27 Mayıs, Diyarbakır’ın İslam ordularınca fetih yıldönümüydü. 29 Mayıs da İstanbul’un.

İki fetih de pek çok İslam fethi gibi matematiksel düşünen bir akılla düşünüldüğünde mümkün görünmemektedir.

Hicrî 5’te Resûl-i Ekrem salallahu aleyhi vesellem ve Ashabı Medine’de kuşatılmışken Hicrî 17’de Ashab, Diyarbakır’ı fethedebilmiştir. Aradan geçen süre sadece 12 yıldır.

Oysa arada Hicaz’a hâkim konuma çıkan Mekke müşrik yönetimi engeli vardı. Mekke’nin müttefiki Bedevi Araplar ve Yahudi yerleşimleri vardı.

Bizans vasalı Hıristiyan Araplar vardı. Bizans müttefiki yerli Hıristiyanlar vardı ve bizzat Bizans’ın kendisi vardı. Zira Diyarbakır’ın fethinin önünü açan Ecnadeyn ve Yermük savaşlarında İmparator Herakleios’un bizzat oğlu ve kardeşi gibi aile efratları yer almışlardır.

Hicri 5’te henüz kabile savaşı dışında hiçbir savaşa katılmamış, mancınık görmemiş, savaş arabalarını belki destanlarda dahi duymamış, sayısı 3500’i geçmeyen Ashab; nasıl olur da dünyanın en kurumsal ve en donanımlı ordularını yenip de 2212 km yolu nasıl aşıp Diyarbakır önlerine gelebilmişti?

Diyarbakır önlerine gelen Ashab, nasıl olmuş da dünyanın bu en muhkem şehirlerinden birini altı ayı bulmayan bir kuşatmayla fethedebilmiştir?

Bizans ordularının savaş kabiliyeti dikkate alınıp onun yanında İslam ordularının aynı anda dünyanın diğer süper gücü Sasani ordusu ile de savaş hâlinde olduğu göz önünde tutulursa, zaferin büyüklüğünün salt aklı nasıl aştığı daha da iyi anlaşılabilir.  

Matematiksel düşünen salt akla sorulursa Ashab’ın fetih yolculuğu resmen çılgınlıktır. Ya Müslüman aklına sorulursa?

Bir de İstanbul’un fethine bakalım: İki yüz yıl önce Anadolu istila altındadır. İstanbul’da Haçlı hakimiyeti vardır. Anadolu, Moğol istilası altında darmadağındır.

O darmadağın Anadolu’dan bir beylik doğmuş, küçük bir boyun lideri ve Şam’da Haçlı ve Moğollara kaşı mücadeleyi hocalarından öğrenmiş bir tasavvuf erbabı alim…

O beylik, yüz yılı birkaç yılla geçen serüveninde epey yol alıp batıya doğru yol alırken doğudan gelen Timur felaketiyle darmadağın olmuş, bölünmüş, yıkılmakla yüz yüze kalmış. Bunun yanında Bizans toparlanmış, Hıristiyan birliği de epey yol almıştır.

Buna rağmen henüz yarım yüzyıl geçmişken Osmanlı’nın genç hükümdarı Mehmet, İstanbul’u fethetmeye azmetmiştir.  

Matematiksel düşünen salt akla sorulursa genç Müslüman hükümdar, bir çılgınlık peşindedir? Ya Müslüman akla sorulduğunda?

Müslüman aklı, her iki fethi de mümkün hatta çok normal gördüğünden o fetihleri gerçekleştirebilmiştir.

Vahyin kılavuzluğunda oluşan Müslüman aklının bir yanı aklın tedbiridir, diğer yanı mü’min kalbin derinliklerinden gelen cesaret ve heyecanın getirdiği coşkudur, aksiyondur.

Müslüman aklı, bu iki yanın dengesinde selamet bulup yol alır ve o akıl, kalbin derinliklerinde oluşan vicdan ve aklın derinliklerinden gelen ferasetle beslenip kemale erer, imkânsız gibi görünen fetihler getirir.

Şimdi bu pencereden bugüne bakalım: Dünyayı istila eden güçlerle aramızda bir kıyas yaptığımızda matematiksel düşünen salt akılla mı düşünelim? Yoksa “Müslüman aklı” ile mi?

Matematiksel düşünen akla sorulursa hepimiz topyekûn aklını yitirmiş delileriz.

Ya Müslüman aklına sorulursa?