Cumhurbaşkanlığı seçim atmosferi ısındıkça seçimin tarafları arasındaki çekişme de farklı bir boyuta tırmanıyor.
Ülke, neredeyse 75 yıldır 20. yüzyılda kendisine giydirilen gömlekten çıkma kaygısında. Bu kaygıya karşı şiddetli bir direniş verildi. O direniş bugüne kadar değişim mücadelesini durduramadı. Ama değişimi talep edenler, süreç içinde yaralandı, kan kaybetti; ödünler verdi, yarayı saklayıp derinleştirmek için önüne konan sargı bezlerine bile razı oldu.
İlk günden, İslam’ın dünyasını dağıtacak paket, milliyetçilik ve laikçilik ikilisi olarak düşünülmüştür. 15 Temmuz darbe girişimi, fiilen başarısız oldu. Ama 20. yüzyılın başında İslam dünyasını parçalayıp dağıtmak için öne sürülen milliyetçilik ve laikçilik ikilisinden milliyetçilik o girişimden sonra, açık bir şekilde değişim taleplerinin dışında bırakıldı. Laikçiliği toparlamak için ise pek çok sufi camia bile “özel programlarla” yıpratıldı.
Milliyetçilik, evveli çekici, sonu ise felaket olan bir akımdır. İslam dünyasındaki varlık nedeni de kurtuluş değil, felakettir. Lâkin taraftarları, bunu hiçbir zaman kabullenmemişler ve her dönem kıyısından köşesinden de olsa ona bulaşmanın caiz olduğuna dair mazeretler bulmuşlardır.
Bu husustaki esas büyük yanılgı, İslam dünyasında milliyetçiliğin “millî” zannedilmesi ve milliyetçilikten söz eden herkesin “vatansever” olarak düşünülmesidir. Ona yakın esasta diğer bir yanılgı ise milliyetçiliğin, birlik ve bütünlüğe hep hizmet edeceğine inanılmasıdır.
Organizatörler, bu iki yanılgının farkındadırlar. Toplumun ise onun farkına varmaması için gerçekleri örtbas eden bir tarih kurgusundan destek almaktadırlar. O tarih kurgusunda birlik, imkânsızlaştırılmış, ihtilafın arka planı ve bedeli gözlerden kaçırılmıştır.
Türkiye’de siyasetin geldiği nokta, politik tartışmaları bir “Türk ihtilafı”na dönüştürmüştür. Günlük sosyal medya mesajlarına baktığınızda Sol veya Sağ olsun, bütün tarafların Türklük adına, konuştuklarını kolaylıkla görebiliyorsunuz.
Dışarıdan bakıldığında “Türkler bütünleşmiş!” algısı ortaya çıkıyor ki bu, pek de yanlış bir algı değildir. Lâkin Türklerin üzerinde bütünleştiği ana saha “ihtilaf”tır ve neredeyse her Türk, bu ihtilafın bir tarafıdır.
Türkiye’de beka sorunu, “milliyetçi” bir anlayışla hep Türk unsurların dışında aranmıştır. Acaba Türkün kendi içindeki ihtilafı, başka unsurlarla ihtilaf içinde olmasından daha mı az beka riski oluşturmaktadır?
Analizimizde tarihsel veriler üzerinden bu soruya cevap bulmaya çalışacağız.
İSLAM ÜZERİNE BİRLİK VE İHTİLAF
Batı’da üretilmiş tezlerden beslenenlerin iddialarının aksine İslamiyet’ten önce Türkler, parçalı bir toplum idiler. Bir bölümü Çin, diğer bölümü Sasanî olmak üzere, hâkim güçlerin etki alanında ve Asya savaşlarında en çok zarar gören unsur durumundaydı. Orta Asya kıskacını terk eden Türkler ise başka toplumların içinde eridiler.
Türkler, İslam ile bu çıkmazdan kurtuldular. İslam’la birlikte Orta Asya’da kalan Türkler güçlendiler, Orta Asya’yı terk edenler ise kimliklerini koruyarak dünya tarihinin en güçlü aktörleri arasında yer aldılar.
