İnsanın duyarsızlaşması, insanlığın vahiyden kopmasının sadece tabii bir neticesi değil, aynı zamanda insanlığı vahiyden koparanların planlı bir üretimidir.
İnsanlığın güncel, kahredici duyarsızlığı; tabii neticenin planlanan netice ile buluşması sonucu bu boyuta ulaşmış, bu ölçüde derinleşmiştir.
Geçmişin dünyasında kölenin duyarsızlaşması; kişilerin köle olarak tutulmasında ve toplumda bir köle sınıfının oluşmasında önemli bir yardımcı etkendi. Köleler duyarsızlaştıkça kölelik sistemi mevcudiyetini korurdu. Bugünün dünyasında yerküreye hükmeden düzenin sürmesi; insanın daha fazla duyarsızlaşması ile ilişkilendirilmekte ve “kendine odaklanmış, duyarsız insan tipi”; “model insan” gibi öne sürülmektedir.
Duyarsızlık, duyguların ölümü olarak bilinir. Halbuki bugünün dünyasında duyarsızlık, duyguların ölümünün yanında düşüncenin de ölümü olarak kabul edilmelidir.
Duyarsızlık, mahiyet bakımından çağlar üstü sabit bir hâl değildir. Her çağın kendisine özgü bir duyarsızlığı vardır. Modernizm, zuhur ettiği günlerde, kendisini kalp yanı sağlam, duygu dünyası zengin bir kadim insanla karşı karşıya buldu. Bunun için insanın duyguları ile uğraştı, insanı yanlış yönde düşündürerek yanlış fikriyatı duyarlılığa karşı imha edici bir silah gibi kullandı.
Bundan dolayı modern devrin insanı, hakikatte duyarsız bir insan olmaktan öte, vahye karşı duyarsız bir insandır. Kulaklarını vahye kapatıp beşerî düşüncelere açmış bir insandır. Başka bir ifadeyle modern devrin insanı duyarsız bir insan olmaktan öte, yanlış bir duyarlılığa sürüklenmiş, duyarlılık konusunda sapmış insandır.
Modern düşüncenin sağ ve soluyla çöktüğü postmodern dünyada ise küresel liberal yönetimin hedefinde sadece vahiy yoktur; insanı düşünmeye, hissetmeye dolayısıyla iradesini kullanıp değişime yönelmeye sevk edecek her unsur vardır.
Postmodern liberal dünya, sadece vahye karşı değildir, insanın bizzat iradesine karşıdır, dolayısıyla onun akletme, düşünme melekesini imhaya yöneldiği gibi hissetme melekesini de imhaya yönelmiştir. Bu “yeni” dünyanın hedeflediği insan tipi, “robot insan” bile değil, tamı tamına “araç insan”dır.
Bu “araç” değerindeki çağdaş yurttaştan ilk beklenti, düzeni hâkim unsurlar aleyhine değiştirmeye kalkışmamasıdır. İkinci beklenti ise düzen içindeki rolünde işini azami verimlilikle yapmasıdır. İşten geriye kalan vaktini de yine düzene ve işine hizmet edecek şekilde geçirmesidir. Yemesi, giyimi, eğlenmesi, konuşması, susması hep bu beklentiler doğrultusunda dikte edilmiştir.
İnsanlığın bir kısım duyguları; henüz 19. yüzyılın pozitivizm ve materyalizminin dişleri arasında paramparça olup öldü. İnsanlık, o çağda yanlış bir güzergahta da olsa düşünceye yönlendirildi. 20. yüzyılın sonlarından itibaren ise düşünce de öldürüldü. Düşünmek, artık ayıp sayılıyor gibi. Yakın bir döneme kadar “filozof” ifadesi çok düşünen insanı takdir için kullanılırdı. Bugün alay etmek amacıyla kullanılmaktadır.
Kabul edelim ki etrafımız artık sadece düşünmeyen deği,l aynı zamanda hissetmeyen bir insan türüyle çepeçevre kuşatılmıştır. Bu, duyarsızlığın doruğudur, duyarsızlık karanlığının en zifiri hâle ulaşmasıdır.
İNSAN, NEDEN DUYARSIZLAŞIR?
