Geçmişin Türkiye’sinde “medya iktidarı” kavramı malumdu. “Medya iktidarı”ndan kasıt, medya gruplarının iktidarı tahakkümü altına almaları kast edilirdi.

Medya gruplarının iktidarı yönlendirmesi, elbette Türkiye’ye has bir durum değildi. Siyasetin seçime dayandığı bir çağda, küresel bir gerçekliktir. “Medyanın gücü” mü, gücün medyası mı?” sorusu da bundan dolayı anlam kazanmıştır.

Medyanın bu ölçüde güç kazanması, salt medyanın kendisinden kaynaklanmıyordu. Politikacıların dirayeti ve kitleleri sürükleme kabiliyeti azaldıkça propagandaya ihtiyaçları artar.  Medya, bir propaganda aracı olarak bu ihtiyacı karşılamaya talip olur ve bu “emek”ine karşılık politikacıyı yönlendirme gücü alır.

Lâkin işlem, bu kadar basit değildir. Zira medya ile politika arasındaki ilişki salt bir çıkar ilişkisi değildir. Medya ile politika arasındaki ilişki, özellikle İslam dünyasında aynı zamanda dış güçler hesabına işleyen bir ideolojik ilişkidir.

Medyaya yerleşen özellikle Solcu şahsiyetler, politikacıların propagandasını üstlenip buna karşı devlette makamlar elde ederler ve hükümetleri ideolojileri doğrultusunda yönlendirme imkânı bulurlar.

Bu ideolojik tutumla çıkar ilişkisi arasında geçmişte de sıkı bir bağ vardı. Ama son dönemde ideolojik tutumla çıkar ilişkisi tamamen iç içe geçti.

Kapitalist patronlar, Solcu isimleri ücretlendirerek onların geçmişte örgütsel propagandada kullandıkları dillerini satın alır, buna karşı onları paraya boğarak politikayı yönlendirmek için bir tür “paralı asker” gibi kullanır. Bu ilişki, Türkiye’de bütün tarafları ilgilendiren bir “medya kirlenmesi”ne yol açtı.

Medya, aslında İslam dünyasında var olduğu günden itibaren kirliydi; söz konusu ideolojik yaklaşımlarla çıkar ilişkileri arasındaki kaynaşmanın vardığı boyut, kirlenmeyi iyice açığa vurdu. Medya, halk nezdinde itibar kaybetti; propaganda gücünü yitirdi ve toplum tarafından “dolandırıcı” sınıfı içine alınıp dışlandı.

Medyanın içine düştüğü bu durum, İslam dünyasında dindar tabanlı siyasi oluşumlara nefes aldırdı ve onların hızla iktidara doğru tırmanmalarında önemli bir işlev gördü.

Lâkin sosyal medyanın İslam dünyasında iletişime ve kendisini ifadeye susamış çevreleri kuşatarak yayılmasıyla, sosyal medya geçmişin medyasının yerini aldı ve dindar tabanlı siyasi oluşumları yeniden sıkboğaz etmeye, nefeslerini kesmeye başladı.

Son on yılda İslam dünyasında yapılan seçimlerin tamamında sosyal medyanın sonuç belirlemede pay sahibi olduğu açıktır. Elimizdeki örnekler elbette sınırlı. Ama zannederim, Fas ve Tunus, bize kıymetli veriler sunar.

SOSYAL MEDYA VE PROPAGANDA

İslam dünyasındaki Sol yapılar, en keskin Batıcı çevrelerdir. İcraata ilgi duymazlar. Güçlerini mevcudun hatalarından alırlar. Bu doğrultuda onların desteklediği siyasi yapılar da seçimlere giderken icraat vaatleri ile öne çıkmazlar, bütün insani ilkeleri ayaklar altına alarak mevcudu yıpratıp itibarsızlaştırmakla seçmen desteği almaya çalışırlar.

Batılılaşma, İslam dünyasında bütün boyutları ile bir “aldatma”dır. Batılılaşmanın neticeleri ile ilgili verilmiş sözler, Moğolların şehirleri istila etmek için verdikleri sözlerden pek de farklı değildir. Moğollar, yaşam hakkı verme sözü ile teslim alır ama öldürürlerdi. Batıcılar da aynı sözle teslim alır, manen katlederler. 

Batılılaşmanın varisleri, siyaset tarzlarının “aldatma” olduğunun bilincindedirler. Onların bakışında samimi Müslümanlar, aldatılmaya daima müsait, basit kitlelerdir. Bu bakış, onlara propaganda cesareti verir hatta onları propagandada hadsizleştirir.

2008’de Ankara’nın küçük bir ilçesinin belediye başkanının merkez medyanın ortak övgüsüne mazhar olduğunu gördüm. Medya, söz konusu şahısla ilgili öylesine bir imaj oluşturuyordu ki siz onun ilçesini cennete çevirdiğini zannederdiniz.

Merakıma hâkim olamayınca bir gün otobüse atlayıp o ilçeye gittim. Gördüklerim beni dehşete düşürdü: Başkanın bütün icraatları, köklerinden tamamen kopmuş bir şehirde geçmişi anımsatma adına yapılan folklor gösterilerini andırıyordu.  

