Sosyal medyada, Mescid-i Aksâ’nın önemini vurgulayan bir “Mirac Gecesi tebriki” dahi yayımlandığında altına “Türk milliyetçisi” veya “Kürt milliyetçisi” görünümlü pek çok hesaptan hakaretlere varan tepkiler alınır. “Filistinliler topraklarını sattılar!”, “Araplar bizi arkadan vurdular!” kadim savlarını “Kürtlüğe ihanet ediyorsunuz!” savları takip eder. Milliyetçi görünümlü hesaplar, kayda değer bir şekilde, İslam’ın şiarlarına karşıtlık ve İslam karşıtları ile dostlukta aynı noktada buluşuyorlar.
Müslümanlar, milliyetçiliği ilkin bir tür “kabilecilik” gibi düşündüler; milliyetçiliğin Müslümanların arasına sadece tefrika koyduğunu sandılar. Oysa milliyetçilik, dışarıdan gelen ve zihinsel arka planı olan bir akımdı.
Milliyetçilik, her ırk için bağımsız bir zihinsel çerçeve çizmeyi aşarak bağımsız bir inanç uyduruyordu ve tarih öncesi geçmişten derlenen verilerle kavimlerin yolunu İslam’dan ayırıyordu. Dolayısıyla liberalizm, sosyalizm gibi doğrudan Batılılaşma, kısa sürede İslam’dan uzaklaşmayı ifade ederken milliyetçileşmek de önü alınmadığında zamana yayılan, zihinsel bir ayrışmayı ifade ediyor. Ortak kutsalları kutsal tanımayan, kendine ait kutsallar uyduran bir ayrışma…
Üstelik diğer akımlar, İslam dünyasında sınırlı kalırken milliyetçilik, toplumsal zemine yayılma gibi bir yöne sahip. Bu durum, uluslararası güçlerin operasyonlarını yönetirken milliyetçilikten özellikle yararlanmalarını da beraberinde getirdi ve aynı zamanda “sahte milliyetçilerin” de fazlasıyla türemesine yol açtı.
Kimler milliyetçi, kimler uluslararası güçler hesabına çalışırken milliyetçiliği bir kamuflaj olarak kullanıyor? Bunu anlamak pek de kolay değil. Lâkin çoğu zaman kamuflaj milliyetçilerinin, milliyetçiliğe içtenlikle tabi olanları kuşattığı da bir hakikattir. Hatta İslam dünyasında milliyetçiliğin geçmişi; sahte milliyetçilerin milliyetçiliğe şu veya bu sebeple samimiyetle inananları yönlendirdikleri bir serüvenden ibarettir.
Analizimizde bu bağlamda Mescid-i Aksâ’yı merkeze alarak milliyetçiliğin uluslararası güçler hesabına işleyen yönünü işleyeceğiz.
İSLÂMÎ ŞİARLARI MİLLÎLEŞTİRİP ÖTEKİLEŞTİRMEK
Resûl-i Ekrem, bütün insanlığın önderidir. İslam, evrenseldir. İslam’ın tarihsel serüveni de bu yönde gelişmiştir. İslam; kabul, imkânlar ve yönetimde ortaklıkta ırk tekelinde kalmamıştır. Her Müslüman kavim, nüfus ve nüfuzu ile ilişkili olarak İslam tarihinde bir rol oynamıştır. Öyle ki ilk kez İslam tarihinde; Mısırlı Kâfûr örneğinde bir siyahî, beyazlara sultan olmuştur.
İslam’ın şiarları da kavmî şiarlar olmaktan uzaktır. Kâbe, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ ise İslam’ın tartışmasız şiarlarıdır.
Oysa Cumhuriyet’in ilk yıllarında milliyetçilik daha keskin hatlarla Batılılaşma ile bütünleştiğinde İslam, bir Arap dini gibi ötekileştirilmiş. Üstelik bu anlatım, o günkü tarihle İslam dünyasını dokuz asırdır yöneten Türklere yaptırılmıştır!
Tarihte hiç kuşkusuz en çok Türk katleden Cengiz’in milliyetçilik adına kutsandığı bir dönemde böyle abuk sabuk bir anlatım, normal gibi görünebilir. Ama öyle bir hâl içinde bile İslam’ı, yüzyıllardır Müslümanların yönetiminde payları ikinci planda kalan ve zamanla iyice azalan Araplara ait diye tarif etmek mantıkla alay etmektir.
