İç siyaset gibi, dış siyaset de ilkeler, imkânlar ve maslahatlar doğrultusunda yapılır. Söz konusu Müslüman devletler olunca dış siyasetin esasları; akide, fıkıh, imkânlar ve maslahatlar üzerine bina edilir.

Akide mutlak bir sabite; fıkıh içtihada açık, esnek bir sabite olarak süreklilik arz ederken imkân ve maslahatlar değişkeni oluşturur.

İnsan iradesi, fıkıh kapsamında içtihadın hemen ardından kendisini imkân ve değişkenlerde gösterir. İradenin isabetli kullanılması ise hem hazır devri bilmeyi hem tarihsel tecrübeden de haberdar olmayı gerektirir. Bu iki bilgi bir araya gelmeden iyi bir istişare dahi kararlarda isabet için yeterli değildir. Dolayısıyla siyasal irade, ilme gereksinim duyar. İlim; imkân ve maslahatları irdeler; siyasal irade, ona bağımlı olmadan ama onu da yok saymadan kendi kabiliyet ve ferasetiyle kararlarını verir.

Müslümanların mazisine bakıldığında ilimle siyaset arasındaki bu ilişkinin doğru işleyerek berekete vesile olduğu görülür. Bu ilişki kopunca bereket zeval bulmuş, bu ilişki çatışmaya bürününce parçalanma ve gerileme başlamıştır.

İslam aleminin büyük felaketlerinden biri ise ilmin, siyasetteki yerinin salt fıkhı fetvaya indirgenmesi, fetvanın da nihayetinde baskı altında alınmasıdır. Yönetme hırslarıyla bütün sahaya hükmetmek isteyenler, bu tekelden bereket ummuşlardır. Bu, ilk anda uzağı görmeyi engelleyen, bazı aldatıcı olumlu sonuçlar da vermiştir. Ama nihayetinde haramlar misali, başı tatlı, ortası acı, sonu felaket olmuştur.

Bununla birlikte zaman zaman cehalet elbisesine bürünmüş ilmin de yönetimleri olumsuz etkilediği ve yanlış kararlar almalarına yol açtığı malumdur.

Anadolu’nun doğusu ve Akdeniz’in doğu kıyılarından başlayıp Musul’a kadar uzanan alan, Anadolu merkez alınarak “Şark” olarak tanımlanmıştır. Bu açıdan “Şark”a açılımın güneye bakan yanı, aynı zamanda İslam dünyasının merkezine açılımı ifade eder. Bunun için mevzuyu hem Anadolu’yu merkeze alıp “Şark”a açılım hem İslam dünyasının merkezine dışarıdan hükmetme açısından, iki yönlü ele almak gerekir.

BİZANS DEVRİ “ŞARK”A AÇILIM

Bizans dediğimiz Doğu Roma, bir Batı devletiydi; Doğu Avrupa’ya hükmettiği gibi, Marmara ve Ege ile birlikte Karadeniz de onun için bir göl hükmündeydi. Bu alan, ona Akdeniz’e hükmetme ve güneye açılma imkânı verdi. Kudüs’e kadar olan alana açıldığında büyük bir deniz gücünün yanında söz konusu büyük coğrafyasının sınırsız imkânlarından istifade etti. Karşısında büyük güç olarak sadece Sasani İmparatorluğu vardı. Buna rağmen Antakya’dan Musul’a uzanan tarihsel hattı, çevresi ile birlikte elinde tutmak için büyük zorluklarla karşılaştı. Ona karşı, Asya’nın büyük demografisine hükmeden Sasani, bölgenin renkliliğinden de istifade ederek zaman zaman Kudüs’ün batısına bile geçmeyi başardı.

Dünya tarihinin hiç kuşkusuz en büyük ebü’l-fütûhlarından Hz. Ebû Bekir’in devrinde İslam fetihleri başladığında Bizans İmparatoru, kardeşi ve oğlu ile birlikte Antakya, Urfa, Humus üçgeninde karargahlar kurarak bölgeyi elinde tutmaya çalıştı. Ama Hz. Ebû Bekir’in Arap Yarımadası’nda oluşturduğu birlik karşısında tutunamadı ve yine ebü’l-fütûh Hz. Ömer Devri’nde Antakya-Musul hattının kuzeyine çekildi. Tarsus civarından kuzeydoğu güzergahında Erzurum’a uzanan hatta bile tutunmakta güçlük çekti.

