Batı kaynaklı sorunlar ve kavramlar, bugüne kadar ya Batı kurumları ve uzantıları tarafından işlendi ya da özü üzerinde durulmadan bütün olarak reddedilmekle yetinildi.
Batı’nın “aydınlanma” sonrasında vardığı aşama, sistemsel bir bütünlük ifade eder. Her sorun ve kavramın o sistemsel bütünlük içinde yeri vardır.
Halbuki Batılı araştırmacılar, modernizm kaynaklı sorunları sistem içinde anlatmadıkları gibi, sistem dışı bir sorun olarak da anlattılar. Böylece sistemi, sürekli “masum” tuttular. Bu eğilim içinde onun kendisini gerek Batı toplumlarına gerek diğer dünya toplumlarına kabul ettirirken başvurduğu insanı tüketici yöntemleri özenle sakladılar.
Modernizm karşıtı ve Batı dışından araştırmacılar da sistemin özüne inmediler. Sistemi bütün olarak reddederken onun insanı tüketen yanlarının anlaşılmasını sağlayacak bir anlatım geliştirmediler. Yine Batı’yı eleştirirken daha çok Batı’nın eylemlerine odaklandılar. Örneğin, Afrika ve Amerika toplumlarının yaşadığı acılardan söz ettiler. Ama o acıların arkasındaki zihniyeti yeterince irdelemediler. Bunun için genel olarak, sistemi sarsacak, kalıcı bir etki bırakmadılar, aksine sisteme yönelik tepkilerin boşalmasını sağladılar.
Öte yandan bütün tarihsel acılara rağmen, Batı’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirdiği insan hakları söylemi, modernizm sonrası sistemi eleştirenleri aciz bırakmış gibidir.
Bugünün modernist yaklaşımla güne odaklanan insanı, bırakın yüzyıllar öncesinin acıları II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı acıları dahi hissetmiyor. Değerlendirmede adalet terazisi tahrip olmuş, başka uygarlıkları sürekli geçmişleri ile yargılayanlar, söz konusu Batı olunca bugünün insan hakları söylemine takılmayı tercih ediyorlar. Bu adil olmayan değerlendirme içinde sıkışıp kalan çağın insanı, Batı’nın modernizm içinde sosyal dönüşümünün bırakın başka toplumlara öncelikle Batı toplumuna nasıl ölümcül darbeler vurduğunu görmüyor.
Dün savaşların yol açtığı katliamlarla tükenen Batı toplumu, bugün modernizmin insanı içten tüketen zihniyetince kıtır kıtır kesiliyor ve üstelik Batı insanı, tükendiğini fark etmiyor. Diğer dünya toplumları da küresel bir yapı içinde Batı’daki bu tükenişten etkileniyorlar.
Çalışkan, kendisine hâkim ve yaşam tarzı olarak düzenli, kadim Batı insanı, yerini kendisini arzularına bırakmış, hantal ve gelişigüzel yaşayan bir “modern Batılı insan” tipine bırakıyor. Vakanın acı yanı bu insan tipi, hâlâ bütün insanlığa ideal bir insan tipi gibi tanıtılıyor. Bütün insanlık, o tipe benzetiliyor.
Bu bağlamda bugün Batı’nın yaşadığı ve yaşattığı sistemi irdelemek, Batı insanına düşman olmak anlamına gelmez. Aksine böyle bir çaba, öncelikle Batı insanının faydasınadır, bu yöndeki her olumlu girişim aynı zamanda Batı insanının da kurtuluşu için bir kapı aralama girişimidir.
Analizimizde bu bağlamda Batı’nın “aydınlanma” sonrasında Batı sisteminin en önemli sacayaklarından zevkperizmden söz edeceğiz.
HEDONİZMDEN ZEVKPERİZME
İnsanın arzuları tarafından sürüklenmesi, yeni bir vaka değildir. Arzunun isyan veya nisyanla, insanın ayağını kaydırması, insanın var olduğu günden bu yana yaşanagelmiştir.
Nitekim, Eski Yunan’da “hazcılık” anlamında “hedonizm” diye bir akım dahi oluşmuştur. Kur’an-ı Kerim de bize “hevasını ilah edinenler”den; yani arzularını eylemlerinin merkezine alanlardan, eylemleri sadece beşeri arzularına göre şekillendirenlerden söz eder, bize onları haber verir.
