Bugünün dünyasında tarih, geçmişteki hakikatin anlaşılması için değil, gelecekteki politikaların yönetilmesine yönelik yazılıp konuşuluyor.

Bugün bir politika belirleniyor, ardından o politikaya uygun bir dün yazımı geliştiriliyor.

Diğer taraftan tarihî vakalar, kendi gerçekliği içinde işlenmediğinde salt hakikati bulma amacıyla işlense bile sizi hakikate götürmüyor. Hatta hakikatle tam zıt yöne sevk ediyor.

Tarihi vakalara bakış noktası ve açısı, tarihi vakayla ilgili değerlendirmeleri de doğrudan etkiliyor.

Avrupa merkezli, modernizm öncesi dünyayı karanlık olarak tasvir eden, modernizm sonrası çağı masumlaştıran bir tarih anlayışı yaklaşımıyla geçmişe bakmak; Müslümanların güncelliğini koruyan dış kaynaklı handikaplarındandır. Bu çarpık yaklaşım, bizim hakikatlerimizi doğru değerlendirmemizin önünde kalın bir set oluşturuyor.

Her yıl nisan ayında gündeme getirilen Ermeni meselesinin ele alınış tarzı, sözünü ettiğimiz bu yaklaşımın tipik örneklerindendir. Meselenin hakikati ile her yıl siyasilerin dili üzerinden önümüze konan biçimi arasındaki mesafe, ürkütücü boyutu da geçip dehşet verici bir boyuta varıyor.

Bu bağlamda analizimizde Ermeni meselesinin tarihsel sürecini değerlendireceğiz.

BİR İHANET VE AFFIN TARİHİ

Müslümanlar, henüz Hz. Ebû Bekir Dönemi’nde, (Allah ondan ve bütün Ashabdan razı olsun) Bizans ve Sasani orduları ile karşılaştıklarında Ermenilerle yüzleştiler. Ermeniler, her iki orduda da paralı asker vazifesindeydiler ve rütbe olarak bugünkü anlamda generalliğe kadar yürümüşlerdi.  

İslam’a karşı savaşan Bizans ordusunun önemli bir kısmını Ermeniler oluşturuyordu. Ecnadeyn ve Yermûk gibi tarihi savaşlarda Ermeni asker ve komutanlar, bütün kabiliyetleri ile İslam ordularına karşı savaştılar ve Bizans’la birlikte hezimete uğradılar.

İslam orduları, Rakka-Urfa hattına ulaştığında ise Ermenilerin bir bölümü Müslümanlara teslim olurken diğer bölümü, İslam ordularını Bizans’tan daha çok uğraştırdı, savaşın bütün hilelerine başvurdu. Nihayetinde Bizanslılar kaçtılar, onlar ayaklar altında kaldılar. Direnmeye güçleri yetmeyince “bizim aslında Bizans’la ilişkilerimiz iyi değildi, aramızda bariz inanç farkları var”, dediler. Müslümanlar, onların özürlerini kabul ettiler. O günün savaş hukuku böyle değildi; ama İslam,  güne uyan bir inanç değil, günü değiştiren bir inançtır.

Ermeniler, zaman zaman sözlerinden dönüp ihanet ettiler, katliamlara sebep oldular. Buna rağmen, Müslümanlar İslam hukuku ölçüleri içinde suçlu ile suçsuzu birbirinden ayırdılar, suçsuzun zarar görmesine izin vermediler, suçluları ise mümkün oldukça affettiler. Ermeniler, bu sayede İslam toprakları içinde varlıklarını korudular. İslam’ın merhameti olmasa bir toplumun bu kadar yanlış oynayıp varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

İslam orduları Kafkasya’ya doğru tırmandıklarında Müslümanlar, gayrimüslimlere yönelik kendi genel uygulamalarına aykırı olarak, Ermenilere otonom bir yönetim hakkı da tanıdılar. Bu, o güne kadar Bizans ve Sasani orduları içinde paralı asker olarak Müslümanları katletmiş Ermenilere yönelik tamamen bir fazilet mahiyetindeydi. Buna karşın Ermeniler, o günün dünya gerçekliğinde İslam’a karşı çıkardıkları zorlukları başkalarına karşı çıkarsalardı, bir fertleri dahi yaşatılmazdı.

