Milâdî 20. yüzyılın başında Müslümanlar, sosyal bilimlerde dünyanın ne kadar gerisinde kaldıklarını fark etmeyecek kadar sosyal bilimlerden yoksundular.

Sultan Abdülhamid Devri ile İttihat ve Terakki’nin iktidarında Müslüman aydınlar ve alimler, bugün de konuşulmaya değer kalkınma tezleri yazdılar. Günün dergilerinde temiz bir anlatım ve anlaşılır bir düzen içinde bütün İslam alemini fen ve teknikte kalkındıracak projeler sundular.

Lâkin, projelerinin muhatapları Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlı Devleti ise II. Mahmut günlerinden beri bir tür “Paralel Yapılanma”nın tahakkümündeydi. Önceki analizde ifade edilen yapılar ve en başta Mason cemiyeti olmak üzere devletin kilit noktalarını ele geçirmişti.

Henüz 1721’de Paris elçisi olan Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’nin oğlu Said Çelebi, ilk Türk Mason kabul edilir. Masonluk, 18. yüzyılda devlet içinde yayıldı. Bektaşiler ve Yeniçeriler içinde yer edindi. II. Mahmut sözde yasakladı. Oysa Masonluk, asıl onun döneminde devlete hâkim oldu. Tanzimat’ı ilan eden Reşid Paşa, onun devrinde yükselen Masonların en önemlilerindendir. Onun gibi oğullar devrinin aktörleri Sadullah Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa; Abdülhamid’den önceki padişah V. Murad da Masondur.

Abdülaziz Devri’nde parlayıp Abdülhamid Devri’nde de Sadrazamlık yapan Ahmed Vefik Paşa Masondur. İttihat ve Terakki’nin başı Talat Paşa ise Mason Ustad-ı Azzam’ıdır.

Bunların Müslüman aydın ve alimlerin sesine karşılık vermesi beklenemezdi. Tam aksi yönde davranıp basında Batı yanlılarını paraya boğdular ve devleti hep birlikte batırdılar. Ama basın da ellerinde olunca devleti “gericiler” diye itham ettikleri dindar şahsiyetler batırıyor, diye fütursuzca bağırdılar.

Devlet, bu koşullar altında I. Dünya Savaşı’na girdi.

İSLÂMÎ CEMİYETLERİN KURULMASI  

Müslümanlar, I. Dünya Savaşı’nda tarihlerinin en büyük travmasını yaşadılar. İlk kez Mekke ve Medine istila edildi ki Moğol istilası dahi bu noktaya varmamıştı.

Büyük fedakarlıklarla kurtarılan Anadolu’da ise savaş sonrasında Hilafet kaldırıldı. Moğol istilasında dahi hilafet, kısa bir sürede Mısır’da yeniden kurulmuştu. Halbuki bu kez Anadolu’da camiler kapatılmış, Kur’an-ı Kerim yasaklanmış, takvim değiştirilmiş, itiraz eden alimler asılmıştır.

Geleneksel İslâmî çevreler, genel olarak, savaş sırasında halisane bir çabayla kurtuluşu desteklemişler, büyük fedakarlıklar yapmışlardı. Netice böyle olunca ve Şeyh Said Kıyamı dahil ilk itirazlar da sonuçsuz kalınca sarsıldılar, imanlarını yitirmediler ama umutlarını kaybettiler. Yaşananları, cebri bir hâl olarak görüp “Kader buymuş!”, “Kıyamet yaklaştı!”, “Deccal zuhur etti veya etmek üzere!” diyerek dünyanın sonunu beklemeye başladılar.

Onlar, başlarına gelen bu felakete izah getiremedikleri için çözüm de getiremiyorlardı. Bu çaresizlik içinde hep olduğu üzere İslam’ın yardımına Müslüman gençlik yetişti. Müslüman gençlik, yeni bir arayışa girdi ve bu arayış, çağdaş İslâmî hareketleri tesis etti.

Müslüman toplum, yüzyıllardır siyasette devlet; sivil yapıda tarikatlar tarafından temsil ediliyordu. Oysa tarikatlar, süreçte çok yıpranmışlardı, dünyayı okumakta da çok sorunluydular. Bunun için, bazı Nakşî-Halidî dergahları dışında tamamı, yaşananları cebri görüp “Ahir Zaman” yaklaşımı çerçevesinde beklemeyi tavsiye ediyordu.

Bu hâl içinde Mısır’da Hasan el-Benna, Pakistan’da Mevdûdî, Türkiye’de Said-i Nursi, “Şimdi cemaat zamanıdır!” düsturuyla yola çıktılar.