İnsan yapısal olarak son sebebi/güncel sebebi; en mühim ve hatta kimi zaman tek sebep olarak görmeye yatkındır. Bu yönde, çoğu zaman bugünün dünyasına bakarak insanın varlığa kavuşmasını, hayat koşullarında konforu yakalamasını duyarsızlığın tek sebebi gibi ifade ederiz.
Tok insanın azalarının uyuşması ve hantallaşmasında izlendiği üzere varlığın, konforlu yaşam koşullarının insanı duyarsızlaştırabildiği muhakkaktır. Bununla birlikte varlığa kavuşan her insanın duyarsızlaşacağı ise gerçekliğe aykırı, Marksist bir dogmadır.
İslam tarihi boyunca varlıklı Müslümanlar, aynı zamanda İslam toplumunun en duyarlıları arasında yer almışlardır. Müslüman tüccarlar ve esnaf, İslâmî yaşamın tarih boyunca en örnek cemaatlerinden kabul edilmektedir.
İslam’da zühd önemli bir yer tutar ve zühdle ilgili anlatım zenginliğimiz, ekonomik olarak varlıklı olup aynı zamanda duyarlı güçlü bir yapımızın mevcudiyetinden bağımsız değildir.
Varlık, insanı duyarsızlaştırabileceği gibi, geçim derdine düşürecek aşırı yoksulluk da duyarsızlığın etkenleri arasındadır. Özellikle günümüz İslam dünyasının önemli bir bölümünde duyarsızlığın baş etkenlerinden biri, kişileri geçim davasına müptela eden yoksulluktur.
Şehvani arzuların peşine takılmak, farklı sebeplerle toplumdan uzaklaşıp kendi yaşam kulübesine çekilmek, amacına ulaşmamak, nasihatlerle gerçek yaşam arasında irtibat kuramamak, sık tekrarın yol açtığı alışmak, taassup, farklı alanlarla meşguliyetten dolayı aşırı yorgunluk ve dikkat dağınıklığı hatta bir alanda toplumdan ayrışacak kadar uzmanlaşmak da duyarsızlığın etkenleri arasındadır.
Günümüzün duyarsızlığında bu etkenlerin hepsinin yeri vardır. İnsanın duyarsızlaşmasını lehlerine gören çağın müstebitleri de insanı duyarsızlaştırmada bu etkenlerin tamamını kullanmaktadır.
DUYARSIZLIĞIN BELİRTİSİ: NASİHATE KAPANMAK!
Duyarsızlığın ilk ve yüzeysel belirtisi, insanın çevresinde yaşanan yanlışlara karşı tepkisini yitirmesidir. O tepkiyi yitiren insan, önce yanlışlara müdahale azmini; sonra yanlıştan rahatsız olma hissini yitirir. Başta yanlışı hisseder, lâkin ona müdahale etme isteğini bastırır. Ardından o istek de onda oluşmamaya başlar. Süreç derinleştiğinde kişi, yanlışa bakar ama yanlışı görmez. Hayatını hiçbir yanlış yaşanmıyor gibi sürdürür.
Ne var ki bu hâl bile, duyarsızlığın yüzeysel belirtisidir. Duyarsızlığın derin belirtisi, kişinin kendisini yanlışla ilgili uyaran bilgiden etkilenmemesidir. Kişinin aydınlatıcı bilgiyi duyduğunda algılamamasıdır. Bilginin onun kulağından girerken iç dünyasında, zihin ve kalbinde işlem görmemesidir.
İşte bu, tam bir kilitlenme hâlidir. Bu hâldeki insanda, zihin ve kalp, ölmüş, iş göremez bir hâle düşmüştür. Fert veya toplum, bu noktada, A’raf 179’un kapsamına girmiş, nasihatin aydınlatıcı nurundan kopmuş, ıslah olmaması durumunda kendisini yakıcı ateşe ulaştıracak sefere başlamıştır.
Duyarsızlıkta bugün düştüğümüz nokta ne yazık ki burasıdır. Hepimizin etrafında bilgi ne kadar etkileyici olursa olsun, ondan hiç etkilenmeyen, onun anlattığı sevince de acıya da duyarsız kalan insan tipleri vardır. Sizi dinler ama alayımsı dahi olsa bir tepki duymaz. Ondan alacağınız alayımsı bir tepki dahi belki sizi mutlu eder.