Batı’da 19. yüzyılda gelişip kökleşen ve benim “zevkperizm” dediğim zevkçilik, bu kapsamda olmakla birlikte, bireysel bir hazcılık değil, siyasal bir araç mahiyetindedir. Sistemin insanı itaat altına almak ve itaat altında tutmak için başvurduğu, sürekli formatlanan bir üretimdir.
Bu üretimin esası, kişilerin arzularını; inançları, örfleri, düşünceleri ve çıkarlarına tercih etmelerine dayanır. Başka bir ifadeyle kişilerin tercihlerinin ve dolayısıyla yaşam tarzlarının oluşmasında zevklerinin, kapıldıkları beğenilerin; inanç, örf, düşünce ve çıkar bariyerine takılmayacak kadar öne çıkması, davranışlarındaki dengenin arzularından yana bozulmasıdır.
Özü bu mahiyette olan zevkperizmin bir yanı Batı toplumlarına; diğer yanı Batı’nın kontrol altına almak istediği diğer dünya toplumlarına bakar.
BOYUN EĞDİRİCİ OLARAK ZEVKPERİZM
Zevkperizmin Batı’da boyun eğdirici araca dönüşmesinin ilk yanı iktisatla ilgilidir. Fransız İhtilali’nin etkili olduğu modern sürece kadar sermayedar, mal odaklı bir üretim yapıyordu. O süreçte tüketicinin tutumunu, malın kalitesi belirliyordu. Bu iktisadi düzen, devlet tarafından kontrol edilip korunuyordu.
İhtilalle birlikte sermayedar, burjuva olarak hem devleti yönetme hem mal üretip satma gibi, tüketici aleyhine ayrıcalıklı bir konum elde etti. Onu kontrol edecek mekanizma da bizzat onun eline geçti.
Bir kısmı Yahudi kökenli diğer kısmı korsanlıktan gelen bu yeni yönetici sınıf, sınırsız bir kazanma hırsı içinde “daha çok tüketim” ve dolayısıyla tüketime sınırsızca açık tüketici odaklı bir üretime geçti. Sermayedar, devleti ele geçirmenin verdiği avantajla, malını satmak için niteliği artırmak yerine, sınırsız tüketime açık bir tüketici türünü üretmeye yöneldi.
Bu üretimle; inancı, örfü, aklı ve ihtiyacı doğrultusunda davranan, dolayısıyla o gümrüklerle tüketimini sınırlayan dünün muktesit tüketicisinin yerini, eylemleri arzularına teslim olmuş, dolayısıyla eyleminde hikmet aramayan bir tüketiciye bıraktı.
Tüketici, yeni seküler yapı içinde inanç ve örf gümrüğünden uzaklaştığı gibi, arzularına teslim olarak akıl ve ihtiyaç gümrüğünden de uzaklaştı ve “içinden geldikçe/canı istedikçe/ arzuladıkça” tüketmeye başladı.
Tüketici; artık arzuları tarafından yönlendirilen bir insandı ve arzuları da yine malı üreten tarafından üretiliyordu. Lâkin yeni devleti de üreten sermayedar, bu hâli, sistemin bütününü ele geçirmenin verdiği avantajlarla “özgürlük”le ifade etti. Bu hâl içinde çepeçevre kuşatılmış olan insan, değişen ölçüleriyle, kendisini her arzusunu gerçekleştirebilen yeni “özgür insan” olarak görmeye başladı.
İnsanın bu şekilde sürekli tüketen bir varlığa dönüşmesi, sistemin üreticilerine muazzam bir zevk verdi ve tabiri caizse sistem, kendisini tamamen zevk merkezli donatmaya başladı. O günden sonra sistem, kendince “tanrı”yı yenmiş, onun yerine aldatıcı “zevk tanrısı”nı koymuş, bütün unsurları zevkin bekasına göre ayarlamaya başlamıştır.
