2015’te bir televizyon programı… Televizyon bir siyasi partiye ait. Bir canlı yayın programı. Bununla birlikte stüdyoda geniş bir topluluk da hazır bulundurulmuştu. Programın sunucusu, öteden beri menfi programlar yapan bir sima... Konuğu da öteden beri dindar çevreler hatta bizzat İslam aleyhine en ağır yazılar yazan bir gazeteci… Siyonistler tarafından beslendiğine dair ciddi iddialar da gündeme gelmiş.

Konuk, Fransız İhtilali’ni yeniden ilan eder gibi papyon takmıştı. Programda bir dizi siyasi mesaj verildikten sonra,  program konuğu topluluğu süzüp “İnadına mini etek giyeceksiniz! İnadına dekolte giyeceksiniz!” diye seslendi. Sunucu coşku içinde benzer sözler ekledi ve stüdyodaki topluluk, bir parlamento toplanyısındaymışçasına onları çılgınca alkışladı.

Türkiye; açık ve net bir soyunma kampanyası ile yüz yüzeydi. Kampanya, tamamen siyasiydi, insan bedeni ve giyimi açık açıkça siyasal amaçlara alet ediliyordu. Soyunma ve kadın bedeni, bir tür siyasal protesto aracı, bir tür siyasal simge olarak kullanılıyordu.

O günden bugüne farklı vakalar da kullanılarak hız kesmeden yürütülen kampanya, özellikle söz konusu siyasi çevrenin etkili olduğu şehir ve semtlerde tuttu. Kampanyaya siyasal amaçla katılanlara, tutumlarını taklit ve özenme ile belirleyen bir kitle de katıldı ve şehirlerde fark edilir bir yeni görünüm oluştu.

Ne yazık ki pek çoğumuz, bu kampanya gerçeğini unutarak şehirlerdeki görünümü salt ahlaksal bozulma ile izah ediyoruz ve bundan özellikle eğitim sistemini sorumlu tutuyoruz. Oysa bu kampanyayı başlatıp yaygınlaştıran çevrenin önemli bir kesimi kolejler kapsamında eğitim sistemi içinde bir tür “özerk” yapıdadır ve eğitimin müspet dönüştürücü programlarından etkilenmemektedir. Buna karşı, elinde bulundurduğu geçmişin mirası devlet imkânları ve dış fonlar ve sosyal medya ile toplumu etkileyecek etkinliğe sahiptir. Şu an için, kendi açılarından tek sorunları ise hükümete sosyal medya baskısı dışında hükmetmemeleridir.

2015’te başlatılan kampanya, ilk kampanya değil. Daha önce gizli veya açık pek çok soyunma kampanyası başlatıldı. Lâkin bunlarla ilgili kayda değer bir araştırma orta konmadığı için bağımsız eylemlerden öte, tek eylemin sürekliliği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılmamıştır.  

Türkiye’de modernleşme, hep “determinist cebriyecilik” anlayışı içinde çağın karşı konulamaz tabii bir neticesi gibi anlatılır ve kabul ettirilir. Bunun için onun sırrından sual olunmaz. Sual edilecekse toplumun bir kesiminin neden hâlâ modernleşmediği soruşturulur. Çünkü modernleşme asli; aksi yöndeki tutumlar hep arızi kabul edilir. Bu kapsamda, “soyunmanın tarihi” ve arkasındaki siyasal etkenler de araştırma dışı bırakılmıştır.

Analizimizde bakış açısıyla Türkiye’de siyasal soyunmayı irdeleyeceğiz.

TANZİMAT’LA BAŞLAYAN BİR SÜREÇ

Henüz Osmanlı günlerinde Tanzimat süreci ile birlikte Batıcılığın ilk öncüleri, Müslüman kadının başını açmasını ve bedenini teşhir etmesini Batılılaşmanın en önemli simgesi olarak gördüler.

Hiç kuşkusuz, Müslüman kadının tesettürden uzaklaşması, Batılı konsolosluk memurlarını çok sevindiriyordu. Onlar, açıkça beyan etmeseler de Müslüman kadının açıklığa zorlanmasını, Müslümanların yüzyıllar boyu Batılılardan aldıkları cariyelerin intikamı gibi düşünüyorlardı.

