İslam, bütünleşme; İslam’dan uzaklaşmak ise ayrışmadır.

İslam tarihinin her devresinde Müslümanlar için bütünleşmek zafer, ayrışmak yenilgi ile sonuçlanmıştır.

Lâkin bütünleşme ve ayrışmayı, hep Ümmet bağlamında, diğer bir ifadeyle insan unsurunun bütünlüğü açısından ele almışız. Hâlbuki insan unsurunun bütünleşmesi; zihinsel ve kalbi bir zemin gerektirir. O zemin hasara uğradığında insan unsuru çekişip çatışır. Başka bir ifadeyle insan unsurunun çekişmesi, genel olarak bütünleşme zemininin zarar görmesinin bir neticesidir. Çekişmenin çözümü de neticede değil, o zeminin onarılmasındadır.

BÜTÜNLEŞME VE YÜKSELİŞ

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, insanları, tevhide davet ederek onları bütünlüğe kavuşturdu. Ona tabi olanlar, kalben ve zihnen bütünleştiler; aynı amellerde bulunarak birbirlerine benzediler; Resûl-i Ekrem’in öncülüğünde cemaatleşerek ahenk içinde hedeflerine doğru yol aldılar.

Resûl-i Ekrem’e iman eden ilk toplulukta erkek de kadın da vardır; çocuk da genç de yer alıyordu. Mekke’nin en zenginleri ile azatlı köleler hatta hâlen kölelik boyunduruğunu taşıyanlar da aynı safta bulunuyordu.

Sasani ve Bizans bir yana, Mekke gibi sınıflar açısından nispeten bütünleşik bir şehir dahi böyle bir bütünleşmeye hazır değildi. Çağın sınıflar açısından ayrışma esaslı zihniyeti karşısında böyle bir bütünleşmeyi hayal edecek bir topluluk da oluşamazdı.

O bütünleşmeyi Mekke’de sağlayan Vahiy’dir. Vahiy, saadet ve ilerlemenin bütünlükte olduğunu öğretti. Resûl-i Ekrem, toplumu o bütünlüğe çağırdı. Ona iman edenler, o çağrıya icabet ettikçe bütünleştiler. Bütünleştikçe birbirlerini tamamlayıp bir çekirdeğe evirildiler.

O toplulukta Resûl-i Ekrem, hem namazı kıldıran imam hem siyasal önderdir.

O toplulukta kadın, hem günlük işlerini yapan bir anne hem Haticetü’l-Kûbrâ validemizin şahsında bir yüce dava insanıdır.

Tüccar hem işini yapar hem Hz. Ebû Bekir misali, vaktini Kur’an-ı Kerim okumak, ibadet ve zikirde bulunmakla geçirirdi. O tüccar olmakla farklı biriydi, lâkin Hz. Bilal ile diz dize oturmakla bütünün bir unsuruydu.

Hz. Ali ve Hz. Zeyd gibi çocuk ve gençler, hem oyunlarını oynar hem büyükleri ile birlikte ibadete katılırlardı.

Bunlar, çok sıradan insanî hâller gibi görülse de hakikatte kâmil İslam toplumunun bütünleşik yapısının resmidir.

İslam, bu bütünleşik çekirdek yapı üzerinden Yesrib’i Medineleştirdi. Medine’de hem siyasi bir hiyerarşi vardır hem herkes özde eşittir ve gerektiğinde görüş beyan etme, siyasi ve askeri kararlara yön verme hakkına sahiptir. Resûl-i Ekrem, bu bütünleşik yapıyı bozmaya yönelik her tür uçlaşmaya karşı koymuştur.

İslam’da madde ile mana, ilim ile cihad, ilim ile zikir, cihad ile zikir, dünya ile ahiret hem birbirinden farklı hem bir bütündür. Bu, farklı olanların iç içe geçmesinden gelen ilahi bir bütünlüktür.

Bu bütünlük, iman-ilim-amel birliğine dayanır. İman herkese açıktır ve ilim istidadı ölçüsünde herekse açıktır. Amel ise kişinin imkânları ölçüsüncedir ve yine herkes, her tür hayırlı amele doğru yol alma hakkına sahiptir.