Sonraki devir için Anadolu, artık Bizans’ın sağlam kalesi değil, İslam ordularının yaz ve kış seferleri ile fethetmeye çalıştıkları bir İstanbul çevre alanı hükmündedir. Nitekim İslam orduları karadan Ankara’ya kadar gelebildiler, denizlerden ise Balıkesir çevresi (Kapıdağı Yarımadası) bile fethedilerek İstanbul birden çok kez kuşatıldı.

Anadolu, bu devirde Bizans için bir payitaht değil, sadece bir sur hükmündedir.

SELÇUKLULULAR VE ANADOLU’NUN FETHİ

Bir devletin İslam aleminin merkezine hükmetmesi, onun dış düşmana karşı zaferler kazanıp rüştünü ispat etmesi ya da İslam aleminde büyük bir iç karışıklığı engellemesi ile mümkündür.

Emevî Devleti’nin her seferinde iç ihtilafta galip gelerek İslam alemine hükmetmesine yol açan, dış düşmanla mücadeleyi kararlılıkla sürdürmesidir.  

Abbâsî ihtilalinin başarısı ise Emevîlerin Şam’da birliklerini kaybedip anarşizme sürüklenmesi; buna karşı İran ve Türkistan coğrafyasında güçlü bir muhalefetin oluşmasıyla mümkün olmuştur.

Abbâsî ihtilali; büyük Asya nüfusu ve ekonomisini arkasına alan devletleri için İslam aleminin merkezine yönelik, süreklilik arz eden bir hakimiyet hırsı oluşturmuştur. Bu da İslam aleminde, cihad etmeden büyük devlet olmak gibi bir anormallik süreci doğurmuştur. Fakat bu tür devletlerden hiçbiri İslam aleminin merkezine istikrarla hükmedememiştir.

Abbâsîlerden dünyevi gücü alan Büvehyî hanedanı hep kısır kalmıştır. Onun yol açtığı sorunları gidermek üzere İslam aleminin merkezine yönelen Büyük Selçukulu Devleti, Musul-Antakya hattından Kudüs’e varan bölgedeki meşruiyetini Büveyhi iktidarına son verip Fâtımî tehdidini de küçültmekten almıştır. Buna rağmen, Büyük Selçuklu Devleti, söz konusu hatta tabiri caizse gün yüzü görmedi. Durumu normalleştirmeye dönük o günkü bazı faaliyetler, bugün dahi kimi nefret söylemlerine yol açabilmiştir.

İslam aleminin merkezine hükmederek cihan devleti olmaya yönelen Büyük Selçuklu Devleti, bu idealine ulaşmamış. Aynı coğrafyada meşruiyeti zemini daha da zayıf, halefi Harizmşahlar ise daha menfi bir akibete uğramıştır.

Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’nun fethi sırasında Büyük Selçuklunun iç ihtilafı ile ilgili olarak Sultanın ondan kaçan amcazadeleri Kutalmışoğulları İran’dan gelip Anadolu fatihlerinin başına geçtiler. Anadolu gazileri, Kutalmış oğlu Süleyman Şah’la büyük moral buldular ve Bizans’a karşı başarılar elde ettiler.

Süleyman Şah, İznik’i alarak büyük bir saygınlığa ulaştı ve hemen sonrasında İran Selçukluları alışkanlığı üzerine, burada kazandığı itibarı İslam aleminin merkezine (Şark’a) açılarak değerlendirme yoluna gitti. Ama Halep’e kadar açılmışken Şam Selçuklu Sultanı amcazadesi Tutuş tarafından katledildi. Oğlu I. Kılıçarslan da 1101 Haçlı Seferlerine karşı tarihi zaferler kazanınca ulaştığı itibarı Şark’a hâkim olma yolunda kullandı, başarılı olamadığı gibi, Habur Suyu’nda boğularak vefat etti.

Bu ilk Selçukluların “Şark”a hakim olma hevesi, Bizans’a yönelik fetihleri durdurduğu gibi Müslümanların Anadolu’daki pek çok kazanımını olumsuz etkiledi.

Haleflerinden Sultan I. Mesud, Maraş çevresine kadar ulaşabildi ama daha fazla ısrar etmeden Şam Sultanı Nûreddin Mahmud Zengî ile dostluk kurdu, kızını onunla evlendirip bölgeden çekildi. Güneye açıldıkça ülkesinin batıda Hıristiyan tehdidine açıldığını görmüş, “Şark”a açılmaktan vazgeçmiş ve kazançlı çıkmıştır.   

Onun oğlu II. Kılıçarslan’nın bölgeye hâkim olma girişimleri, Müslümanları Haçlılar karşısında güç durumda bırakıyordu ki o da bundan vazgeçti ve kendisini Bizans’la mücadeleye verdi. Nihayetinde Bizans’a karşı Miryakefelon Savaşı’nı kazanarak Anadolu tarihinde önemli bir yer edindi.

