Tarih, bir anlatım olarak tarihçinin eseridir. Tarihçinin şahsiyetinden, dünyaya bakışından, devrinin koşullarından, siyasal ilişkilerinden, finans kaynaklarından etkilenir. Bu etkileri sıfır noktasına çekip tam objektif bir tarih yazmak düşünülemez.

Modern dönemde bu tabii hâli aşan bir tarih üretimi yapıldı. Tarih, günün ve yarının dizaynı için yeniden “üretildi.” Bu üretimi gerçekleştiren tarihçiler, dünün hakikatini yansıtma kaygısıyla değil, bugün kendilerinden isteneni aktarma komutuyla hareket ediyorlar. Görevleri, geçmiş üzerinden bugün ve yarına hükmetmek isteyenlere hizmet etmektir.

Özellikle İngiliz tarihçiliği; diplomat, gazeteci gibi tarihçi olmayan kişilerin resmi politikalara hizmet edecek bir tarih üretimine dayanıyor. Bunların yaptığı tarih üretimi, geçmişin hakikatini tam ters yüz edebiliyor. Ne yazık ki İslam dünyasında da bu sahte tarih anlatımı “popüler tarih” adı altında ilgi görüyor.

Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddin-i Eyyûbî, İslam tarihinin en önemli şahsiyetleri arasında yer alırlar. İkisi de salt tarihsel birer kişilik olarak değil, aynı zamanda manevi bir önder olarak da kabul görmüşler ve adaletleriyle insanlığın takdirini kazanmışlardır. Devirlerindeki tarihçiler, onları imalarla eleştirirken dahi sınırları aşmamaya özen göstermişler; sonraki tarihçiler de onlara hürmette kusur etmemişlerdir.

Modern devirde, iki şahsiyet, Kudüs meselesi ile ilgili olarak Müslümanlar tarafından umudun simgesi olarak bilindiklerinden neo-oryantalist saldırılara maruz kaldılar. Neo-oryantalistler, bizzat işgalci israil rejiminin araştırma merkezlerinin de katkısıyla her iki şahsiyetin örnekliği ve bu örnekliğin verdiği umudu bertaraf etmek için pek çok üretim yaptılar. Ama bu çalışmalar; tercümeler ve akademik çalışmalar yoluyla İslam alemine fütursuzca taşındıysa da genellikle tutmamıştır.

Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarihçiler muhafazakâr bir kimlik taşısalar bile Türkiye’nin o devirde Kudüs meselesine duyarsız kalma kararıyla elbette ilgili olarak Nûreddin’i topluma hatırlatmama, Eyyûbîler ve Selâhaddin’i ise ötekileştirme ve gözden düşürme yönünde bir tutum takındılar. En saygınları dahi Anadolu Selçuklularla ilgili anlatımlarda yapay bir düşmanlık üretme yönünde davrandılar. Bu üretimler de aynen neo-oryantalistlerin çalışmaları gibi, toplum nezdinde karşılıksız kaldı. Çünkü Müslümanlar, onların üretimlerini “dıştan/dış etkiyle” kabul ediyor ve dışlıyorlardı.

Ne var ki Türkiye’de ümmet vurgusunun yeniden öne çıktığı 2000’li yıllardan sonra “popüler tarih” anlatımı üzerinden tamamen uydurma malumatlar kitlelerin diline düşürüldü. Bugün artık hayatta olmayan, yaşlı bir avukat da maalesef bu anlatıma alet edildi.

Popüler tarih, bir propaganda türüdür ve zihinlerde yanlış izler bırakır. Bundan dolayı Selâhaddin’in gündeme geldiği her ortamda Nûreddin-Selâhaddin ilişkileri menfi yönde gündeme getirilebiliyor, o yönde sorular soruluyor.

Bu analiz, o sorulara cevap vermek üzere kaleme alınmıştır. Bunun için konuyu o soru ve cevaplar üzerinden ele alacağız:

NÛREDDİN VE SELÂHADDİN İLİŞKİSİ NEDEN HEDEFTE?

Müslümanları Haçlılar karşısında zayıf düşüren ana etkenlerden biri ihtilaftı. Nûreddin ve Selâhaddin, Müslümanların, düşmanlarına karşı birliğin önemini gördüler ve her yönüyle bir “ittihat/birlik” stratejisi geliştirdiler. Onların bu stratejisi, sadece Haçlıları yenmedi, dünyayı Moğol musibetinden de kurtardı.