Asr-ı Saadet’te Müslümanlar, iman ehli bir topluluk olarak ortak ilim potasında buluştular ve ortak amel hak ve görevi üzerinden yol aldılar.

İslam’da renk ve konumu ne olursa olsun herkes, iman edip “mü’min/Müslüman” unvanı alma hakkına sahiptir. Cins, cinsiyet, yaş, konum farkı olmadan herkes bir miktar ilim öğrenmek zorundadır ve onlardan dileyenler ilim yolculuğunu sürdürebilir.  Toplumun en yoksulu da zenginleşip zekât verebilir, hacca gidebilir. Onu kimse bundan alıkoyamaz.

İslâmi nizamda yönetim ve toplum hem farklı hem birdir. Esas olan idarecinin toplumun orta kesimi gibi yaşamasıdır. Toplumun da idarecinin hakkına hürmet etmesidir. Lâkin idarecinin kutsanması söz konusu değildir. O, Allah nezdinde bir kul olarak diğer kullarla birdir. Kulların ona idarecilik vazifesini vermesiyle bir konum kazanmıştır. Bir yanıyla Allah’a karşı sorumludur, bir yanıyla toluma karşı. Allah’a hesap veririm iddiasıyla topluma hesap vermekten kaçınamaz. İslam, bu noktada salt Allah’a hesap verme iddiasındaki “tanrısal idarecilik”le salt topluma hesap verme görüşündeki “demokratik idarecilik” arasında adalet/denge yolunu seçmiştir. İdareci o adaletten saptığında yanlış yoldadır.

Yönetici için geçerli bu durum, farklı yönleri ile toplum için de söz konusudur. Toplum da salt Allah’a hesap verme iddiasıyla idareyi yok sayamaz ya da salt idareye boyun eğme iddiasıyla ilahi hükümleri es geçemez.

İslam tasavvufu da bu bütünlük tarzına göre şekillenmiştir. Nitekim Nakşibendî mürşitleri “Halk ile meşgul olmak mürşidi Hakk’tan ayırmaz; Hakk ile baş başa iken de mürşit halktan gafil olmaz.” demişlerdir.

İslam bilim tarihi üzerine çalışan Fuat Sezgin, Seyyid Hüseyin Nasr gibi modern araştırmacıların dikkatlerini en çok çeken hususlardan biri, Müslüman ilim adamlarının uzmanlaşırken ana bütünlükten uzaklaşmamalarıdır. Bir Müslüman hekim, hekim olmakla ilmin ana gayesinden ayrılmaz, aksine ilmin ana gayesine kendi cephesinden hizmet eder. Dolayısıyla o tıp ilmini öğrenmekle âlimdir ama mü’min/Müslüman olmakla İslam’ın temel hedeflerinin bir çalışanıdır ve o bütün çalışmalarını bu şuur üzerine gerçekleştirir, ihtisas getiren mesleğini icra ederken Ümmet bütünlüğünden uzaklaşmaz.

Ümmetin birliği, özde mutlak bir birlik, teferruatta ise eğilimlere göre tahammül edilebilir, ihtiyaçlara göre teşvik edilmesi hatta derecesine göre emredilmesi zorunlu bir renkliliktir. Kökü birlik, dalları kendi fonksiyonu üzerinde vücut bulan bir renklilik…  Bu birlik tarzı İslam’ı sair din ve ideolojilerden ayıran, Müslümanlar için yükseliş zemini oluşturan esastan bir özgünlüktür.  

AYRIŞMA VE GERİ KALIŞ

İslam’ın insanı yücelten ve yükseliş yoluna sevk eden bütünlük yaklaşımı, bütünlüğün özündeki adalet-eşitlik ilişkisini aleyhlerine bulan beşerlerin/ toplulukların itirazlarıyla karşılaştı.

Bütünlüğü, “mutlak birlik” sanan Haricilik, Müslüman tarihinde ilk özsel ayrışma olarak kabul edilebilir. Her şeyi ya mutlak ayrı ya mutlak bir gören, medeniyetten uzak beşeri yaklaşım, İslam toplumunda Haricilik olarak zuhur etti. Hariciler, İslam’ın birlik içindeki renkliliğini anlamıyorlardı. Renkliliğin hikmetini çözemiyorlardı.