Ermeniler, Abbâsî Halifeliğinin Büveyhî iktidarında etkisizleştiği bir süreçte kadim İslam yurdu iken Bizans tarafından istila edilen Çukurova’ya yerleştiler, Urfa yöresinde de güç kazandılar. Urfa-Maraş-Tarsus hattında yoğunlaşıp Malatya’yı da içine alan bir hâkimiyet alanı oluşturdular.

İslam dünyasındaki iç kavgaları fırsata çevirip o bölgelerde Müslümanların kadim camilerini kilise olarak kullandılar. Ama 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun fethi yeniden mümkün olunca Ermeniler işlerinin rayında gitmediğini görüp telaşa kapıldılar. Ermeniler, birbirini izleyen suçlar silsilesi içinde Müslümanları sadece taciz etmediler; dünyanın en düşük düşmanlarını Müslümanların başına sardılar. Hiçbir toplumun Müslümanlara yapmadığı kötülükleri Müslümanlara yaptılar. Müslümanlar, tamamında insanın hata yapabileceği gerçeğiyle hareket ettiler ve affı seçtiler.

Henüz 1074’te ve Kudüs’e yönelik Haçlı Seferleri fikrinin oluşmadığı bir dönemde Ermeni bir elçi Roma’ya varıp Müslümanlara karşı Katolik Papasından yardım talep etti. 1080’de ise bizzat Patrik II. Grigor Vkayaser, Papa VII. Gregory’dan resmen İslam dünyasına müdahale talebinde bulundu. Ermeni patriğin bu başvurusu Haçlı Seferlerinin başlamasında önemli etkenler arasında kabul edilmektedir.

Haçlılar, İstanbul’a ulaştıklarında ise Kudüs’ün istilasına varacak yolda onlara acımasızca kılavuzluk ettiler. Müslümanların merhametinin bedelini zulüm ve katliamlarla ödediler.

Bagrat, Çukurova Ermenilerinin “kral” sıfatındaki idarecilerinin oğluydu; İstanbul’da Haçlılara gönüllü olarak kılavuz oldu, onları iyi bildiği Anadolu yollarından geçirdi ve Müslümanlara yönelik katliamların en önemli ismi Baudouin’i Urfa yakınlarına ulaştırdı.

Büyük Selçuklu Devleti’nin büyük iç kavgasında Urfa; Toros isimli bir Ermeni’nin yönetiminde kalmıştı. Toros, Haçlıların bölgeye yaklaştığını haber aldığında sevinç içinde onları karşıladı ve şehrin kapılarını gönüllü olarak onlara açtı. Ermeni papazlar, Haçlıları dualarla şehre kabul ettiler.

Toros, Bauduoin’i bağrına basıp evlatlığı ilan etti; kırk yaşındaki katil Haçlı şövalyesini önce kendisi, sonra karısı gömleği ile sarıp  “Herkes bilsin ki bu, artık oğulcuğumuzdur” diye duyurdu.

Kim bu Baudouin, önce ağabeyi, sonra kendisi “Kudüs Kralı” ilan edilen ve nice Müslümanı katleden Haçlı katili? 

Hukuk ve vefa tanımayan Haçlıların, elbette Ermeniler için bir düşündüğü vardı; hem Bagrat’ı hem Toros’u farklı zamanlarda paramparça ederek öldürdüler. Ermeniler, buna rağmen fanatik Hıristiyanlık etkisiyle Haçlılara hizmet ettiler, Antakya’nın Haçlıların istilasına uğramasında rol oynadılar. Maarra’da kadın, çocuk, yaşlı yirmi bin Müslümanın kılıçtan geçirilip yaralı kimse kalmasın diye yakılmasında yer aldılar, büyük Kudüs katliamında da pay sahibi oldular.

Buna karşı Haçlılardan nasıl bir kazanım elde ettiler. Büsbüyük bir hiç! Başta Antakya Haçlıları tarafından olmak üzere sürekli sıkıştırıldılar, Çukurova’da istila ettikleri yerleri bile kaybetme riskiyle yüz yüze kaldılar.

İmâdüddin Zengî, 1144’te Urfa’yı fethettiğinde onların kılına dokunmadı, kurulu düzenlerini dahi bozmadı, ev ve işlerinde bıraktı.