Ondan sonra Anadolu Selçukluları, hem iç karışıklıkları hem tarihten çıkardıkları derslerle uzun süre Şark’a açılmaktan vazgeçtiler, onun yerine Bizans’a karşı kazanımlar elde etmeye yöneldiler ve bundan kârlı çıktılar.

Ne var ki Alaeddin Keykubad Devri’nde, Harizmşahlardan kaçan İranlı kâtipler ve Rum kökenli divan ehli merkeze hükmetmeye başladılar. Anadolu’nun ancak bir kısmına hükmeden Anadolu Selçuklu Sultanını “cihan padişahlığı”na özendirdiler.

İranlılar, Abbâsî ihtilali, Büyvehiler, Büyük Selçuklular ve Harizmşahlar tarihsel serüveni üzerinden cihan hakimiyetinin yolunu İslam aleminin merkezine hükmetmekte görüyorlardı. Rum kökenli divan ehli ise, muhtemelen Bizans’a yönelik seferler konusunda temkinliydi. İki yaklaşım birlikte Sultanın yönünü Şark’a çevirdi.

Nihayetinde Şark’a açılım konusunda oldukça tedbirli olan Sultan ve onun ardından, Eyyûbîlerden Sultan Hanım Adile Sultan ve veliaht oğulları katledildi.  
Devrin İran kökenli Selçuklu müellifi, Adile Sultan’ın katlini hüzünle aktarırken Anadolu’yu bölgeye hükmedecek coğrafya, Anadolu Sultanını da “cihan sultanı” görme eğilimini açıkça ifade etmekte, Şam’ı, gerçeklikten uzak, ibret verici bir şovenist söylemle anmaktadır. Bu şovenist eğilim ve söylem, Anadolu Selçuklularının bir miktar Şam’a açılmalarını sağladıysa da nihayetinde hazin bir şekilde yıkılmasına sebep oldu.  

OSMANLI VE KÜRTLER

Osmanlı, hem genelde İslam tarihini hem özelde Anadolu Selçuklu tarihini iyi tahlil etmiş, “Şark”a açılıma temkinli yaklaşmış, buna karşı Batı karşısında zaferler kazanma yoluna gitmiştir. Fatih, İstanbul’u fethin kendisine verdiği itibarla ancak Karamanoğullarını tarih dışına atabilmiştir.

Yavuz Sultan Devri’ne gelindiğinde Osmanlı’nın İslam aleminin merkezine (Şark’a) açılması için üç meşruiyet sebebi vardır: Osmanlının İslam aleminin en büyük gücüne dönüşmesi, Mekke ve Medine’nin Afrika’ya yerleşen Portekiz; Kuzey Afrika’nın ise İspanyol tehdidi altında olması, buna karşı Memlûk Devleti’nin buraları koruma kabiliyetinden uzak olmasıdır.

İdris-i Bitlisî durumu görüp Sultanı ikna etmiş, bunun üzerine Kürtlerin Mirleri ile büyük buluşma sağlanmıştır.

Bu buluşmayla Kürtler, Doğu’da Osmanlı ile Asya’nın büyük nüfus ve ekonomisine hükmetmeye başlayan, genç Safevi Devleti arasında güvenilir bir tampon alan oluşturmuştur. Ama hasılat sadece bu değildir. Kürtler, Güney’de Irak’taki varlıklarının yanında henüz Zengî-Eyyûbî günlerinden o yana Mekke, Medine, Kahire, Halep, Şam ve Kudüs’te ilim ve tasavvuf çevrelerinin başında yer alıyorlardı. Dolayısıyla Müslüman kamuoyunda önemli bir konuma sahiptiler. Portekiz tehdidine karşı Cidde’nin Kürt İbrahim Paşa tarafından savunulması önemli, bu açıdan kayda değerdir.

Tanzimat’a kadar oldukça sağlıklı işleyen Osmanlı-Kürt buluşması, Mısır’ın ayrılma talepleri ile bile baş ettiği gibi, iki karşıt taraf, Vehhabilerin isyanları da Safevi haleflerinin Irak’a hükmetme girişimleri ile de baş etti. Osmanlı, bu coğrafyada rahat olunca Batı’ya karşı direnebildi.

Tanzimat’la düzen bozuldu, Sultan Abdülhamid toparlamaya çalıştı ama İttihatçılar her şeyi berbat ettiler.