Bu ana yapı içinde;
Zevkperizm, her şeyden önce, özünde modernizmin, geçmişe ait her şeyi dışlayan, ötekileştiren yaklaşımı içinde yol almıştır. Dini değerler dünyasında insan, kendini arzuları karşısında kontrol altında tutabildiği kadar yücelir. Kendisini tutabilen, koruyabilen azizdir, takvalıdır, üstündür. Modernizm, geçmişi ötekileştirmekle bu değer anlayışını unutturdu; kişilerin değerini tüketimleriyle ölçmeye başladı. Kişi, tüketimi kadar değer gördü, dikkate alındı.
Bir sonraki aşamada, zevkperizm, Sigmund Freud’un insanı koruyan ahlaki ilkeleri sorunların kaynağı gibi gören ve “içinden geldiği gibi davranırsan her sıkıntıdan kurtulursun” diyen sınırsızlık psikiyatrisi zihniyetiyle desteklendi. Freud, seküler ortamda bunalan ve artık bir pazar günü ibadethaneye sığınma imkânı bile bulmayan Batı insanına sınırsız fuhuşata yönelerek rahatlamayı önerdi, bunalan insanı uyuşturucu kullanmaya dahi teşvik etti. Onun psikiyatri anlayışı, tamı tamına zevkperizmin kilisesi gibidir.
Son aşamada zevkperizm, iç dünyana ne doğuyorsa ahlakı bir kenara atarak onu dışa vur, diyen sürrealist sanat anlayışıyla kitlelere empoze edildi. Bugün de bu aşama devam ediyor. İnsanı, inanç, örf, akıl ve çıkarlarıyla karşı karşıya getiren her tür üretim, “sanat” kategorisinde koruma altına alınıp onun üzerinden toplum kula kul yapılıyor.
SİYASAL BİR ARAÇ OLARAK ZEVKPERİZM
Fransız İhtilali’nin öne sürdüğü sekülerizmin /laik yönetimin sıradan Batılı tarafından kabul görmesi güçtü. Bu güçlüğün aşılmasına yardımcı olacak iki unsur olarak milliyetçilik ve zevkperizm öne sürüldü.
Düşünceyle ilgili görünüp aslında romantik bir hava içinde insanı ondan uzaklaştıran milliyetçiliğin sistem içinde işlevi, insanı dinsel bağlardan koparmak, sekülerizmi toplumlar için “bağımsızlık” hissiyle anlamlı hâle getirmektir. Milliyetçilik ile aynı zamanda bireyin de dinin diskalifiye edilmesinden kaynaklı iç boşluktan kısmen uzaklaştırılması da hedeflendi.
Sistemin ikinci yardımcı unsuru ise insanın düşünce yanını tamamen silikleştiren ve onu anlık hikmetsiz arzuların sürüklediği bir konuma düşüren zevkperizmdir. Arzu ve onun talep ettiği eğlence, seküler dünyada ibadete alternatif gibi düşünüldü. Seküler ortamda bunalan insan, arzularına yönlendirilerek sistemle uğraşmaktan ve sistemi uğraştırmaktan uzak tutuldu.
Milliyetçilik, dünyanın kula kulluğa dayalı sistem karşısında bütünleşmemesi için daimî bir araç iken zevkperizm her bunalım karşısında birey ve toplumu dindirecek bir araç olarak düşünüldü.
Milliyetçilik, II. Dünya Savaşı’na yol açıp Batı’yı imha edecek bir felakete neden olunca “Batı evreni” ile sınırlı olarak dışlandı. Zevkperizm ise daha da geliştirilip azami boyuta taşındı. Batı insanının o güne kadar uzak durduğu bazı arzular da onun gözünde meşrulaştırılıp kutsandı. Savaş sonrası post modern neoliberal çağda, Batı insanına boş vaktini sınırsız cinsel yaşam gibi arzularla geçirmesi durumunda özgürlüğün doruğuna varacağı ve mutlu olacağı öğretildi.
Artık, her şeyin tüketildiği bu hâl, bugün Batı’nın çıkmazını teşkil etmektedir.
Batı dışı dünyada ise zevkperizm, “modernizm”in fen kısmının diğer toplumlarca istenen bir değer hâline gelmesiyle yayılmaya başladı. Batı, fenni alma talebiyle Batı’ya gönderilen genci, zevkperizm üzerinden avladı, onu arzularına yönelterek toplumuna fenni götürecek bir şahsiyet olmasının önüne geçti. Aynı dönemde Batı, koloniler ve konsolosluk gibi dış bağlantılarını kullanarak zevkperizmi, başka toplumlardan kendisine istihbarat görevlisi veya geleceğin siyasi idarecisi olarak hizmet edecek kişileri elde etmekte kullandı. Daha makro projelerde ise, Batı’dan fenni isteyen toplumlara, fenni almanız için önce zevkperest olmanız, zevkperizmde bizimle ortak yaşam tarzına geçmeniz gerek deyip onları aldattı.