Oysa Ermeniler, 1146’da Musul Atabegi İmâdüddin Zengî katledildiğinde bir kez daha Haçlıları Urfa’ya davet ettiler; Müslümanların mal, can ve namuslarını Haçlılara peşkeş çektiler. Nûreddin Zengî, Urfa’ya ulaşmasaydı tarihin büyük katliamlarından biri Urfa’da yaşanacaktı. Zengî, Urfa’yı kurtarınca Ermenilerin ihanetini cezasız bırakmadı ama asla soykırıma da yönelmedi.

Nûreddin Zengî’nin ısrarlı girişimleri ile onun vefatına doğru Çukurova Ermenileri, hakikati biraz olsun gördüler, Haçlılara karşı Müslümanların saflarına geçtiler.

O süreçte Anadolu Selçuklu Devleti ile Ermeniler arasında da iyi ilişkiler gelişti. Ermeniler, Haçlılardan yana yaşadıkları hayal kırıklığını bir daha İslam’ın merhametine sığınarak unutmaya çalıştılar. Fakat bu durum çok sürmedi.

Moğollar Anadolu’nun içlerine doğru yol aldıklarında Ermeniler, hâlâ Anadolu Selçuklu tarafındaydılar. Kösedağ’a asker gönderme vaadinde bulunmuşlardı. Ama muhtemelen “savaşın sonucunu gözetleyip” geri döndüler.

Savaşın mağlubu Gıyâseddin Keyhüsrev’in annesi, Moğolların eline geçmemek için, saraydaki kadın ve çocukları yanına alıp Halep Eyyûbilerine kast ederek yollara düştü. Fakat Çukurova Ermenileri, onun yolunu kestiler ve kadın olmasına bakmadan onu ve yanındaki çocukları acımasızca Moğollara teslim ettiler. İhanet o kadar kalleşçe idi ki Moğol istilasını genel olarak destekleyen Hıristiyanlar dahi onları lanetlediler. Hatta Hülâgû hayranı Malatyalı Hıristiyan müellif Ebü’l-Farac İbnü’l-ʿİbrî dahi onları yaptıklarından dolayı kınamıştır. 

İslam dünyasındaki Moğol istilası esasen Nasturi (Süryani) Hıristiyan papazların danışmanlığında yol alıyordu. Ama son süreçte Ermeniler de tarihin en kötü rollerinden birini oynadılar.

 “Ermeni Kralı” sıfatını taşıyan I. Hetum, önce kardeşi Simbat’ı Moğol başkenti Karakurum’a gönderdi. 1250’de Çukurova’ya dönen Simbat, Ermenileri umutlandırdı. Bunun üzerine bizzat Hetum, Karakurum’a gitti ve Moğollar öncülüğünde yeni bir Ortodoks Haçlı Seferi sevinciyle geri döndü: Hetum’un Moğollarla yaptığı anlaşmaya göre Kudüs, Moğollar tarafından alınıp Ermenilere teslim edilecekti. Böylece Haçlıların ellerinde tutamadıkları Kudüs, Ermenilerin elinde kalacaktı!

Hetum, o anlaşma doğrultusunda Ermenileri yanına alıp Hülâgû’nun ordularına katıldı; Bağdat’ın tahrip edilip yüz binlerce Müslümanın katledilmesine ortaklık etti, Halep ve çevresi katliamlarında da yer aldı. Müslümanları rencide eden Moğol uygulamalarına kılavuzluk etti. Ama evdeki hesap Aynicâlût’tan döndü.

Ketboğa komutasındaki Moğollar Eyyûbîlerin Memlûklerine yenilip Hülâgû da bir daha bölgeye gelemeyince Ermenilerin bütün işleri ters gitti, Ermeniler tarihin en büyük hayal kırıklığını yaşadılar, kendilerine ve yöneticilerine güvenlerini tamamen yitirdiler. Üstelik bir daha unutulmamak üzere Müslümanların kin ve nefretine konu oldular. Nihayetinde Mısır Memlûklerince Çukurova’daki krallıkları yerle yeksan edildi. Fakat katliama uğramadılar, İslam’ın merhametiyle muamele gördüler.