Devrin siyasileri, o dehşet verici savı; geçenlerde bir parti lideri tarafından müfredata konma sözü verilen “Medeni Bilgiler” kitabında sakınmadan işlediler. Yetmemiş olacak ki o sav, halk arasında yayılsın diye sipariş şiirlerde bile işlendi.
Kemalettin Kamu adlı şahsa, “Burada erdi Musa / Burada uçtu İsa / Bülbül burada varsa /Hürriyet için öter/ Ne örümcek ne yosun/ Ne mucize ne füsun/ Kâbe Arabın olsun /Çankaya bize yeter” sözleri yazdırıldı.
Dikkat edin; şiirin buraya aldığımız ilk dört dizesinde anılan Yahudilik ve Hıristiyanlıkla ilgili bir hakaret söz konusu değil. Aksine onlarla ilgili dörtlük, “hürriyet”le bitirilmiş, o dinlerle hürriyet arasında bir ilişkilendirme yapılmış. İslam’la ilgili dörtlüğe ise hakaretle geçilmiş ve ardından bütün Müslümanların kıblegâhı ve Hac mevkii olarak Ümmetin buluşma noktası Kâbe için “Arabın olsun” diye hüküm kesilmiş! Kâbe-i Şerif, milliyetçilik anlayışı kapsamında ötekileştirilmiştir.
İslam dünyasında milliyetçilik, bir iç bölünme operasyonudur. Edebiyattan az çok haberdar olanlar, Kemalettin Kamu’nun çok sıradan gibi görünen oysa sıkıca örülmüş böyle bir şiiri yazacak bir arka plana sahip olmadığını bilirler. Birileri düşündü, o da yazdı. Hedefleri, Batı’da kabul görme adına, Türklerle İslam arasına mesafe koymak; Türklerin İslam sonrası tarihi için redd-i miras yapmaktı.
Vakanın bir arka planında ise o günlerde İngilizlerin Arabistan Yarımadası’nda hâkimiyet kurma çabaları vardır. İngilizler, daha birkaç yıl önce Arap Yarımadası’nı yöneten Türkleri oradan tamamen koparıp bir tür huzursuz edilmeden oradaki zenginliklere konmak istiyorlardı. Milliyetçilik, o dönemde zihinsel bir köktenlikle zeminden uzaklaştırıcı bir arka plan olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla milliyetçileşmenin Türklüğün yüceltilmesi ile bir ilgisi yoktu; Türklerin Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet alanları ile ilişkisinin kesilmesi ile ilgisi ise açıktı.
Çocuğun eline verilen bir tatlı şeker misali, milliyetçilik bir romantizm olarak Müslüman Türk gençlerinin eline veriliyor, Müslüman dayanışması tüketiliyor ve İslam dünyasının zenginlikleri itirazsız bir şekilde emperyalizme bırakılıyordu. Türk, romantizmin hayal dünyasına dalarken İngiliz, realiteye konuyordu.
Bugüne gelindiğinde o projenin bir benzeri Mescid-i Aksâ ile ilgili yapılıyor. Hepsi olmasa da uçlaşan Türk milliyetçileri, Mescid-i Aksâ’dan söz edilmesine tepki gösteriyorlar. “Bize ne Araplardan?” diyerek atıp kesiyorlar.
Mescid-i Aksâ dramı Kürtler tarafından dillendirildiğinde ise Kürt milliyetçisi görünümlü kişiler onlardan geride kalmıyorlar. Mescid-i Aksâ’dan söz eden Kürtleri, Kürt halkının taleplerine karşı durmakla itham ediyorlar. “Bize ne Kudüs’ten, Mescid-i Aksâ’dan? Filistinliler ilgilensin!” diye çıkışıyorlar. “Kâbe Arabın olsun!” sözünü “Mescid-i Aksâ Arabın olsun!” şeklinde yeniliyorlar. Bir adım daha öteye gidip Mescid-i Aksâ’dan söz etmeyi “ulusal talepler” yönünden ihanetle ilişkilendiriyorlar.