Bu genel yapı içinde Osmanlı örneğinde, zevkperizme kapılan gençler, Sultan Abdülhamid Dönemi’ne gelindiğinde artık önemli bir elit kesimi oluşturdular. Servetifünun edebiyatçıları örneğinde olduğu gibi o gençler zevkperizmi “özgürlük” olarak kutsadılar, onun kısıtlanmasını istibdat olarak nitelediler, onun üzerinden “siyasal olmayan bir siyasal” ürettiler. Görünürde siyasetle uğraşmıyorlardı ama dönemin romanlarına yansıdığı üzere zevkperizme yönelik her tür sınırlamaya agresif bir şekilde karşı çıkarak siyasal nizamı yıkıma götürdüler.
Abdülhamid’in devrilmesi ve benzeri misaller, Batı’ya Müslüman toplumlarla ilişkide farklı bir kapı açtı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra “siyasal olmayan bir siyasal” olarak zevkperizm, artık siyasal/politik bir günahkârlığa dönüştürüldü.
Türkiye’de Batılı bir akım olarak sol, zevkperizmi, hep gençleri ortama çekecek bir “av” gibi kullandı. Solun en saygın isimleri Nazım Hikmet ve Kemal Tahir gibi şair ve romancılar dahi gençlerin malum arzularına hitap ederek onları ortama çekme, ardından o ortamda sosyalist düşünceleri empoze etme yöntemine başvurdular. Uygun ifadeyle gençleri önce meyhaneye çekip sarhoş ettiler, ardından o hâl içinde onları sosyalizme inandırdılar. Sol örgütler de sahada o tür arzuları insan avlamak için kullanmaktan hiç çekinmediler.
Solun çökmesi ve ABD Başkanı II. Bush’un İslam dünyasına yönelik sınırsız düşmanlığı içinde Sol kesimler, “yaşam tarzı” söylemiyle tamamen siyasal günahkârlığa yöneltildi. Solun az önce ifade edilen geçmişi de militanlığını zevkperizm lehine işletmesini fazlasıyla kolaylaştırdı. Bugün Sol, hiçbir ölçüyü gözetmeden salt “yaşam tarzı” ve “zevkçilik” etrafında siyaset yapmaya, siyasi tavır almaya başladı.
Bu noktada küresellikle ilgili sentezlerle birlikte “milli özgürlük” gittikçe değersizleştirildi ve yerel siyasal nizamların meşruiyeti tamamen zevkperizme bakışlarıyla değerlendirildi. Bir iktidar, zevkperizmi bütün sınırsızlığı ile sahipleniyorsa meşru, ona karşı en basit bir kısıtlamaya gittiğinde ise müstebit (zalim, özgürlük karşıtı) kabul edildi.
İslam dünyasında her tür aksi yöndeki tutuma rağmen “Ümmet” şuuru yol alınca milliyetçilik bir kez daha coşturuldu. Lâkin bu yeni tarz milliyetçiliğin kabulü de zevkperizmi kabulüne bağlandı. Bize dayatılan yönetim tarzının meşruiyeti; sekülerlik-milliyetçilik ve zevperestlik üçlemesine bağlanırken zevkperizm en öne kondu.
Batı, kendi dünyasını sekülerlik - evrensellik - zevkperestlik üzerine inşa ederken bizim dünyamızı, sekülerlik - milliyetçilik - zevkperestlik üçlemesi üzerinde tutma kaygısında.
Sekülerizm, bizi İslam’dan uzaklaştıracak, milliyetçilik, buluşup büyümemizin önüne geçecek, zevkperizm ise her haneyi istila edip bizi tüketecektir. Bu sistemin, başı köleleştirmeye, sonu ise tüketmeye odaklıdır.
Lâkin onların bir hesabı varsa Allah’ın salih kullarının da bir hesabı vardır.