OSMANLI MODERNİZMİ VE BİR DAHA İHANET

Osmanlı Devleti, Ermenilerin bir bölümünü Müslümanların nefretine konu oldukları bölgelerden uzaklaştırıp İstanbul’a götürdü. Onlara bağımsız bir patriklik verdi, İslam fıkhı doğrultusunda, hukuk işlerinde onları kendileriyle baş başa bıraktı. İslam’ın merhameti içinde Ermeniler, İstanbul’da çok sayıda kilise açıp gün geçtikçe güçlendiler, İstanbul’un en varlıklıları arasında yer aldılar, devletin nimetlerini yediler.

Ne var ki Osmanlı, Batı karşısında zayıfladığında devleti modernleşip laikleşmeye zorladılar. Haklarını vermek gerekir ki Ermeni papazlar, tarihten çıkardıkları dersle laik Ermenileri durdurmaya çalıştılar. Ama laikleşen Ermeniler, bir kez daha İslam dünyasını zayıf bulmuş ve istiladan nemalanma umuduyla sarhoş olmuşlardı.

Osmanlı,  Tanzimat’la modernizm sürecine girince Ermeniler “paşalık” bile elde ettiler, Osmanlı kurumlarında Müslümanların önüne geçmeye başladılar. Bunun üzerine Batı’dan yana umutları daha da arttı ve Rusya’nın da Osmanlıya karşı galibiyetini aynen Haçlı ve Moğol istilalarında olduğu gibi kazanıma dönüştürmeye çalıştılar. İslam tarihi boyunca istila görmemiş Diyarbakır’la ilgili bile hak iddia etmeye başladılar. Amaçlarına ulaşmak için köyleri basıp kadın çocuk demeden öldürdüler, diri diri yaktılar, ırza geçtiler. 

Vilayet-i Sitte meselesi denen o iddialarıyla ilgili bir daha hayal kırıklığı yaşadıkları hâlde I. Dünya Savaşı’na doğru bir kez daha istilacı güçlerin yanında yer aldılar, zulme hizmet ederek, değerleri ayaklar altına alarak hak elde edebileceklerini zannettiler. 

O güne kadar İslam’ın merhametiyle korunuyorlardı. Ama artık iş başında laik İttihatçılar vardı. Laikler, onları affetmediler, onlara “dünya”nın kurallarına göre muamele ettiler.

Ermeniler, daha önceki ihanetlerine rağmen merhametle muamele görürken bu kez kendileri gibi laik ve Batıcı olanların Şeriatı tanımayan gazabına uğradılar, acılar çektiler. Buna rağmen yaşananların tehciri aşıp soykırım boyutuna vardığını iddia etmek mümkün değildir.

Şeriat sadece Müslümanları değil, gayrimüslimleri de koruyordu hatta kimi zaman zalimleşen Müslüman idareciler, gayrimüslimlerin Şeriatta belirlenen hukukunu korurken Müslümanları kendi haklarından yoksun bırakıyorlardı.

Bugün Ermenilerle ilgili meseleleri gündeme getirip meselenin bu yanını göz ardı edenler, hakikatin peşinde değiller. Meseleyi İslam’a yüklemekle ise hâlâ tarihten ders çıkarmadıkları ve istilacılardan yana umutlarını korudukları anlaşılıyor. Bu, akla sığar bir tutum değildir. Haçlı, Moğol, I. Dünya Savaşı acıları yetmemişse daha nasıl bir tecrübe peşindeler? 

Bismillah, İslam’ın şiarıdır ve Bismillah’ta Allah’ın adından hemen sonra Rahman ve Rahim sıfatları anılır ki İslam tarihi, dünya tarihinin diğer kesitleri ile kıyaslandığında tamı tamına bir merhamet tarihidir. Ne yazık ki İslam toplumu içindeki azınlıklar, bundan istifade etmekle kalmamışlar. Bunu suiistimal de etmişler. Bugün İslam tarihi içindeki yerlerini, o merhamete rağmen çarpıtmaları onları dünya toplumları nezdinde de itibarsızlaştırıyor ve her tür hak taleplerini de havada bırakıyor.

Zira bugünün dünya güçleri dün Müslümanlara teşekkür etmeyenlerin, Müslümanların af ve merhametini ihanetle ödeyenlerin kendilerine de sadık kalmayacaklarının farkındadırlar. Bunun için onlara saygı duymuyorlar, onları sadece kullanıyorlar, işlerine geldikçe gündeme getirip sonra unutuyorlar.