Cumhuriyet Devri’ne gelindiğinde, Osmanlıya karşı Anadolu Selçuklularını öne çıkaran bir tarih anlayışı, pek çok etkenle ve titiz bir planlamayla öne çıkarıldı. Bu süreçte Osmanlı tarihi eleştirel ve kınayıcı bir dille işlenirken Selçuklu tarihi kutsandı.

Aynı süreçte Batı ile ilgili söylem yumuşatılırken bölgenin bütün Müslüman unsurlarına yönelik bir nefret dili geliştirildi. Lâkin bu dil daha çok, “olanla yetinmek” ve bölgeye açılmaktan kaçınmak için kullanıldı.

Son devirde yaşanan değişimle Türkiye siyasetinde Ümmet vurgusu öne çıkar çıkmaz, bu dil özünü korudu ama bu kez, Anadolu Selçuklularındaki “cihan devleti” yaklaşımı adeta birebir diriltilerek bölgeye yönelik açılım eğilimleri öne çıktı. Kemalist devirdeki nefret ve kayıtsızlık, yerini tepeden bakış ve tahakküm talebi söylemine bıraktı. Söylem, Anadolu Selçuklu tarihçilerinin danışmanı oldukları dizilerle halka yayıldı, güncel gelişmeler de medyada bu yönde yorumlandı. Sosyal medyadan siyasete, Ümmete mal olmuş, tarihsel şahsiyetlere bile saygı duymayan, şovenist eğilimli, haktan uzak ve realiteyi de görmeyen bir dil benimsendi.

Vakanın dış ayağı var mıdır? Meçhul. Ancak Suriye iç savaşı sırasında Türkiye’nin meseleye müdahil olmasından sonra, yabancı bir yazar, Türkiye’nin kapana çekildiğini ve kalkınma hamlesinin simgesi Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan zararlı çıkacağı anlamında bir yazı kaleme almıştı. Ondan anlaşıldığı kadarıyla Batılılar, tarihsel tecrübeyle, Türkiye’nin yönünü “Şark”a çevirmesinden mutluluk duyuyorlar. Zira “Şark”ı bütün emekleri heba edecek bir tür kapan olarak görüyorlar.

TARİHTEN DERS ALMAK

İslam’a yöneliş, bir kalkınma hamlesi getirmekte ve dünya, bundan ürkmektedir. Bu kalkınmanın taraflarının İslam aleminin merkezine yönlendirilmesi tüketilmelerinin bir yolu olarak görülmektedir. Hadi bir dış yönlendirme söz konusu değildir diyelim! Böyle bir yöneliş nihayetinde öyle bir sonuç doğuracak ve nihayetinde en azından iktidarları olumsuz etkileyecektir. İran ve Türkiye’nin serüvenine bu yönden bakmakta fayda vardır.

İslam alemi, bugün bambaşka bir noktada olsa da bazı hususlar hâlâ benzerlik göstermektedir. Geçmişin kabile sosyolojisi, yerini etnik yapılar ve bölgesel uluslar sosyolojisine bıraktı.

Bugün İslam aleminde hiçbir devlet, fiziki güç yoluyla merkeze doğru yayılmaya yönelik bir söylemi sahiplenme ve onu bir devlet politikası olarak tutma gücünde değildir. Mevcut imkân ve koşullar, bunun tamamen aleyhinedir. Dolayısıyla bu, maslahata da uygun değildir.

İslam alemine doğru her yayılma çabası, etnik ve bölgesel ulus sosyolojisini harekete geçirmeye mahkumdur. Mevcut dünya koşullarında hiçbir İslam devleti, bu sosyoloji ile baş etme noktasında değildir. Bu sosyoloji ile savaşmaya kalkışmak, İslam aleminin umut verici kalkınma hamlesine zarar vermekten öte bir işlev görmeyecek gibidir.

Bölgede milliyetçilik, mezhepçilik, aşırılık, siyonizm ve Batı çıkarları üzerinden bir denklem oluşturulmuştur. Bu denklemle baş etmek, ancak Müslümanlar arası “hukuk”un hâkim olduğu bir kardeşlikle mümkündür. Aldatıcı romantik söylemlerin bölgede kimi çıkar çevrelerini taraflardan birine bağlamaktan başka bir karşılığı yoktur.

“Hukuk”un hâkim olduğu bir kardeşlik potasından, elbette yine en çok kalkınmış ve demografik üstünlüğü olan hâkim Müslüman unsurlar kârlı çıkacaktır. Bu da Türkiye’nin açıkça lehinedir. Akide ve fıkıh, bunu gerektirdiği gibi imkân ve maslahat da bu yöndedir. Ötesi, başı tatlı, ortası acı, sonu felaket olan bir yoldur.