Henüz Resûl-i Ekrem Devri’nde adalet ile eşitliği karıştıran bir eğilimin işaretleri görüldü. Hakem Vakası’nda o eğilim, “Mutlak Hâkim” ile insani hakemlik arasındaki farkı görmemek şeklinde tezahür etti. Harici; insan, hakem oluyorsa “Mutlak Hâkimlik” iddiasındadır, sandı.

İslam’ın insanlık için Medenî kazanımlarını tamamen yok eden ve nihayetinde Bedevî köklere dönüşü ifade eden bu fiziken sıkı bir İslamî yaklaşım gibi görünen,  özü ise tehlikeli bir ricat hareketi; Ashabın hayattaki en faziletlileri Hz. Ali ve Hz. Abdullah b. Abbas’ın bizzat müdahalesi ile reddedildi ve etkisizleştirildi.

Ne var ki Ashabın hayattaki en faziletlileri onlarla uğraşırken başka bir topluluk, İslam’ın birlik içindeki renkliliğini bu kez renklilikten yana yanlış tarafa çekti ve onun üzerinden bir iktidar gerçekleştirdi. İslam, Müslümanların hem birliğini esas alır hem akrabalık müessesesini ayakta tutar. Onlar, akrabalık renkliliğine verilen önemi suiistimal ederek akrabalığı İslamî özünden ayırarak Bizans tarzı bir hanedanlık için kullandılar. Müslümanları akrabalık üzerinden mutlak bir şekilde sınıflayıp ayırma yoluna gittiler. 

Onlara karşı başka bir topluluk, yine siyasetten de bağımsız olmadan dinî bir makamı akrabalık bağı üzerinden mutlaklaştırma ve Ümmet bütünlüğünden özerkleştirme yoluna gitti.

İki tarafın çekişmesi, İslam bütünlüğüne zarar verdi. Müslümanların bütünlük içindeki renkliliğini, sair beşeri toplulukların renkliliğine doğru bozdu. Müslümanların düzeni, bundan zarar gördü ve o çağın baskın beşeri zihniyetine yaklaştı.

Bu bozulma sürecinde Müslümanların yaşadığı büyük felaketlerden biri de kadına ilmin yolunun kapatılmasıdır. Müslümanlar arasında ilim ortak paydasının zarar görmesine yol açan bu tutum, kadın ile erkeği mutlak ayrıştırdı, kadını İslam’ın bütünlük yaklaşımına aykırı olarak mutlak ayrı bir unsura dönüştürdü. Kadın saraylara dahi sair beşeri topluluklarda olduğu gibi soyu, fiziği ve kabiliyeti gibi beşeri yanları ile girebildi. Bu kadın tipi, sair Müslüman kadınlardan ayrıştı ve “saray kadını” olarak çekişme ve çatışmalarımızın bir unsuru hâline geldi.

Ne yazık ki bugün dahi İslam tarihine bakanlar, ters bir bakışla, kadın – erkek meselesi dışındaki hanedanlık kaynaklı ihtisaslaşmayı uygarlaşma, ona karşı birlikteki renkliliği göremeyen diğer toplulukları mutlak dindarlıkta ısrar etmek olarak yorumluyorlar. Bu “beşeri” yaklaşım, Müslümanlara yol göstermekten ve onların sorunlarını çözmekten uzaktır.

UYGAR AYRIŞMA VE ÇÖKÜŞ

Müslümanların Emevî ve Abbâsî günlerinde ayrışması, o dönemde de muhtemelen gizli buluşmalarda “çağa uymak”la izah edildi. Hâlbuki Müslümanlar, üstünlüklerini çağın gereksinimlerini görerek çağdan ayrılmış olmaktan alıyorlardı. Müslüman, yaşadığı çağın farkındadır ama çağa uymaz, çağı kendisine uydurur.

Bu temel husus bir topluluğun çıkarları doğrultusunda göz ardı edilince ortaya ayrışmış bir Müslüman toplum çıktı. Yöneticiler, toplumdan ayrışarak saraylara kapandı, cihad ruhundan uzak, acımasızlıkları “sağır ve dilsiz” nitelemelerine yol açan askerler türedi.  Zikir ehli, hankahlara kapandı; âlimler, sadece birbirleriyle konuşur oldular.