Bu hesapların bir kısmı “BOT” denen sahte hesaplardır. İsrail ve Yahudi lobisince uydurulmuştur. Diğer bir kısmı yine aynı güçlerle ilişkili olup Kürtçülükle hiçbir ilişkisi olmayan, fikriyat açısından kimliği sahte hesaplardır. Ama bir kısmı da gerçekten aldanmış kişilerdir.
Aldanmış kesimin beklentisi İsrail’e yanaşmanın Kürtlere bir konum kazandıracağı, Kürtlerin haklarını almalarını kolaylaştıracağıdır. Çok yazık!
HAKLARINA DEĞERSİZLEŞEREK KAVUŞMAK
Toplumların hak taleplerinin iki yolu vardır: Değerler üzerinden ya da değersizlik üzerinden.
Değerler üzerinden hak talebi, bir toplumun haklarına inanarak ve haklarını duyurarak insan onuruna yakışır mücadele yöntemleri ile haklarını elde etme mücadelesidir.
Değersizlik üzerinden haklara ulaşmaya çalışmanın en bilinen yolu ise zalimlerle işbirliğidir, onların himayesine girip onlardan daha zayıf olan birinden hak elde etmeye çalışmaktır. Kürtler, tarihleri boyunca bu yola başvurmadılar. Zalime yardımcı olarak mazlumiyetten kurtulmayı özlerindeki yüceliğe aykırı buldular. Bu onurlu hâlleri, elbette suiistimal edildi, yine de onursuzluğa yeltenmediler. Onları tarihin güçlerini aşan dalgaları karşısında ayakta tutan da bu onurlu duruştur.
Bugüne geldiğimizde ise Kürtlerden ihanetten de değersiz bir yola girmeleri isteniyor. Eşcinselliğe sahip çıkarsak Avrupa bizi destekler; Kudüs davasında Müslümanların karşısında yer alırsak İsrail bize yardımcı olur, diye bir algı oluşturuluyor.
Acaba kaç halk, bu yola girdiği için haklarını elde etti? Halklar birliklerini ortak değerleri üzerinden sağlayarak mı haklarına kavuştular yoksa zalimlere payanda olarak mı? Kaldı ki tarihsel tecrübe açısından, Kürtlere İslam’dan vazgeçin, haklarınızı vereceğiz diyenler, Kürtlerin Bedirhanlar gibi laiklerine bir şey vermediler. Bedirhanlar ise laikleştikçe tarihten silindiler.
Zalimlerle işbirliğini “aklın yolunu tutmak”, “zalimlere karşı durmayı sefihlik” olarak değerlendirmek, Moğol hizmetine girenlerin geliştirdiği bir yoldur. Hâlbuki bir kazanım elde etmek için, Moğollarla işbirliği yapan nice soylu kişi, tarihe karıştı. Onlara boyun eğen Anadolu Selçuklu yöneticileri hâkimiyetlerini koruyamayıp hanedan olarak tükendiler. Onları hiçbir zaman kabullenmeyen Anadolu halkı ise devletini korudu. Onlarla işbirliği yapan Musul Atabegi Bedreddin Lü’lü’nün soyu tarihe karıştı, onlara karşı savaşan Meyyâfârikîn hükümdarı Eyyûbîlerin şanı tarihe geçti. Moğollara karşı savaşan nadir halklardan Kürtler de hep saygı gördü.
Moğolları İslam dünyasına getiren Süryani rahiplerdir, onları Anadolu coğrafyasında en açık destekleyenler ise Ermenilerdir. Hani iki halkın da varlığı? Bu halkların varlık serüveni ibret vericidir. Avrupa bile o serüveni düzeltemedi.
Değerlerini kaybeden bir halk çürür, erir; dış güçler de ona saygı duymaz. Nitekim Hıristiyanları eleştirmeme konusunda özel bir duyarlılığa sahip olan Avrupalı tarihçiler dahi Moğollar konusunda o halkları kınamakta hatta alay edip aşağılamaktalar.
BÜYÜK ALDANMA!
Türkler, İslamiyet öncesi tarihte nüfusları kalabalık sair halklar gibi bir halktılar. Kendi coğrafyalarında bazen galip gelir, bazen mağlup olurlardı. Bazen düşmanları, onların ülkelerini istila eder, bazen onlar başka ülkeleri istila ederlerdi. Ancak tarihleri makûstu. Başka ülkeleri ele geçirirken oralarda asimile olup tarihe karışıyorlardı. İslam, Türkleri gerçek anlamda cihangir bir toplum yaptı. Ama 19. Yüzyıla geldiğimizde Türk gençlerine İslam bizi geri bıraktı, dedirtebildiler.