Bu husustaki yanlış ise bizim sadece belli fertlerin bu hâle düştüklerini zannetmemiz ve onlara karşı öfkeye kapılmamızdır. Hâlbuki, duyarsızlık toplumsal bir sorun olma yaygınlığındadır. Otuz yıl önce, etkili bir hutbe onlarca insanın şuura varmasına vesile olurken bugün keskin bir kılıç gibi bilenen bir vaaz dahi karşılıksız kalabilmektedir. O vaaz aleyhine olumsuz bir şey söyleyen birileri çıkmadan yani muhaliflerin tepkisi söz konusu olmadan dinleyicilerden lehte bir tepki gelmez. Bu yönde bir tepki ifade ettiğinizde sizi dinleyenlerin içten içe sizinle alay ettiklerini fark edebiliyorsunuz.
ÇARESİZ MİYİZ?
Hakkı seslendirenler, güçlerini sâlih amelden ve sözlerinin gücünden alırlar. Amel örnek alınacak şekilde dikkat çekmez ve söz öğüde dönüşmeyecek kadar tepkisiz kalırsa hak ehli ne yapabilir? Toplum, yeniden bir şekilde duyarlılık kazanıncaya kadar susmak mı gerekir?
Müslümanların bir tür “doğal yaşam”a intibak ettikleri günlerde tutum bu yöndedir. O intibak içinde söz sahipleri, doğal bir felaket ya da sosyal bir çalkalanma beklentisi içinde sözlerini söyleyecekleri gün için saklamaya başlamışlardır. Resûl-i Ekrem’in bütün koşulları aşan Sünnetiyle çelişen bu yarı irade tatilinde söz sahipleri adeta bir felaket yaşansa da toplum kendine gelse beklentisi içinde durmuşlardır.
Hakikatte ise İslam, bütün koşullara karşı sesini, insanın her tür vaziyetteki tiplerine karşı mesajını zihin ve kalplere duyuracak kuvvete sahiptir.
Ahir zaman insanına gönderilen Kur’an-ı Kerim, her tip insana ulaşmanın yolunu öğretmektedir. İslam’ın ilk günden bugüne karşılaştığı insan tiplerindeki renklilik de bize postmodern bir dünyada insana hitap etme deneyimini fazlasıyla sunmaktadır. Sorun bizim Kitaba göre zamana bakmak yerine, zamana göre Kitaba bakmamızdır. Zamana göre bakış, bizi hep eksik bir bakışta ve kısıtlı bir çözümde tutmaktadır.
ÇÖZÜM!
Müslümanlar, Haçlı istilası sürecinde ilmi ihya ederek kendilerini toparladılar. Moğol süreci istilasında edebiyat merkezli sanata sarıldılar. Ama zamanla özellikle söz sanatında büyük başarılar gösterirken ilimden koptular.
Batı istilası, İslam dünyasını istila etmek ve istila ettiğinde elinde tutmak için bilgiyle dönüştürmeyi bir strateji hâline getirince Müslümanlar bir anda sarsıldılar. O ilk sarsıntının ardından büyük şairleri ile fert ve toplumların kalplerine hitap edip istilaya karşı bariyer oluşturmayı başarırken istilacı Batı, askeri kuvvetlerle yenemediği Müslümanları, yanlış bilgi ile yendi. Müslümanlar, cephelerde kaybetmedikleri gençlerini, okullarda genelde Batılı müktesebat ve özelde ulusalcı sosyalist müktesebatla yitirdiler.
Bu hâl, 20. yüzyılda İslam davet ve irşadını tamamen ilme yönlendirdi. İlme yöneliş, Müslümanların genelde Batı, özelde ulusalcı sosyalizm karşısında başarılı olmalarını da sağladı. O gün Müslümanlar, bilgileri ile karşılarındaki kişileri yenip durdurdular ve hidayete erdirip hak yola sevk ettiler.