Öte yandan İslam dünyasının büyük sorunlarından biri de istikrarsızlıktı. Hanedanların değiştiği devirlerde özellikle aralarında irsiyet bağı bulunmayan hükümdarlar, kendilerinden önceki hükümdarın bütün çabalarını hiçleştirebiliyordu. Bu da sürekliliği engelleyerek İslam dünyasında kurumsal bir yapının oluşmasının önüne geçiyordu.

Selâhaddin, kendisiyle Nûreddin arasında irsiyet bağı bulunmamasına rağmen, onun başlattığı yolu ümmet şuuruyla sürdürmüş; Kudüs’ü fethederken onun yaptırıp Halep Camisi’nde tuttuğu mihrabı Mescid-i Aksâ’ya yerleştirmiştir. Bu, tamamen Selâhaddin’in bir fazileti ve alicenaplığıdır. O mihrap, İslâmî mücadelede birlik, süreklilik ve kurumsallaşmanın nasıl bir berekete yol açacağının da simgesidir.

Bundan dolayı o mihrap siyonistlerin hedefi hâline geldiği gibi, Nûreddin ve Selâhaddin arasındaki ilişki de Müslümanların birliğine karşı uğraşanların hedefi hâline gelmiştir.

Bunu ifade ettikten sonra, Nûreddin ve Selâhaddin ilişkisini ele alalım:

ZENGÎ VE EYYÛBÎLERİN İLİŞKİSİ NEREDE BAŞLADI?

Nûreddin Zengî’nin babası İmâdüddin Zengî henüz Musul Atabegi olmadan Selâhaddin-i Eyyûbî’nin babası Necmeddin Eyyûb ve amcası Esedüddin Şîrkûh, Tikrit’i yönetiyorlardı. Tikrit, Abbâsî başkenti Bağdat’ın hemen kuzeyinde ve özellikle iç ihtilaflarda İran’dan gelen kuvvetler karşısında çok önemli bir şehirdi.

Necmeddin Eyyûb böyle önemli bir şehrin sivil valisi, Şîrkûh da askeri valiydi. Her iki valiliğin Şazioğulları olarak bilinen iki kardeşe verilmesi, onların Bağdat nezdinde çok önemli bir konuma sahip olduklarına delildir.

Musul Atabegi Zengî, Bağdat’taki iç ihtilaflardan birinde yaralanıp Eyyûb ve Şîrkûh’a sığındı. Yakalansaydı öldürülürdü. İki kardeş, Bağdat’ın tepkisini göze alarak onu yaklaşık iki hafta yanlarında tuttular ve Musul’a yetiştirdiler. Çünkü Musul’un Haçlılarla mücadele için önemli bir karargâh olduğuna inanmışlardı.

Daha sonra gayrimüslimlere muamele ile ilgili olarak iki kardeşin Bağdat’la arası bozulduğunda Zengî ile anlaştılar. Zengî, onlara Balebek’i ikta olarak verdi. Haçlı istilası altındaki topraklara komşu, bugün Lübnan sınırları içinde yer alan Balebek, çok kritik bir noktaydı. Balebek’in bir yanı Haçlı istilası altındaki topraklara, bir yanı Zengî’yle çatışma hâlinde olan Dımaşk Tuğteginliler Atabegliğine, diğer yanı Zengî’nin topraklarına bakıyordu. Zengî’nin topraklarında bir uç iktası idi.  

Bu kritik noktada Eyyûb, siyasi dehası; Şîrkûh askeri kabiliyetiyle öne çıktı. Zengî, oğlu Nûreddin’i, yetiştirilmek üzere iki kardeşin yanına verdi. Nûreddin, o günlerde yirmi yaşındaydı. Selâhaddin ise henüz doğmuştu. Onların bu ilk birliktelikleri de bu şekilde olmuştur.

NÛREDDİN’İ KİM SULTAN YAPTI?

Zengî, 1146’da Caber Kalesi kuşatması sırasında katledildiğinde Selâhaddin el-Yağısyanî ve Şîrkûh diğer emîrlerle birlikte Nûreddin’i savaş alanından kaçırıp Halep’te babasının varisi ilan ettiler. Musul Atabegliği ise ağabeyi Seyfeddin Gazi’ye kaldı.

Zengî’nin ardından Haçlılar hem Urfa’yı hem Antakya tarafındaki sahayı istila ettiler. Nûreddin, Urfa’yı kurtarırken Şîrkûh da Antakya Prinkepsi Raymond’un istila ettiği sahayı kurtardı.

Dımaşk Atabegliği de Balebek’i istila edince Necmeddin Eyyûb, Dımaşk Atabegliğine bağlandı ama Şîrkûh, Nûreddin’in yanında kaldı ve Selâhaddin’i de yanına aldı.