Ortada icraat yoktu, icraatın bir tür resimleri, görseli vardı. Öyle ki icraat adına gördüklerim aklımda bir iz dahi bırakmadı. Zannederim, basit bir pazar yeri süslemesi falan gibi bir şeyler yapılmıştı. Ama herhâlde başkanın bütün icraatları, hiçbir hizmeti basına konu olmayan Sincan Belediyesinin küçük bir parkı kadar maliyetli değildi.

Acaba görmediğim bir şey mi var, diyerek halka sormaya başladım. “Başka bir şey var mı?” dedim. Bilittifak “Hayır!” cevabı aldım. Halk da dışarıdaki imajın ilçelerinin adını duyurmasından dolayı memnun da olsa başkana duyulan ilgiden şaşkındı.

Mesele anlaşılmıştı: Başkan, geleceğin bir başbakan adayı olarak düşünülüyordu. Kanaatim kesindi. O günden bugüne de takip ediyorum. Bugün için, söz konusu şahıs, adı başkan adayları arasında en çok geçenlerden biri durumunda. Galiba İngiltere kaynaklı bazı uluslararası ödüller de aldı!

Uluslararası sistem, mümkün oldukça ulusal sola doğru zorlayacaktır, bunun mümkün olmaması durumunda ulusal sağ bir aday ihtimalini düşünecektir. Ulusal sağ adaydan kasıt, Solun güdümünde Batı’ya boyun eğmiş bir adaydır.

Sürecin yönetilmesinde “aldatma”, dolayısıyla “propaganda” başat rolde görünmekte ve bu rolü sosyal medya fazlasıyla icra etmektedir.

Sosyal medya, geçmişin medyasında izleme imkânı bulamadığımız ölçüde, bir dış yönlendirme içindedir.

“Vekalet savaşları”nın çok konuşulduğu bir dünyada aslında uluslararası sistem, pek çok işini bizzat üstlendi, vekilleri de kimliği açık memurlar konumuna düşürdü.

Sosyal medyada da böyle bir hâl söz konusudur. Ana aktör, ABD’de yerleşik Yahudi kökenli sosyal medya patronlarıdır. Onların hedefleri için çalışan özellikle Solcu troller ise onların belirlediği gündemi tamamlayan yerel/milis kuvvetler konumundadır. Ne yazık ki ferasetten yoksun olunca “vicdan” namına onları onaylayan dindar simalar da tabloyu tamamlayan son fırçalar işlevi görmektedir.

Takip edenler, sosyal medyanın doğrudan siyasal gündem başlıkları ile siyasal görünmeyen, zihni ve ahlakı dönüştürücü, dolayısıyla “siyasal günahkârlık” bağlamındaki gündem başlıklarının paralel yol aldığını fark etmişlerdir.

Sosyal medya, sadece güncel politik tutumu yönlendirmeye çalışmamakta, aynı zamanda zihinsel ve ahlaksal bir köklü dönüşüm için de sıkı bir hücum gerçekleştirmektedir. “Top atışları” ve “uçak bombardımanları”, dindar tabana dayanarak yükselebilecek siyasi oluşumların bizzat siyaset zeminine doğru yapılmakta, o zeminin besleyici kökleri etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bu kapsamda, sadece dindar tabana dayanan siyasetçi değil, bizatihi dinin ve dindarlığın kendisi de hedef alınmaktadır. Bunun için mevcudun hataları ile kökler arasındaki ilişkiler bir disiplin içinde vurgulanmakta, mevcudun tutumları üzerinden kökler zayıflatılarak siyasi zemini uzun süre onların lehine tutacak, derinden bir dönüşüm hedeflenmektedir.

Ayan beyan bir şekilde geçmişin 27 Mayıs İhtilalcilerinin bir bölümü ile 28 Şubat postmodern darbecileri bir araya gelmiştir. Söz konusu ihtilal ve darbenin tarafında olup onlardan ayrılanların ise tabanı yok gibidir, seçimleri yönlendirebilecek bir kabiliyetleri görünmemektedir.

 Buna karşılık o darbelerde mağdur olup bugün “küskün öfkeliler” konumunda olanlar, seçim sonucunu etkileyebilecek bir yapı olarak ihtilal ve darbecilerin yanında durmaktadır.  

Sosyal medya, bu küskün yapının söz konusu cephe içinde daha fazla büyümemesi ve mevcudun alternatifi olmaması için de güçlü bir silah olarak kullanmaktadır.

Bu hâliyle önümüzde akılları çelebilecek bir sosyal medya muhalefeti vardır. Bu muhalefet yarın bir “sosyal medya iktidarı”na dönüşebilir mi?

Sosyal medya muhalefeti, Sudan’da kitle gösterileri; Fas ve Tunus’ta seçimler yoluyla iktidara dönüştü.

Her üç ülkenin de bu dönüşümden kazançları ne oldu? Kocaman bir hiç ve üstelik, propaganda ile gelenleri, dış destekten dolayı seçimler yoluyla devirme imkânı da yok gibi! Dolayısıyla öfkeyle hareket edip veya ferasetten yoksun vicdanla mevcuda, başkalarının stratejisine bakmadan hücum edenler, oralarda bugün ne yapacağını bilmez durumdalar?