Lâkin geldiğimiz safhada da bilgi, eskisi gibi iş görmüyor ve söz, eskisi gibi kalplere sirayet etmiyor. Bunun için pek çok İslam davetçisi ve mürşidi adeta eli kolu bağlı, çaresizce bekliyor. İslam düşmanları da vaziyete bakıp “İslamcılık iflas etti!” diye bağırıyorlar.
Kafirler, İslam’ın hak esaslarına karşı koyamayınca Müslümanların hakkı anlatma başarısını İslam’la özdeşleştirip aleyhte, can sıkıcı ve azme zarar veren tespitler dillendiriyorlar. Bizler de onlara bakıp onların verdiği hükmü çoğu zaman tekrarlıyoruz, umut kırıyoruz. Hâlbuki bir sorun karşısında başvuracağımız kaynak Kur’an ve Sünnet’tir.
Sanat, gayeli ve gayesiz (salt eğlendirici) olmak üzere iki türlüdür. Kur’an-ı Kerim nazil olduğunda Arap toplumu, edebiyat bağlamında her iki sanata da vakıftı ama özellikle gayesiz şiir çok yaygındı.
Kur’an-ı Kerim, haşa şiir değildir. Ama Kur’an-ı Kerim’in üslubu; güzellikten, sevk edici ve dehşete düşürücü olmayı sağlayacak estetik etkiden uzak da değildir.
Kur’an-ı Kerim, salt bilgi olmaktan uzaktır. Kur’an, etkili tasvirleri ve güzel üslûbuyla da insanın duyarsızlığını yener. Zamanla, kimi itirazlara rağmen aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in okunuşu da hatta hatlı yazılışı da başlı başına duyarsızlığı darmadağın edecek bir estetik edinmiştir. Tecvitli okuyuş ve hat sanatı, böyle bir işleve de sahiptir.
Onun yanında henüz ilk günden sanat olarak şiir, İslam’ın hizmetinde olmuş; davet ve irşadda yüzbinlerin hidayet ve ıslahına vesile olmuştur.
Buradan bugüne bakalım: Hepimizin zihin dünyasında “sanat” olumsuz bir yere sahiptir. Bizim için “sanatkâr” ya İslam düşmanı bir sapkındır ya da arzulara hizmet eden gayesiz bir tiptir.
Son sanatımız şiiri dahi artık İslam’a iman etse de ameli pek de düzgün olmayanlardan bekliyoruz gibi. Roman, hikâye, tiyatro, sinema, müzik, resim … Oralarda hiç yok gibiyiz. Sanat denince ilimle uğraşanlarımız fıskı, sanatçı deyince fasıkları hatırlayıp irkilmekteler. Hükümetler ve diğer kurumlar da ilim kurumlarına küçük veya büyük yatırımlar yaparken sanat kurumlarını fasıkları oyalayacak kurumlar olarak tutuyorlar.
Bu, hiç kuşkusuz Kitab’a göre çağa bakış değil; çağa göre Kitab’a bakıştır hatta o, bile değil, Kitap’tan kopuştur.
Bu yaklaşım, Müslümanları sadece sanatın verimliliğinden yoksun bırakmıyor, aynı zamanda sanat kurumlarının İslâmî faaliyetlere karşı mücadelede yer almalarının da önünü açıyor. Toplumu ihya için işlemeyen sanat kurumları, toplumu yanlışa yönlendirmek ya da duyarsızlaştırmak için işliyor.
Kimi zaman bir şiirin, bir film kesitinin anlattığını elli vaazla anlatmak mümkün değildir. Ama aynı zamanda bir film kesitinin, bir güldürünün yaptığı tahribatı da elli vaazla düzeltmek mümkün olmayabiliyor.
Diğer yandan, ilim ve sanat birbirinin alternatifi değildir, bugünün postmodern dünyasında birbirlerini tamamlayacak yapılardır.
İlim zihnimizi aydınlatıp kalbimizi ferahlatmaya devam ederken sanat, insanın duygularını canlandıracak, onda ölen duyarlılığı ihya edecek ve onun hakkı hissetmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla, toplumları saptırmak veya uyuşturmak için kullanılan sanat, bir diriliş aracı olarak işlev görecektir.
Bu çerçevede Kitab’a göre çağa bakıp sanatımızı yeniden ihya etmek durumundayız.