Türkler, İslam’la güçlenirken aynı zamanda İslam için de yeni bir aksiyon kaynağı oldular. Karahanlılar, Müslümanlaşarak Çin karşısında güçlü bir topluma dönüşürken İslam’ın sesini Çin seddine taşıdılar. Daha içeride devlet kurma noktasında yüzyıllardır sorun yaşayan Mâverâünnehir ve civarındaki Türkler, Gazneli Devleti’yle istiklallerine kavuştular. Bununla birlikte İslam’ın fetihlerini güneye, Hint kıtasına doğru genişlettiler. Bu ilk iki devlet sayesinde İslam, doğuda ve güneyde büyük bir ivme kazandı.
İki devletin oluşturduğu o büyük heyecan içinde kalabalık Oğuz boyları ve başka boylar İslam’a geçtiler. Lâkin bu boylar, doğuya ve güneye doğru yol almaktansa Büyevyhîlğin ve Fâtımîliğin oluşturduğu iç tehdide karşı mücadele için, batıya, İslam dünyasının içine yöneltildiler. O boylar; Orta Asya, Türkistan ve İran’daki devletleri ve devlet bakiyelerini yutup Büyük Selçuklu Devleti birliğini kurdular. Büyük Selçuklu Devleti, Halifeliğin başkenti Bağdat’a uzandı; İslam dünyasını karartan, sonuçsuz ihtilafları gücün maharetiyle bastırdı. Müslümanları darmadağın eden bilgi merkezli tartışmaların üzerinden silindir gibi geçti. Sınıfa girip “Susun artık!” diyen otoriter öğretmen misali, anlatıp ikna etmenin yerine, konuşanın kafasına sopayı indirdi.
Müslümanlar, itilafın yol açtığı tahribatla ilişkili olarak bu gücü “rahmet” görüp onun etrafında buluştular. Gücün maharetiyle gelen bu birlik, Malazgirt zaferini kazanıp İslam’ın ayakta kalan kadim hedefi Bizans’ı da yıkımla yüz yüze getirince daha da sevildi ve bağra basıldı.
Birlik ve onun getirdiği zafer karşısındaki sevinç, öylesine bir romantizm oluşturdu ki bu aksiyoner Müslüman gücün, doğudaki kurulu nizamı değiştirerek batıya yönelmesinden kaynaklı, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bulunduğu Çin ve Hint kıtalarına yönelik fetihlerin durması dahi önemsenmedi. Ne var ki araya yüzyıllar girmeden, Türkler arasındaki ihtilaflar, Müslümanlar arasındaki tarihî bilgi merkezli ihtilafları bile gölgede bıraktı ve her Türk ihtilafı İslam dünyasını yeni bir istila tehdidi ile yüz yüze bıraktı.
İslam tarihi içinde ilk büyük Türk ihtilafı, Gazneli-Selçuklu savaşı kabul edilebilir. 1040’taki Dandanakan Savaşı, Büyük Selçuklu Devleti’nin oluşumunu sağlarken İslam’ın Asya’daki ilerleyişini durdurdu.
Lâkin asıl Türk ihtilafı, yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, Büyük Selçuklu Devleti’nin üçüncü hükümdarı Melikşah’ın vefatı üzerine başladı.
Melikşah’ın vefatı üzerine, hanımı Terken Hatun, 4-7 yaşlarındaki oğlu Mahmut’u tahta oturtmak isteyince Büyük Selçuklu Devleti’nde iç savaş başladı. O savaşta, binlerce İslam yiğidi hayatını kaybetti. Terken Hatun aşılınca savaş, bu kez Melikşah’ın oğulları Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasında cereyan etti. Şam Selçuklu Sultanı ve Melikşah’ın kardeşi Tutuş da bu ihtilafa katılınca Fâtımî musibetini bertaraf etme stratejisi suya düştü. Aksungur, Bozan gibi İslam komutanları iç savaşta can verdi. Şam coğrafyasında ve dolayısıyla Kudüs güzergâhında kâhtı rical (adam yokluğu) sorunu doğdu ve mukaddes İslam beldeleri savunmasız kaldı.
