Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı’nda Şam’da iken orduda yedek subay olarak görev yapan Agop Dilaçar’ı İngiliz casusu diye huzuruna getirirler.
Hikâyenin ayrıntılarını asıl adı Hagop Martayan olan Agop’un kendisi anlatır: Ermeni yedek subay, İngiliz ordusunda görevli iken esir alınan Hint kökenli bir albay ile diyaloga geçer. Osmanlı istihbaratı bunu tespit edip Agop’u yakalar ve hakkında işlem yapılmak üzere ordu komutanı Mustafa Kemal’in huzuruna çıkarır.
Ne var ki Mustafa Kemal’le Agop arasındaki o ilk karşılaşma her nasılsa bir anda Türk dili üzerine bir fikir oturumuna dönüşür. İkisi arasındaki münasebet devam eder. Mustafa Kemal, cumhurbaşkanı olunca Agop’u Türk Dil Kurumu’nun kurucu genel sekreteri olarak tayin eder ve Agop, 1979’da ölünceye kadar, yaş haddine bile takılmadan o görevde bulunur.
Mustafa Kemal, kendisine “Dilaçar” soyadını vermiştir. Kimi iddialara göre “Atatürk” soyadını da Agop, Mustafa Kemal’e önermiştir.
Bu öyküden de anlaşılacağı üzere Osmanlı’nın yıkılışından Cumhuriyet’in kuruluşuna ve yeni sistemin şekil bulmasına kadar yaşanan süreç, İslam tarihinin en ilginç mikro alan safhalarından biri gibidir.
Süreçte, her şey adeta “ters tarif” felaketine uğratılmıştır. Emperyalist stratejilere karşı duran herkes, “dışarının adamı” olarak tanıtılmış, dışarıyla sıkı bağlar kuranlar ise “vatansever, milliyetçi, kurtarıcı” olarak tarif edilmiştir.
Ancak süreçte pek çok şey sonradan bir şekilde itiraf edilmiş ya da bir şekilde ifşa olmuştur.
Osmanlı’yı yıkan İttihat ve Terakki’nin genel başkanı bugün bile bilinmemektedir. Nasıl olur, demeyin! Öyle bir devir işte! Osmanlı’yı on yıla yakın yöneten partinin tahminen genel başkanı Mason Üstad-ı Azam’ı Talat Paşa’dır.
Talat Paşa, anılarında İngilizlere karşı nasıl bir muhabbet içinde olduklarını anlatırken insan onun bu kimlikle koca Osmanlı’nın sadrazamı makamına nasıl oturduğuna takılıp durur! Ne var ki işler ters gidince öyle yol almaya başlamıştır.
Süreçte İngiliz yanlılığı ile itham edilenlerden biri de ünlü kadın yazar Halide Edip Adıvar’dır. Batı yanlılığı bilinen Halide Edip, Ankara’dan kendisine yöneltilen ithamlara galiz bir hakaretle cevap verir ve ardından biz, Yunan cephesinde savaşta iken onlar Ankara’da oynaştaydı, der.
Cumhuriyet kurulduktan sonra, İngilizlerin hedefindeki hilafet kaldırılır, İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’u ziyaret eder. Ankara yönetimi, İngilizlere doğrudan bağlı Irak, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’la ilişkilerini de gayet dostane sürdürür.
Buradan Şeyh Said Efendi meselesine bakalım:
Son dönemde söylenen çok manidar bir söz vardır: Şeyh Said Efendi, hakikaten İngilizlere yakın dursa ya da sonraki süreçte bile İngilizlerin az çok işine yarayacak biri olsa Ankara’nın onu idam etmeye gücü yeter miydi ya da Ankara, böyle bir adım atmaya dahi yanaşır mıydı?
Şeyh Said Efendi, alim ve sûfî bir Halidî-Nakşibendî mürşididir. Son dönemde yayımlanan eserlerine baktığınızda da onun bu kimliğin tam bir temsilcisi olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.
Halidî-Nakşibendî meşayihimiz, dış düşman karşısında tereddütsüz kitalden yana olmuştur. Mesele içerdeki modernleşme olduğunda ise genel olarak iki farklı tutum içindedir: Sivil direniş ya da bizzat kıyam.
Kürt meşayih ile Endonezya’nın Açe-Sumatra meşayihi, kıyamı tercih etmişken diğer meşayih, sivil direnişi tercih etmiştir. Ama farklı tercihlerine rağmen iki taraf, birbirini asla kınamamış, aksine birbirlerini hep hayırla anmışlar ve birbirleri için dua etmişlerdir.
Söz konusu meşayihin toplumların, sair hakları ile ilgili duyarlılığı da İslâmî esaslar üzerindedir. Onlar İslam hukukunun yasaklanması ve ana İslâmî kurumların kapatılması gibi, Müslümanların bir kesiminin Şeriatın verdiği haklardan mahrum bırakılıp dillerinin yasaklanmasına da tepki göstermişler, böyle bir girişimi İslâmî kimlik için tehdit görmüşlerdir.
Bugünden bakıldığında onların Şeriata bir bütün olarak yaklaşmakla ne kadar isabet ettikleri de ortadadır.