Nûreddin’in Halep’te kalıcı olmasını sağlayan etkenlerden biri de 1149’da Antakya Prinkepsi Raymond’u yenmesidir. Raymond, bizzat Şîrkûh tarafından öldürüldü.

Nûreddin, bunun hemen ardından Tuğteginlilerin başkenti ve bölgenin en önemli şehri Dımaşk’ın üzerine vardı. Dımaşk, bizzat Şîrkûh’un askeri dehası ve Eyyûb’un siyasi girişimleri ile kansız olarak zapt edildi. Nûreddin, şehrin yönetimini Balebek hâkimi Necmeddin Eyyûb’a bırakırken bu vakayla iki kardeşin gücü Nûreddin’in gücüyle neredeyse eşitlendi. Nûreddin, Abbâsî Halifesi tarafından melik/hükümdar olarak tanındı, böylece sultan konumuna çıktı.

Dolayısıyla Nûreddin, salt Şîrkûh sayesinde olmasa da genel olarak onun katkılarıyla sultanlık elde etmiş ve ülkesini genişletmiştir. Bu, bir İslam ittifakıdır. İslam ittifakı tarafları zafere ulaştırır.  

NÛREDDİN, SELÂHADDİN’İN ÜSTADI MIDIR?

Üstatlık, ilmî tedrisat veya memlûk eğitiminde usta memlûk ile genç memlûk arasında olur. Nûreddin, hiçbir zaman ilimde Selâhaddin’in üstadı olmamıştır. Nûreddin, alim olmakla birlikte kesinlikle müderrislik yapmamıştır. Her iki isim üzerinde de Eyyûb ve Şîrkûh’un büyük etkisi vardır. İki kardeş ise Müslümanların birliğine inanmış, Gazzâlî çizgisindeki gazi ve sûfidirler.

Memlûkluğa gelince belki Nûreddin’in ailesinin memlûk kökeninden söz edilebilir. Oysa Selâhaddin’in ailesi, hiçbir zaman memlûk olmamıştır. Muhtemelen daha Kafkasya’da iken bir bey ailesidir.

Öte yandan Selâhaddin’in doğrudan Nûreddin’in emrinde olan bir asker olduğu da malum değildir. Selâhaddin, amcası Şîrkûh’a bağlı savaşmış ve tarih sahnesine II. Mısır Seferi sırasında onun komutasındaki Babeyn Savaşı’nda çıkmıştır. Ardından aynı sefer sırasında kısa süreli İskenderiye hakimiyeti ile tanınmaya başlamıştır.

Selâhaddin, III. Mısır Seferi’ne kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla, Nûreddin’in teşviki ile katılmış ama amcası Şîrkûh vefat ettiğinde Nûreddin’in emriyle değil, Fakih İsa el-Hakkârî’nin girişimleri ve Fâtımî imamının onayıyla Mısır’a vezir/sultan olmuştur.

Selâhaddin, vezir olduktan sonra Nûreddin’in askerleri Şam’a dönmüş, buna rağmen isyanları bir bir bastırıp nihayetinde Mısır’ın tam hâkimi olmuştur.

Bu sırada Bizans’ın büyük bir donanmayla başlattığı Dimyat kuşatmasını kardeşlerinin maharetiyle sonlandırmıştır. İslam tarihinin Bizans’a karşı en büyük zaferlerinden biri olan ve Selâhaddin’i Mısır’da kalıcı yapan bu zaferin kazanılmasında Nûreddin’in sadece sınırlı bir katkısı olmuştur.

Nûreddin, bundan sonra kendisini ülkesinin kalkındırmasına vermiş, Haçlılarla cihadı da tamamen Selâhaddin’e bırakmıştır. Selâhaddin, Haçlılarla cihadı yürütmekle birlikte İslam diyarlarından Tunus, Libya, Yemen ve Hicaz’ı da ele geçirmiş, Sudan’ı da fethetmiştir. Böylece henüz Nûreddin hayatta iken onun hakimiyet alanı, Nûreddin’in bizzat hükmettiği alanın neredeyse on katı kadar büyümüştür.

NÛREDDİN İLE SELÂHADDİN ARASINDA İHTİLAF ÇIKMIŞ MIDIR?

Her iki şahsiyet de kışkırtılmışsa da aralarında hiçbir savaş çıkmamıştır. Bununla birlikte iktisat konusunda hazineye önem veren Nûreddin ile, hazinedeki her şeyi halka dağıtan Selâhaddin arasında farklı koşullar gereği bir yönetim farkının olduğu görülmektedir. Ketebe Yayınları arasında çıkan Kudüs’ün Fethinin Mimarı Nûreddin Mahmud Zengî kitabımda ayrıntılı olarak anlattığım üzere, bu fark sorunlara yol açmışsa da hiçbir zaman ordularını karşı karşıya getirecek boyuta ulaşmamıştır.