Her üç ismin de tarikat geçmişi vardı. Lâkin yeni bir tarikat kurmak yerine, bir cemaat inşa etmeyi tercih ettiler. Said-i Nursi, Türkiye’nin koşullarında cemaatini resmi bir cemiyete dönüştüremedi. Ama diğer iki şahsiyet, cemaatlerini bizzat cemiyet olarak inşa ettiler. İmam Hasan el-Benna, cemaatine İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler); Mevdûdî, Cemaat-i İslâmî adını verdi.

İstanbul’da 20. yüzyılın eşiğinde kurulan bazı küçük ve daha çok devlete hitap eden cemiyetler sayılmazsa bu, İslam tarihinde bir ilkti. 12. yüzyılda İslam dünyası için tarikatlar ne kadar yeni bir vaka ise, 20. yüzyılda bu cemiyetler o kadar yeni bir yapılanmaydı.

Zira bu yapılanmada hedef, İslam’ı muhafaza ve muzaffer kılmaktı. Ama cemiyetlerin formatı (şekli), Fransız İhtilali sonrasında Batı’da ortaya çıkan cemiyetlere benziyordu.

Müslüman gençlik, Gazzâlî’yi okumuş; Gazzâlî ve ondan hemen sonraki mutasavvıflar, İslam’ın sabitleri ile Müslümanların değişkenleri mevzusunu nasıl iyi kavramışlarsa Müslüman gençlik de öyle kavramıştı. İslam’ın sabitlerinin muhafazası ve dünyaya yayılması için değişkenlerin çağa göre düzenlenmesi gerekirdi. Sabitler, kimliğimiz; değişkenlerimiz, muhafazamız ve bereketimizdi ve bu, tarihi bir yenilenmeydi.  

Müslüman cemiyetler, bir araya gelip konuşmuşçasına Müslümanların içinde bulunduğu durumu, üç sorun etrafında özetlediler: Cehalet, yoksulluk ve ihtilaf.

Kendilerinden önceki kuşaklardan farklı olarak karşılarında kendilerini dikkate alacak, bir büyük devlet yoktu. Yüzlerini topluma çevirdiler ve Müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Bu mahiyette;

-Kendilerine önceki Müslümanca yaklaşıma, tarikat ehline düşmanlık etmediler. Ama “Çağ, cemaat zamanıdır.” dediler.

-Islahatçı bir yol benimseyip şiddetten uzak durdular.

-İçeriyi ıslah etmeye çalışırken dikkatleri dış düşmanlara çevirdiler.

-İttihad-ı İslam’ı şiar edinip Ümmetin birliğini savunurken toplumların etnik kimliğini de inkâr etmediler.

-Müslümanların büyük meseleleriyle uğraşıp fıkhi ihtilaflar gibi, iç tartışmalara bulaşmamayı tercih ettiler.

-Müslümanların eğitimi ve iktisadi sorunları üzerinde durdular. Bu yönde projeler sundular. 

Müslüman cemiyetler, ümmeti ve toplumun tamamını kucaklayacak bir yapı ortaya koyunca Müslümanların büyük teveccühüyle karşılaştılar. Engellere rağmen kısa sürede büyüyüp Müslüman gençliğin umudu oluverdiler.

Geleneksel çevreler, bu gelişmelere hayret ve zihinsel bir karışıklık içinde yaklaştılar. Zira kendileri kıyameti beklerken yeni bir umut oluşuyordu. Kendilerinin imanı güçlü, lâkin umutları sönüktü. Bunun için hareketten yoksundular. Oysa yeni cemiyetlerin hem imanı hem umutları güçlüydü. Bunun için aksiyonerdiler, durmadan çalışıyorlardı.

Ortak tespit ve ortak çözümler; Ümmetin hâlâ zihnen ve kalben diri olduğunu göstermesi açısından çok önemliydi. Ne var ki bu muazzam ortak duruş, Ümmetin birliğine dair fobisi bulunan Batı’nın da gözünden kaçmadı.

 

 

 

İSLÂMÎ CEMİYETLERE KARŞI MODERNİST ÖNLEMLER

“Sosyal Batılılaşma”, Müslümanları çağın gerisinde tutmak üzere İslam dünyasına yayılmıştı. Tam zıdda yöneltme hedefiyle, ilerleme gibi görünen yaşam tarzı Batılılaşması, Müslümanları teknik olarak çağın gerisinde tutacak, böylece Müslümanlar, hep Batı’nın ardından gitmek durumunda kalacaktı.

