İslam’ı bu çağda medeniyet-uygarlık çatışması üzerinden okuyan herkesin zihin dünyasında ileri-geri, fen-sosyal mefhumları vardır.

Sultan Abdülhamid’in son devrinden, edebî sınıflandırmayla Servet-i Fünûn günlerinden Cumhuriyet’in kurulduğu günlere… Fikrî hürriyetin olduğu günlerin mecmualarına baktığınızda İslâmî kesimin ilerlemeyle ilgili muazzam fikirler ürettiğini ve o fikirler arasında muazzam bir ahengin bulunduğunu görürsünüz.

Lâkin o fikirler ne kadar ahenkli ise fikrin sahipleri o ölçüde birbiriyle uyumsuz... Her biri adeta kendi evreninde… Sanki Müslüman şahsiyetler, doğru fikir beyan etmeyi tek sorumluluk biliyorlar, sonrasını “takdir”e bırakıyorlar! Kendine has bir “protestan Müslümanlık” anlayışı gibi bu… Ne kadar fen ehli isek sosyalden o kadar uzak. Medeniyet ile ünsiyet arasındaki ilişkiyi hiç bilmemiş gibiyiz.

Aynı devirde Batıcı yapıların ilerlemeye dayalı fikrî mütalaaları ise aklını eğlenip içerek ya da inzivaya çekilerek tatil etmemiş her insanın fark edeceği kadar kuru gürültüden ibaret. Ama o fikrin sahipleri arasında aklın anlamakta güçlük çektiği bir ahenk ve o ahengi sağlayan bir teşkilatlanma var… Onlar, ne kadar fenden uzak iseler sosyale o kadar yakındılar.

Sonuçta muazzam bir uyum içinde hareket edenler, muazzam fikirler ortaya atıp bir araya gelemeyenlere galip geldiler.

İleri-geri mefhumlarını şehir üzerinden okumak, herhâlde edebiyatla iştigalin tabii bir neticesidir. Bu okumayı ilkin, Ankara’da ikamet ettiğim Sincan ile ders mekânım Çankaya üzerinden yaptım.

Sincan; Çankaya tarafından geriliğin simgesi diye ötekileştirilmişti. Oysa o güne kadar seksen yıldır yatırımların yapıldığı Çankaya’nın Sincan karşısındaki hâli, bugün İzmir’in Konya karşısındaki hâli gibi bile değildi.

 Hele 2008’de bir düğün daveti münasebetiyle gittiğim Mamak sınırındaki bir Çankaya mahallesinde gördüğüm hâl, Batıcıların dayattığı ilerleme anlayışının bariz bir resmiydi. Doğru dürüst yolu bile olmayan yıkık dökük gecekondulardan çıkan, olabildiğine modern kıyafetler içindeki kadınlar, bizim İslâmî düğünümüze ucube gibi bakıyorlardı. Batı ve Batıcılar, yüz yıl önce bizden sanki tam da böyle bir ilerleme resmi istemişlerdi.

Zihnimde Çankaya’daki o resmi, İzmir’deki bir manzara tamamladı: Yıllar önce gittiğim İzmir’de tamı tamına yoksulluğun, ezilmişliğin minyatürü gibi bir gecekondu semtinin tepesine bindirilmiş, “kurucu reis-i cumhur” büstü! Büst o kadar büyük ve mahallenin evleri o kadar küçüktü ki… Büstü bir an için evvel zamanlardan zannettim. Lâkin eski zamanlarda böyle “modern” gecekondular da yoktu!

Müslüman şehir, sabah namazına tertemiz kıyafetler içinde, vakarla giden arif gibidir. Sömürgecilerin bize dayattığı şehir ise pazar sabahı çapraz adımlarla yürüyen sarhoşu andırır. 

Geçen hafta Konya’daydım. Şehrin üzeri açık, hava limanının üzeri sisliydi. Uçak yaklaşık bir saat havada kaldı. Uçak, şehrin üzerinden üç kez turlamak durumunda kaldı. Konya’ya baktım, neredeyse sabah namazına vakarla giden arifi bulduk, diyecektim.

Belki, bir zamanların Şam’ını, Bağdat’ını, Endülüs’ünü, Buhara’sını, Kafkasya’sını bilmediğimiz için sentezli kopyalar bile bize muazzam geliyor.

Daha önce Kayseri ve Erzurum’u da görmüş; ister istemez Çankaya ve İzmir’le karşılaştırmıştım. İmkânları daha az olan ilk iki şehrin merkezi, diğer ikisiyle kıyaslanmayacak kadar sade, düzenli ve alımlıydı.

Konya’nın kendisine has bir belediyeciliği var. Dolayısıyla Konya bir yana… Bugüne kadar nice şehrin belediyesi dindar başkanlar gördü.
Muazzam teknik işler başardılar, yol yaptılar, park yaptılar… Ama hep geçen yüzyılın başındaki fende kaldılar hem de gericilik yaftasından kurtulma kompleksiyle!

Buna karşı Solcu-Çağdaş Batıcı belediyeler, çoğu yerde sadece merkezi hükümetin icraatları ile kaldı. Ama her mahalleye “halk evi” adı altında “kültür merkezleri” kurdu. Yüz yıl önceki kuruntuları, şarkılar, marşlar, tiyatrolar üzerinden gençlere dikte etti, tekniği “gerici sağ”a bırakıp kendisi için “sosyal” bir alan oluşturdu.  

Dindar belediyelere gelince, hükümetin atadığı kayyumlar da dahil, modası geçmiş eski meyhane şarkıcılarını şehir meydanında sahneyi çıkarmayı “kültür hizmeti” bildi. Eleştirilince yapılanı yetersiz görüp postmodern cinsiyetsizleri (!) AVM’lerin isli kafelerinden çıkarıp yüz binlerce para ödeyerek sahneye çıkardı. Aklıma kimi zaman babamın ebleh bir sufisi gelir. Oğlunun düğününü çifte davulla, kadınlı erkekli halayla yapmıştı. Babam itiraz edince “Vallahi bu da sevap, gençler eğleniyorlar!” diye cevap vermişti. Lâkin o eblehlikte değiliz. Bizi bütünlüğümüzü parçalayıp eksiklerimizi sentezlerle kapatma yoluna giden kör anlayış burada bıraktı.

Hâli gören var mı? “Rabbini yücelt ve elbiseni temiz tut!” ayet-i kerimesini okurken kıraatte kalıp manaya idrakimizi kapattık galiba.

Gazzâlî, İhyâü ulûmi’d-dîn’i yazmıştı. Onu okumayı elden bırakmadan herhâlde bizim de İhyâü ulûmi’n-nas’ı yazıp okumamız gerekecek.