Yerel Batıcı simalar ise onların tesettürden uzaklaşmak ile ilgili sevinçlerinin bu arka planından çoğu zaman habersiz olarak tesettürden uzaklaşma ile modernleşme arasında ilgi kurdular. Pek çok yerli modern, kendisini aile efradının açıklığı kadar modern saydı. Pek çok modernist, özellikle yabancı büyük elçilik ve konsoloslukların davetlerinde aile efradını mümkün olduğu kadar açılmaya zorladı. Binlerce hikâye ve romana konu olacak bu despotluk ne yazık ki hep perde arkasında kaldı.

Meşrutiyet günlerine gelindiğinde tesettürden uzaklaşma; toplumu dönüştürme hedefiyle açılmış yabancı kolejlerin de katkısıyla devletin İslâmîleşme girişimlerini etkisizleştirme silahı gibi kullanıldı.

Osmanlı saray ve köşkleri, yabancı mürebbiyelerin istilası altında olunca kolejlerin faaliyetleri üst sınıf arasında ayrıca karşılık buldu. Tesettürden uzaklaşma gün geçtikçe saray ve köşklerin duvarlarının arkasında tabii bir hâl aldı.  

Buna roman, hikâye ve tiyatroyu da uhdesinde bulunduran basının da desteği eklenince Boğaz kıyılarında, mesire alanlarında hatta nadir de olsa sokakta tesettürden uzak ilk Müslüman kadınlar görülemeye başlandı.

CUMHURİYET VE İLAN EDİLMİŞ SİYASAL SOYUNMA

Buna rağmen Cumhuriyet kurulduğunda tesettürden uzaklaşma, üst sınıfın duvarlar arkasında kendi iç yaşamının marjinal bir hâli olmaktan öte bir yaygınlığa sahip değildi.

Cumhuriyetin kurulmasında görev alan ve nispeten toplumun orta sınıfından gelen subayların da tamamına yakınının aile efradı tesettürlüydü.

Lâkin kurucu kadronun bir bölümü, devletin istiklalini, istiklal savaşının bir neticesi olarak görmekten öte, Batılı devletlerin Türkiye’nin modernleşmesi karşısında bir lütfü olarak gördü. Ya da bu kesim, Batılılaşmaya duyduğu düşünsel yakınlığı aşan hayranlığı, diğerlerine böyle kabul ettirme hilesine başvurdu.

Söz konusu kesim, Batı’yı öfkelendirmeyi devletin bekasının tehdide maruz kalması, Batı’yı memnun etmeyi bekayı garantiye almak gibi tarif etti.

Batı’nın memnun olma ana koşulu modernleşmedir, dendi. Modernleşmenin ölçütü olarak ise Müslüman kadının, Batı’nın bir tür intikamı çerçevesinde tesettürden uzaklaşması olarak ifade edildi.

Herhangi bir kanuni düzenleme yapılmadan kurucu kadro, aile efradını tesettürden uzaklaştırma yoluna gitti. Bugün feminist takınan, o gerçeklikle hiç ilgilenmeseler de katı bir erkek baskısıyla kadınlar, tesettürden uzaklaşmaya zorlandı ve ortaya çıkan görünüm, “modern Türk kadını” resimleriyle afişe edildi, manşetlere taşındı.

Tesettürden uzaklaştırma, siyasal olarak başlamıştı, siyasal olarak devam ediyordu. Başını açmayan, okullara alınmadı. Başını açanlar, başta 19 Mayıs olmak üzere törenler ve yılsonu baloları üzerinden başı açıklıktan bedenini soymaya doğru sevk edildi.

Neticede devletin görünümü “Batılı” bir hâle büründü. Sol örgütlerin faaliyetleri, bu görünümü belli şehirlere ve özellikle mezhepsel azınlık kapsamındaki kitlelere taşıdı. Televizyon ve okullaşma o kitlelere yeni kitleler kattı.  Ama toplumun önemli bir kesimi İslâmî görünümünü korudu.

Bu durum, Batı’nın Amerika öncülüğünde ve Neo-Şarkiyatçı yaklaşımlarla Müslüman toplumu doğrudan dönüştürme kararı almasına kadar devam etti. Türkiye’de 28 Şubat süreci ile özdeşleşen bu kararla yeni bir soyunma süreci başladı.