Müslüman Cemiyetler, bu oyunu bozuyorlardı. İslam’ın sabitlerini korumak ve yaymak için değişkenlerini çağa göre ayarlıyor, Batılı tabirle modern bir yapı ortaya koyuyorlar, Müslüman kimliğini ihya ederken Batı’nın yeniliklerine de talip oluyorlardı.

  1. Dünya Savaşı, Batı’yı yıpratıp İslam dünyasında ülkeler peş peşe bağımsızlıklarına kavuştular. Bir yandan mutedil yeniliği yakalayan İslami hareketler, öte yandan yeni devletlerin kurulması, Batı’yı iyice panikletti ve vicdansızca önlemlere itti. Bu bağlamda,
  2. Önceki yüzyılda Müslüman elit sınıfın gençlerini Batı’ya bağlayan milliyetçi Batıcılığın yanında, bu kez sıradan Müslüman halkın gençliğini de etkilemek için ulusalcı sosyalizm yayıldı.
  3. İslam aleminde peş peşe ulusalcı sosyalist rejimler kurdurulurken bu rejimler İslâmî cemiyetlere karşı akıl almaz baskılara giriştiler.

Bu baskılar karşısında çaresiz kalan Müslümanlar, Körfez Ülkelerine sığındılar. Bu, tarihî bir tuzaktı. Zira Suudi, Müslüman cemiyetlerin yönünü iç muhalefete yöneltiyordu.

Daha önce “Kahrolsun İslam düşmanları!” diyen gençlerin bir bölümü, Körfez Ülkelerine geçtikten sonra bidatlar, gizli şirk gibi ifadeler etrafında Müslümanlar içi unsurlara karşı eleştiriye hatta düşmanlığa yöneldi. Bu durum geleneksel çevrelerle ihyacı Müslüman cemiyetlerin mensupları arasında çekişmeye yol açtı. Aynı durum, azınlık mezhepçi yapıları da harekete geçirdi.

Batı’nın kullandığı diğer bir ayak ise Sağcı milliyetçilikti. Sağcı milliyetçilik, ulusalcı sosyalizmin baskısı altında inleyen Müslüman önderleri sosyalist olmakla itham edecek kadar akıl ve izandan yoksun bir söylemle ABD ile temas kurdu. Elde ettiği olanaklarla Müslüman toplumu sardı, geleneksel çevrelerden İslâmî hareketlere insan akışını olumsuz etkiledi.

SEYYİD KUTUB’UN ATAĞI 

Seyyid Kutub, ihya ehli İslâmî hareketler içinde, Müslümanların yaşadığı süreci erken fark eden ve buna karşı çözümler sunan bir Müslüman alimdir.

Seyyid, 1949’da İslam’da Sosyal Adalet kitabıyla Müslümanları toplumun sorunlarına sosyal adalet yaklaşımıyla yönelmeye davet ederken Müslümanların kendi sosyal ilimlerin tamamen yeniden inşa etmesini önerdi. Ona göre önce zihnimizi ıslah etmeliydik. Bunun için sosyal bilimleri asla başkasından öğrenmemeli, fen bilimlerini bile bir Müslüman varken başkalarından öğrenmeye kalkışmamalıyız.  

Seyyid, bu fikriyatıyla Müslümanları, zihnî katliama uğratan Şarkiyatçılar ve uzantıları modernistlerin etki alanı dışına çıkarmaya çalıştı. Bu, onun çağdaş düzene vurduğu en ağır darbeydi. Modern dönemde hiçbir Müslüman onun kadar köklü bir öneride bulunmamıştı.

Buna karşı yıllarca hapiste tutuldu. Ama 1964’te Yoldaki İşaretler’le sosyalizmin ölümünü de ilan edip bu kez sağlam bir akide vurgusu yaparak İslâmî hareketleri milliyetçi, liberal veya solcu her tür sentezden uzak durmaya davet etti.

Seyyid, Kelime-i Tevhid ve Tekbir vurgusu yaparak “Medeniyet İslam’dır. Müslümanlar, yeryüzünün önderleridir” deyip Müslümanların 20. yüzyıl travmasını atlatmaları için mücadele etti. Müslümanları bağımlılıktan, kompleksten ve ezilmişlikten kurtararak onlara genç kitlelere cesaretle hitap etmelerini sağlayacak bir özgüven vermeye çalıştı.

Bunun üzerine şehid edilen Seyyid; manen de öldürülmek için yenilenmeye tamamen karşı gösterilerek “tekfircilik”le itham edildi, düşüncelerini bu yönde anlayanlar da oldu. Bazı geleneksel çevreler ise onu tam zıt yönde reformculukla suçladı. Özellikle ikinci söylem, yenilik yanının anlaşılmaması için dış güçler tarafından geliştirilmişti.