Her büyük iç ihtilaf, dışarıya kapı açar. O kapıdan girecek bir düşman varsa iç ihtilaf, dış istilayı getirir. Melikşah’ın varisleri arasında yaşanan Büyük Selçuklu iç ihtilafı da Haçlıların İslam yurduna girip Kudüs’ü istilasının önünü açtı, İslam dünyasını tükenmek ile yüz yüze getirdi.
Türklerin Selçuklu çağı sonrası ikinci büyük iç ihtilafı, Hârizmşahların diğer Türk unsurlarla savaşları ve kendi içlerindeki ihtilaflarıdır. Büyük Selçuklu Devleti’nin zayıflamasıyla İslam dünyasının doğusunda oluşan iktidar boşluğunu Selçukluların eski memurları Hârizmşahlar doldurdular. Lâkin Hârizmşahların, hikmetsiz güç sahiplikleri ile İran ve Türkistan’da neredeyse Haçlı istilası öncesi Şam’ın kopyası benzeri bir hâl yaşandı.
İbnü’l-Esîr’in ifadesiyle Alâeddin Muhammed Hârizmşah, çoğunluğu Türk olan hükümdarlarla çatışıp onları ortadan kaldırınca bölgede kâhtı rical oluştu, Moğollara karşı koyacak İslam hükümdarı kalmadı. Hârizmşah bir de annesi Türkan Hutan’la didişince onların öz gücü de tükendi.
Bu Türk ihtilafı, önce Kara Hıtay istilasına, sonra Moğol felaketine yol açtı. O ihtilafla İslam dünyasının doğu kıtasının kıyameti koptu. İslam, o coğrafyada bugüne kadar telafi edemediği bir birikimi yitirdi. İhtilafın neticeleri doğuyu aşıp merkeze kadar geldi; Bağdat Abbâsî halifeliğinin yıkılmasına neden oldu. Selçukluların batıya yöneliş gerekçeleri, Abbâsî halifeliğini korumaktı. İhtilaf, maksada ulaşmayı engellediği gibi, maksadın tersine de hizmet eder. Doğudaki Türk ihtilafı, İslam dünyası merkezi açısından böyle bir felaket getirdi.
Meselenin bir de Anadolu (Türkiye) Selçuklularına bakan yanı vardır. Alâeddin Keykubat’ın divanı ve ümerasının onun varisleri etrafında yaşadıkları ihtilaf yüzünden Kösedağ Savaşı kaybedildi. Keyhüsrev’i iktidara getiren “karmaşık” koalisyon, büyük iddialarla iş başına geçti, geçmiş döneme yönelik bir hesaplaşma başlattı. Keykubat’ın büyük saygı gören Sultan Hanımı Adliye Hatun infaz edildi, veliaht evlatları da muhtemelen aynı akıbeti paylaştı. Moğollar, bu hâl içinde Anadolu’ya geldiklerinde iç düşmanlıkta pek mahir ve acımasız o muhalefet, dışarıya karşı kılıç sallayamadı, neticede Anadolu istilaya uğradı.
Türklerin diğer bir iç ihtilafı da çok dillendirilmese de Mısır’a hâkim olan Memlüklerin ihtilafıdır. Nûreddin ve Selâhaddin devletlerinin bereketli mirasına konan Memlükler, ilk dönemde o bereketin bakiyeleri üzerinde hizmetler yaptılar. Ama başka bir analize konu olacak ihtilaf ve ihtilal alışkanlıklarını terk etmeyince İslam’ı Akdeniz’de boynuzsuz bıraktılar, Mısır, Şam ve Hicaz’a hapsettiler. Onlar birbirlerini keserken Endülüs kaybedildi, Osmanlı yardıma yetişmeseydi Kuzey Afrika, Yemen, Hicaz ve Filistin’in istilası da an meselesiydi.
İslam’ın Mısır ve Şam’da Haçlı-Moğol ve Reform sonrası Avrupa karşısında ayakta kalması, o coğrafyada Nûreddin ve Selâhaddin devletlerinin nasıl sağlam bir temel oluşturduklarının kanıtıdır. Ne yazık ki bu temelin iyi değerlendirilmemesi noktasında uluslararası bir tedbir görünmektedir.
Timur belası ve ardından Safevi sonrası musibetler karşısında dahi İslam dünyasının batı kıtasının çökmemesi, aksine gaza ruhu üzerinden kuzeye ve batıya doğru genişlemesi, o esastan hiçbir şekilde bağımsız değildir.
