karşıtlarını diskalifiye etmek için kullanmaya dayanıyor.

Emperyalistler, bütün oyunlarını bozan İslâmî hareketleri farklı yöntemlerle zayıflatırken toplum zemininde yaptığı bu dönüşümle onların seslenecekleri fertleri, düşmanları hâline getirmek gibi bir tezgâh geliştirdiler.

Sömürgeciliğin motivasyon kaynağı Hıristiyanlıktı, emperyalizmin modern ideolojilerdi, neo-emperyalizmin ise post-modern sıfırlanma, hiçlik, cinsiyetsizlik ve tükenmişliktir.

Dinsel ve düşünsel olarak biten Batı’nın ahlakı hiçleştirmekte hiçbir sınır tanımadan geliştirdiği bu tezgâh başta aile olmak üzere pek çok kurumun zayıflamasına ve özellikle dindar ailelerin çocuklarının onlara karşı mücadele unsuruna dönüşmesine yol açıyor.

Bu sürecin esası, hiçbir kutsalı tanımayan ve hiçbir değeri kendi keyfinden önemli görmeyen bireylerin üretimine ve üretilen bireylerin emperyalist hedeflere uygun örgütlendirilip kullanılmasına dayanıyor. Bunun neticesinde İslam dünyasının sıfırlanıp yok olması, dolayısıyla emperyalizme direnen son insan unsurunun tamamen yok olması hedefleniyor.

Bu bağlamda İslam dünyasında, İslâmî hizmetler karşıtı her tür yapı emperyalizme hizmet etmektedir.  Ama sadece doğrudan İslâmî hizmetlere düşmanlık yapanlar değil, Müslüman toplumun esas birimlerine karşı duranlar da inançlı olsalar bile emperyalizmin hizmetinde sayılırlar.

Dün, bir baş üretilip ayaklar ezilirken bugün ayaklar üzerinden baş ezilmeye çalışılmaktadır.