Ama kendisini destekleyen ve kendisine düşmanlık yapan bütün Müslüman çevreleri, mezhep, bölge farkı olmadan etkilemeyi başardı: Müslümanlar, yeni dünyada kendi yeniliklerini gerçekleştirirken sabitelerinden asla ödün vermeyecekler, değişkenlerini düzenlerken ise her tür sentezcilikten uzak kalacaklar. Dolayısıyla değişkenlerinde bile müstakil/bağımsız olacaklar.

Seyyid, İslam’ın bunu gerektirdiğini, Müslümanların faydasına uygun olanın da bu olduğunu sağlam bir tutarlılık içinde ifade ediyordu.

Seyyid’in çağrısıyla birlikte İslâmî hareketler, bazı iç tartışmalara rağmen kısa sürede büyük bir aksiyon kazandılar hatta kimi zaman eğitemeyecekleri kadar genç kitlelerle buluştular.

İslâmî cemiyetler, Seyyid’in aksi yönde düşündüğü zannında olsalar da partileşmeye gittiler. Ama partileşirken sentezciliğe mesafeli durdular. Dolayısıyla Seyyid’e muhalefet ettiklerini düşünürken bile düşüncelerinden yararlandılar. Bu süreçte başta simgesel Filistin davası olmak üzere pek çok noktada milli kurtuluş hareketleri hızla İslâmîleşti.

Ne var ki İslâmî partiler iktidar umudu elde ettiklerinde geleneksel çevrelerin desteğini kazanmak için milliyetçilikten; Batı bağlantılı, geri bıraktıran seküler/laik kesimin yersiz “gerici” ithamından kurtulmak için de kompleksli bir teknikçilikten yana söylem geliştirdiler.

Birincisi, İslâmî hareketleri İslam dünyası gibi çok etnikli toplum yapılarında milliyetçiler gibi konumlandırıp Ümmet yaklaşımından bir miktar uzaklaştırdı. İkincisi ise iktidar olan veya iktidar ortağı olan Müslüman kesimlerin ülkeleri maddi olarak kalkındırırken maneviyatı ihmal etmelerine neden oldu.

Nihayetinde bu eğilim, iktidar ortağı veya iktidar olan İslâmî hareketleri, seküler kesimlerin elinde yıpranan devletlerin bir tür yamacı hizmetkârı konumuna düşürdü. Teknik kalkınmaya olan aşırı düşkünlükleri toplumlara yönelik zalimane vergilerine sürdürmelerine ve Seyyid’in üzerinde çok durduğu sosyal adalet projelerinden uzak kalmalarına neden oldu. Sosyal adalet, İslam’ın topluma yönelik yüzünün alamet-i farikalarındandır. Sosyal adalet talebine geri plana atmak, İslâmî mücadeleyi yıprattı.

Bugün Müslümanlar, bu noktada bir yenilenmeye muhtaçtırlar. Bu bağlamda,

-Halkı manen ayakta tutan sivil toplum yeniden canlandırılmalı, sivil manevi önderlik tarikatlar ve cemaatler bağlamında ayakta tutulmalıdır.

-Toplumun anlaşacağı ortak dile önem verilirken ırkçı her tür yaklaşımdan uzak durulmalıdır.

-Ülkenin teknik olarak güçlenmesine ve ülkede güçlü bir zengin kesimin varlığının desteklenmesine önem verilirken sosyal adalet asli kabul edilmeli, ondan asla ödün verilmemeli. Toplum, devlet gelirlerinden yararlanmalı ve zayıf kesimleri ezen her tür vergi yükünden kurtulmalıdır.

-Ümmet arasında aklî dayanışma güçlü tutulmalı, çok yönlü düşünsel buluşmalarla, deneyim ve zihinsel üretim dayanışmasına gidilmeli.  

-“İslam’ın her zaman verdiği şey, hayatta sürekli yenilik, gelişme ve ilerlemedir. İslam, insanı sürekli yeni bir şeyler yapmaya iter, ona özgürlük tanır ve onun yükselmesini sağlar.” ilkesi düstur edinilmelidir.

-Mü’min gafil olamaz, öyleyse bereketimiz olan değişkenler konusunda daima yenilik, daima yenilik ve daima yenilik gözetilmeli. Müslümanlar, yenilikte ilk asırlarda olduğu gibi dünyanın önünde olmalı, dünyaya örnek olmalıdır.

Belki bugün olmamız gereken yer, dünyayı nasıl ıslah edebileceğimiz bile değil, insanlığın yurt edinebileceği başka bir gezegen var mı arayışında olmaktır.

Bitti.