Türklerin dördüncü büyük ihtilafı, 19. yüzyılda yoğunlaşan ve 20. yüzyılın başında iç savaş boyutuna varmasa da yıpratıcı bir hâl alan Osmanlı içi ihtilafıdır. Kimi zaman geçmiş-gelecek; gelenek-modern gibi yanıltıcı kavramların etrafında ele alınan bu ihtilaf, önce Kuzey Afrika ve Balkanların istilasına, nihayetinde I. Dünya Savaşı’na dahil olma felaketine yol açtı. İslam dünyasının bu süreçteki insan kaybı değil ama toprak kaybı Moğol istilasındaki kayıplardan bile fazladır. Moğol istilasında Mekke, Medine ve Kudüs selamette kalırken bu istilada üç mukaddes şehir de istilaya uğramıştır.
Bu istila aynı zamanda Türklerin, Gazneli günlerine götürülebilecek, dolayısıyla bin yıllık İslam dünyası önderliğine de son vermiştir. Türkler, tarihleri boyunca Moğol istilası dışında, hiçbir ihtilafta bu kadar büyük kayıp yaşamamışlardır.
SON İHTİLAF VE ŞİMDİ NEREYE?
19 ve 20. yüzyılda yaşananlar ile Orta Asya, Anadolu, Kırım ve Balkanlar bağlamında Türk unsurlar, Moğol istilasından bu yana ilk kez bu kadar büyük bir dağılma yaşadılar.
Bu büyük dağılmanın bakiyesi olarak parçalı Orta Asya Cumhuriyetleri ile Azerbaycan ve Türkiye kaldı. Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin durumu ortada.
Türkiye’ye gelince 1950’den bu yana başlayan toparlanma, Turgut Özal günlerinden bu yana dünya ile rekabet umudu veren bir kalkınma hamlesine dönüştü. Bu hamle, 28 Şubat süreci ile durduruldu, sonra bazı kayıplarla kısmen toparlandı. Ama o toparlanıştan hemen sonra, henüz 2007 gibi erken bir tarihten bu yana iktidar yarışını geride bırakan, ondan öte yıpratıcı ve ülkenin kapılarını dışarıya açan bir mücadeleye dönüşen bir iç ihtilaf ile karşı karşıyayız.
Başta bu ihtilafın, 20. yüzyılın başına dayanan anlaşılabilir kökleri vardı. Bu ihtilaf, sonra bütün tarafları yıpratan bir koltuk kavgasına büründü ki böyle ihtilafların bütün tarafları birlikte kaybeder. İçeride herkes tükenirken ülkenin kapıları dışarıya açılır. Ne yazık ki bunu idrak edebilen çok az şahsiyet vardır.
Birinci büyük Türk ihtilafı, doğudaki fetihleri durdurdu; ikinci büyük Türk ihtilafı; Haçlı; üçüncü büyük Türk ihtilafı Moğol, dördüncü büyük Türk ihtilafı Batı istilasına yol açtı. Yeni bir Türk ihtilafının mevcut halde yol alması acaba neye mal olacak? Tefekkürde hayır vardır.
Öte yandan, daha önce İslâmî değerlerin ihyası etrafında yaşanan ve anlaşılabilir yanı olan ihtilafın birliği sağlama yönünde yol alırken yeni bir milliyetçilik yarışının başlatılması, aklı başındaki herkesin “Aman ha!” diyeceği bir ortama işaret etmektedir.
Milliyetçilik, iki yüzyıldır dünyanın en büyük musibetidir. Avrupalılar; milliyetçilik savaşları ile birbirini tükettiler ve o savaştan kârlı çıkan kimse olmadı. Savaşı kışkırttıklarından kuşku duyulmayan Yahudilerin II. Dünya Savaşı’nda yaşadıkları da malum.
Bugün aklı başında Yahudi çevreler bile özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’da milliyetçiliğin canlandırılmasından ürkmeye başladılar.
Sürüye dalan “kurt”, sadece bir koyunu alıp gitmez; engellenmediği sürece sürünün tamamını boğazlar!