SELÂHADDİN, İSMET HATUN’LA NASIL EVLENDİ?

İsmet Hatun, Nûreddin ve babasının eski düşmanı, Selâhaddin’in ise babasının dostu Üner’in kızıdır. Nûreddin’le evliliği siyasidir ve kendisini Nûreddin’le babası arasındaki zikzaklı ilişkilerden uzak tutup ibadet ve vakfa vermiş saliha, zahide, abide, muhtereme bir kadındır.

Nûreddin, Zengî hanedanı içinde müstesna bir şahsiyettir. Vefat ettiğinde yerine, İsmet Hatun’dan olmayan, 11 yaşındaki oğlu Salih İsmail tayin edilmiş, Selâhaddin de onun yaşına dahi bakmadan birliği korumak için, adına para basıp hutbe okutmuştur.

Ne var ki Nûreddin’in Halep Atabegi yeğeni II. Seyfeddin Gazi, amcasının vefatı üzerine bayram ilan etmiş, meyhaneleri açmış, fısk ve fücurunu izhar etmiştir. Musul, Halep’i de etkisi altına almış, Salih İsmail, Halep’e götürülmüş, Haçlıların en önemli hedefleri arasında yer alan başkent Dımaşk, sultansız kalmıştır. Musul ve Halep, kuzeydeki Haçlılar ve Haşhaşilerle işbirliği yaparken güneydeki Haçlılar hiçbir direnişle karşılaşmadan Dımaşk önlerine kadar gelmişlerdir. İsmet Hatun, aralarında çekişen emîrlerin Halep’e gitmesi üzerine askersiz kaldığından para vererek Haçlıları savmış, Dımaşk’ı kurtarmıştır.  

Dımaşk, bu hâlde iken İsmet Hatun’un kardeşi, faziletli, cihad ehli büyük emîr Sadeddin Mesud, İsmet Hatun ve diğer umera, Selâhaddin’i Dımaşk’a çağırıp şehri ona teslim etmişlerdir. Zengî bakiyelerinin Haçlılarla iş birliği koşullarında İsmet Hatun’la Selâhaddin’in evliliği, bizzat İsmet Hatun’un kardeşi ve devrin en büyük alimi İbn Ebû Asrûn aracılığıyla gerçekleşmiştir.

İsmet Hatun, Nûreddin’den çok küçük, Selâhaddin’den ise en çok iki üç yaş büyüktür. Şazioğulları, kadınlara çok önem verirlerdi. Öyle ki Selâhaddin’in gelini ve yeğeni Dayfe Hatun, İslam tarihinin uzun süre hükümdarlık yapan tek kadınıdır.

İsmet Hatun’un Selâhaddin’le evlenmesinin önünde hiçbir şer’i engel yoktur. Bu yönde bir iddiada bulunmak “Cahiliye Devri”nde bile mümkün değildir. Örfî olarak ise devrin Türk hükümdarları, o devirde atabegi oldukları çocukların bile anneleriyle evleniyorlardı. Dolayısıyla hiçbir tarihçi ima yoluyla dahi Selâhaddin’in bu evliliğini asla kınamamış, aksine bu evlilik hep takdir edilmiştir.

İsmet Hatun, Selâhaddin’le evlendikten sonra onun en önemli danışmanları arasında yer almıştır. Selâhaddin, seferlerde iken Kâtip İmâd’ı bıktıracak kadar İsmet Hatun’a mektup yollayıp onun fikirlerini almıştır.

Selâhaddin, Harran civarında hasta iken İsmet Hatun’un vefat ettiği haberi gelmiştir. Ama Selâhaddin, ona öylesine çok değer veriyordu ki duyması durumunda kahrından ölebileceği düşünülerek haber Sultandan saklanmış ve ancak iyileşip tahammül edebilecek duruma geldiğinde haber verilmiştir.

Hakikat bu iken birkaç yıl önce vefat eden yaşlı bir avukata, meseleyi tamamen saptırarak kim aktardı ve onu kim öyle konuşturdu? Allah vardır, ahiret haktır ve helali haram saymak, Allah katında büyük bir cürümdür.

Nûreddin, velilerden kabul edilmiştir. Selâhaddin de o konumda sayılmıştır. Her ikisi de aynı davanın erleridirler.

Kudüs’ün istila altında olduğu ve onların dayanışmasının örneklik teşkil ettiği bir çağda onların ilişkileri ile ilgili yalan ve iftiralar uydurmak çok ama çok büyük bir vebaldir.