Gazzâlî’nin karşı çıktığı tam da buydu. O, kendi sahası olan ilim konusunda ihtisaslaşmaya karşı değildi. Sadece ihtisaslaşma ile bütünlük arasında bir kopukluğun olmasına karşıydı. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin tıp ilmine verdiği önem ve ilk tıp fakültelerinin temelinin onun devrinde atılması, Gazzâlîci neslin ihtisaslaşma ile ilişkisini açıklamak için yeterlidir.

Ne var ki çok geçmeden İslam dünyası, bütünlükten kopan bir uzmanlaşma ve yoğunlaşma akımı tepkisine konu oldu. Birlik, bütünlük ve renklilik yeniden, üstelik Harici yaklaşıma çok da uzak olmadan karıştırıldı. Tabib, âlime düşman; alim, kelam ehline düşman oluverdi. Dayanışması gereken unsurlar, birbirlerini tüketen bir rekabete yöneldiler.

Daha kötüsü gerçekte bu kısmi Harici akımdan etkilendikleri hâlde konumlarını meşrulaştırmak için kendilerini Gazzâlî çizgisinde gösteren ve toplumun tümüne seslenme imkânı bulan, kafası karışık topluluklar türedi.

Müslümanlar, onlardan çok zarar gördü. Zira ne birliği ne ihtisas edinip yoğunlaşmayı anlayan bu topluluklar, Müslümanları yönetemez duruma getirdi. Onların devrinde tıp, astronomi, sosyal bilimler gibi ilimler ölürken devlet idaresi de epey farklılaştı. Müslüman ordular, cihad ruhundan kopup tamamen paralı asker ordularına büründü.

Müslüman ilerleyişini o karışık kafa durdurdu.

Müslümanların kafası karışık topluluklar yüzünden geldiği nokta ve yaşadığı sorunlara karşı modern dönemde, Batılı akımlar üzerinden önerilen, yine Emevî ve Abbâsî çağında olduğu gibi “çağa uymak” teziyle ayrışmaktır. 

Hâlbuki “ayrışmak”, Batı açısından Durkheim’in iş bölümü sosyolojisi gibi tezlerle bir tür ilerleme iken İslam toplumu açısından bir geriye dönüştür.

 “Çağdaşlaşmak” adı altında Müslümanlara önerilen bu “ayrışma” tezi, Kur’an’ın ilahi nizamından beşeri olana doğru yöneliş felaketinden ötesi değildir. Eğer kafası karışık toplulukların Müslümanlara dayattığı ihtisaslaşmadan uzaklaşma çöküş ise modern ayrışma Müslümanlar için tükeniştir. Burada tükeniş, Müslümanların önüne çözüm gibi konmaktadır. Gıda diye Müslümanlara zehir sunulmaktadır. 

Zira bu ayrışma nihayetinde “laikleşme”dir, yani din ve devletin bölünmesidir. Bu bölünmenin ilerlemeye yol açacağı öne sürülmüştür. Oysa bu bölünme dini, yaptırım aracından yoksun bıraktığı gibi, devletleri de ruhsuzlaştırmış, referans ve motivasyon kaynaklarından yoksun bırakmıştır. 

Laik ayrışma, yöneten ile yönetileni farklılaştırır, ırkçılığı besler, toplumsal sınıflar arasında duvarlar örer. Böyle bir yapı; İslam dünyasında, şu veya bu şekilde bir çekişme ve çatışmaya yol açar. Zira İslam’dan beslenen bir toplumun böyle bir ayrışmayı kabullenmesi hiçbir şekilde ön görülemez. İslam dünyasına laikliği dayatanlar, esasta bu çekişmeyi de ön görmüşlerdir.

İslam dünyasının, Miladi 16. yüzyıldan başlayarak bütün çabalara rağmen, bir ihtisaslaşma sorunu yaşadığı doğrudur. Lâkin bunun çözümü “mutlak birlik” ya da “mutlak ayrışma” değildir. Tekrar birlik içindeki renkliliğe, bütünlük içindeki dayanışmacı ayrışmaya geçiştir. Irk meselesinden mezhebe Müslümanların tahammül ve hak hukuk kaynaklı bütün sorunlarının çözümü buradadır.