28 Şubat’ın aktörleri 1950 öncesini canlandırma hayalleri ile bir zamanların yabancı kolej balolarını ilkokullara dahi taşıdılar.  

Ana sınıfı öğrencileri dahi sınır tanınmadan soyularak dans ettirildi. Bilinç sorunu bulunan pek çok Anadolulu aile de “Çocuktur!” diyerek buna tepki göstermediği gibi katıldı ve ilerde çocukları ile çekişecekleri bir süreçle yüz yüze kaldı. Oysa aynı etkinlikler, ilkokul, ortaokul ve lisede de devam edince ailelerle gençler arasında bir sürtüşmeye yol açtı. Gençler, inandıklarının aksine davranmayı normal görüp bunu ailelerine kabul ettirmeye çalıştılar. Nihayetinde yaşam tarzları değişince siyasi olarak da aileleri ile tersleşmeye başladılar.   

Hakikatte yapılan, siyasal bir eylemin zevk ile bütünleştirilmesi ya da zevkin araçsallaştırılarak siyasal bir hedef için kullanılmasıydı.  

Bu, sözcüklere dökülmesi bile insanı rahatsız eden çirkin hileyi çözmek, sıradan kişiler için elbette kolay değildi. Ne yazık ki toplumu aydınlatmakla görevli olanlar da hileyi tarif edemediler, kavratamadılar. Sonuçta zannedilenden büyük bir tahribat gerçekleşti.

O tahribat, 2002’den sonra karşı ataklara konu oldukça kampanya, perde arkasında yenilendi. 2015’teki kampanyası ise sürecin en uç kampanyasıdır. Zira aktörler, başı açıklık ile ifade edilen açıklığa değil, kadının neredeyse tamamen elbiseden soyutlanmasına, asgari giyim ile yetinilip azami çıplaklığa çağırıyorlardı.

Kadını siyasal emellere alet eden kampanya, Sol örgütlerin ve diğer yapıların desteğini aldı, televizyon dizileri kampanyanın bir tür uygulandığı birer sahneye dönüştü.

Kampanyanın bu boyutta etkili olmasını sağlayan bir unsur da “siyasal hassasiyet” ile vaizlerin susturulmasıdır. Bilindiği kadarıyla 1970’li yıllardan bu yana Türkiye’de vaizler ardımızda bıraktığımız yıllar kadar hiç susturulmamıştır.

28 Şubat’ın etkisinin hâlâ devam ettiği günlerde bile Ankara’daki mahalle mescidi hocamız, her Cuma hutbesinde, tatlı bir İç Anadolu Türkçesiyle, “Muhterem Müslümanlar! Karınıza, kızınıza söyleyin sokağa cıbıldak çıkmak haramdır! Toplumu ifsat etmesinler!” diye öğüt verir ve Allah’ın tek kulu, “Hoca, haddini bil!” diye ona çıkışmazdı.

Hâlbuki bugün aynı şehrin en önemli ve yeni olsa da simge camilerinden birinin hatibine sadece siyasal soyunma kampanyası içinde olanlar değil, İslâmî çevrelerin önemli yazar çizerleri bile “Üslubunca konuş!” derken aslında “Sus!” diyorlar. Nasihati teşvik etmektense susturuyorlar.

Gaye ne olursa olsun bu, farkında olunmadan, söz konusu kampanyaya dolaylı bir destek gibidir.

Toplumsal görünüm kazanmış ve üstelik zevk ile siyasallığın sentezlenmesiyle fanatik taraftar bulmuş bir girişimin her birimizin hanesine girmesini engellemek sanılandan güçtür. Buna karşı coşkulu erkek vaizlerin yanında sözünü hiç sakınmayan kadın vaizlere ihtiyaç vardır. Aksi hâlde kampanya, furyaya dönüşür ve haneleri bir bir karıştırır.

Nasihat almak yerine vaizleri susturmak, gazabın kapısını açacak bir tutumdur. Sosyal gazaplar; doğa üzerinden gelen gazaplardan çok daha feci, çok daha kalıcıdır.