Kürtler, nüfusları sınırlı bütün halklar gibi İslamiyet’ten önce bazen kimi kazanımlar elde ederler ama çoğu zaman kaybederlerdi. İslamî döneme gelince Kürtler, günün dünya koşullarında neredeyse aralıksız kazandılar, nüfusları ile orantılı olmayacak kadar büyük siyasi konumlar elde ettiler, dini ve ilmi olarak da insanlığın önderleri arasında yerlerini aldılar. Batılılaşma ile birlikte ise Kürtler için tarih ters döndü adeta. Batılılaşma yol aldıkça Kürtler de mağdur oldular.
Ne var ki Kürtlere bu mağduriyeti yaşatanlar, İslam’ın yanında yer aldığınız için sizin haklarınızı vermedik, dediler. Pek çok Kürt milliyetçisi de ne yazık ki buna inandı. Bugün ise Kürtlerden sadece dinlerini bırakmaları istenmiyor, asgari ahlaki değerlerini de terk etmeleri; güç olarak zalimlerin, düzey olarak insanlığın en düşük kesiminin yanında yer almaları talep ediliyor. Kürtlüğü tamamen tarihe karıştırma riski bulunan böyle bir talebe karşılık ise Kürtlere ne verileceği meçhul!
Vakanın teessüf edici yanı bu alışverişe girenler, Türkiye’nin ilk dönem serüvenini taklit ederek tektipliğe zorluyorlar, o yola girmek istemeyenleri ihanetle suçluyorlar. Değersizleşerek hak talep etmeye “Hayır!” diyenler; namus, iman, vicdan ve kutsal değerlerden söz ettikleri için hücuma uğruyorlar, katlediliyorlar. Mescid-i Aksâ’ya sahiplenmeye karşı tepkiler de bu genel tutumun bir kesitidir.
Acaba Kürtler, tekrar değerler üzerinden haklarını ifade ederlerse hem varlıklarını koruma hem haklarına kavuşma yönünde daha kârlı bir yola girmezler mi? Böyle bir ihtimali konuşmak dahi istemiyorlar.
Mescid-i Aksâ’ya sahiplenmeye karşı tepki; Türk ve Kürt milliyetçileriyle sınırlı da değil. Orta dönem Arap milliyetçiliği, kendisini bir ölçüde Mescid-i Aksâ üzerinden ifade ediyordu. Mescid-i Aksâ, Arap milliyetçiliğinin simgelerinden biri kabul ediliyordu. Oysa bugün Birleşik Arap Emirlikleri merkezli bir akım; Arap milliyetçiliğini Mescid-i Aksâ’dan vazgeçmek üzerinden ifade ediyor. Kişilerin Arap milliyetçisi olma düzeyi adeta Mescid-i Aksâ’ya karşı duyarsızlıkla ölçülüyor. Mescid-i Aksâ’ya sahiplenmek bir ihanet gibi tarif ediliyor, Araplığı batırmaya çalışmakla bir tutuluyor ve Suudi Arabistan’daki tutuklanmalarda olduğu üzere açıktan cezalandırılıyor. Dolayısıyla mevcut noktada İslam dünyasında milliyetçi akımlar, renklilik göstermekle birlikte milli çıkarlar adına İslam’ın şiarlarını terk etmekte ortaklık ediyorlar.
Hep birlikte girilen yol, değersizleşerek var olmak ve şiarları terk ederek kazanım elde etme yoludur. Tarihte hiçbir toplum, bu yolla onur kazanmamış, büyümemiştir. Bu yolun başı, “varlığını koruma” anlamında akıllıca görünür, sonu ise ebediyen tarihe karışmaktır. Zulme yardımcı olmanın başı onursuzluk, sonu ise tükeniştir. Dolayısıyla bu yola girmek, bugün hayatta olanların yarın dünyaya gelecek olanların hayat hakkını yok etmesidir. Bu da eğer milliyetçilik hakikaten kavmine sahip çıkmak ise milliyetçilik değil, kavmine ihanettir.