Mekke’de Resûl-i Ekrem salallahü aleyhivesellem’in etrafında gençler vardı. Resûl-i Ekrem, onların sadece yaşlarından kaynaklı fiziki enerjilerini değil, iradelerini de sosyal ve siyasal hareketin içine çekti.

Onun Ashabı, Habeşistan’a hicret ettiğinde Kral Necaşi’nin karşısına çıkan Hz. Cafer b. Ebû Talib, henüz yirmili yaşlardaydı.

Resûl-i Ekrem, henüz hicret etmeden Yesrib’in gençleri Ona iman etmişlerdi. Mekke gençlerinin önderlerinden Musab b. Umeyr radiyallahü anh, Yesrib’in mü’min gençlerinin sayısını artırmış ve Yesrib’de “gençlik” kavramı ile “Müslüman” olmak neredeyse özdeşleşmişti.

Resûl-i Ekrem’in hicretiyle Yesrib, “Medine” olduğunda gençlerin yanında kadınların ve azatlı kölelerin iradesini de sosyal ve siyasal mekanizmaya kattı. Bu bir “sosyal ümmetleşme” ilerleyişiydi. Sosyal ve siyasal karar mekanizmasında üzerinde yeteri kadar durmadığımız bir insanlık devrimiydi.

Hendek gününde Medine’yi savunma biçiminde görüş, azatlı köle Selman-ı Farisi’ye aittir.

Hudeybiye’de anlaşmadan sonra Resûl-i Ekrem’e danışmanlık yapan Hz. Ümmü Seleme’dir.

Resûl-i Ekrem, son sancağını yine azatlı bir kölenin oğlu ve henüz yirmi yaşını bulmamış bir genç olan Usame b. Zeyd’e vermiştir. 

Usame, aynı zamanda ilk halife Hz. Ebû Bekir’in ilk sancağını alan komutandır. Tekrarlanacak olunursa Resûl-i Ekrem, son sancağını bir gence teslim ettiği gibi, ilk halifesi de ilk sancağını bir gence teslim etmiştir. Gençliğin yerinin İslam’da sürekliliği açısından bu çok dikkat çekicidir.  

İslam’ın sonraki devirlerinde bazı siyasal sorunlarla ilişkili olarak kadınlar siyasal iradenin arka planında kalırken azatlı köleler ve gençler, Müslüman siyasi iradenin hep en önünde olmuşlardır.

İslam tarihi, belki de Resûl-i Ekrem’in son sancağı ve ilk halifesinin ilk sancağı ile de ilişkili olarak, bir yönüyle azatlı köle ve genç irade tarihidir.

Azatlı köleler, daha çok tıkanma ve ihya süreçlerinde öne çıkarken gençler İslam tarihinin her sürecinde ön plandalar.

Resûl-i Ekrem’den önce, sosyal ve siyasal irade içinde yer almak için soylu ve yaşlı olmak gerekirdi. Resûl-i Ekrem’le bu koşul kalktı.

Ayrıca İslam, sair hususlarda da insanın olgunlaşmasıyla ilgili, kısa dilimlerle ifade edilebilecek bir sınıflama getirdi. Mümeyyiz olmak, buluğa ermek, rüşde ermek…

İslam’ın insanın olgunlaşmasıyla ilgili getirdiği bu kriterler, genç insanın sürekli göz önünde olmasını gerektirdi. Mümeyyizlik bile başlı başına kişinin hayatına bir değişiklik getirir. Rüşde eren, artık bütün haklara haiz kabul edilir ki rüşdün izlenme yaşı da buluğ yaşıdır.  

Bu bağlamda Müslüman idarecilerin pek çoğu, rüşde henüz eren gençlerdir. İslam tarihinde “sultan” unvanını alan ilk kişi olarak bilinen Gazneli Mahmud, sultan olduğunda sadece on yedi yaşındadır. Sultanlığı halife tarafından onaylandığında on sekiz yaşında, “Gazi” unvanını aldığında ise sadece yirmi bir yaşındadır.

Hicri 4, Miladi 10. Yüzyıla geldiğimizde Müslümanlar arasında genç hükümdarlar devrinin devam ettiği, hakikatte ise yaşlı bürokrasinin gençlik iradesini hiçleştirdiği görülür.

İslam toplumu, ilimde ilerlemekle birlikte sosyal ve siyasal iradeye katılım konusunda o yüzyılda, vahyin karşısında konumlanan, en azından vahyi etkisizleştiren beşeri örfe yenilmiş gibidir.  

Bürokrasinin temsil ettiği beşeri örf, İslam’ın gençlik iradesini siyasal nizama katma konusunda hileye başvurmuş hatta daha çok hükmetmek için rüşd çağı bir yanı mümeyyizlik çağına geldiği bile kuşkulu olan çocukları sultanlaştırırken Müslüman gencin iradesini geleneğin tahakkümü altına almıştır. Gençler o dönemde sadece soylarıyla hükümdar sayılmışlardır, İslam’ın onlara verdiği enerjiyle değil.

Her devirde İslam’ın baş belası olan ama “tecrübe” yanı gözetilerek bir tür İslam öncesi kabile şeyhliği/aksakallı rolü oynayan bürokrasiye karşı tarihi direnişlerden birini Gazzâlî gerçekleştirmiştir.   

Gazzâlî, dünyalığı terk ederek bürokrasinin hizaya getirmekte kullandığı en önemli aracı elinden almış ve meydan okumadan onu bertaraf etmiş; geleneğin bir bakıma canına okuyarak doğrudan “Eyyühel Veled!” deyip gençliğe hitap etmiştir. Hâlbuki gelenekte âlimler, babalara; babalar çocuklara seslenirlerdi.

Resûl-i Ekrem’in sünnetinde farklı şekillerde önemli bir yere sahip olan bu hitapla “Müslüman gençlik” ihya olmuş ve bu ihya hareketi Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddîn-i Eyyûbî gibi genç Müslüman önderlerin yetişmesini sağlamıştır.

Gazzâlî ihyasının siyasal irade anlamında, modern dünya öncesinde son temsilcisi, Osmanlı bağlamında Fatih Sultan Mehmed kabul edilmelidir. Fatih; sultan olduğunda henüz on dokuz, İstanbul’u fethettiğinde ise sadece yirmi bir yaşındadır. Yavuz Sultan Selim ise olgunluk yaşında sultan olmuşsa da siyasal iradeye katılımı açısından modern öncesi İslam dünyasında Gâzzalî ihyasının bakiyesi gibi düşünülmelidir.

İslam dünyasında Gâzzalî ihyasına karşı kimi zaman temel kaynaklara dayanma perdesi altında gizlenen, hakikatte örfi direniş henüz Hicri 7, Miladi 13’te başladı; Hicri 10, Miladi 16. Yüzyılda ise İslam dünyasına neredeyse Hicri 4, Miladi 10 düzeyinde hükmetmeye başladı. Yeniden çocuk yaştaki sultan devri başlarken hakikatte Müslüman iradesini; yaşlı, dünyalık ve hilekâr bürokrasi temsil etmeye başladı. Gençlik gazalarda bile anılmadı, zira savaşlar dahi yaşlı paşalarla adlandırıldı.

İki yüzyılı geçen bu hâl içinde 18. yüzyılın ikinci yarısına geldiğimizde İslam dünyası, üretim ve ilerleyiş açısından artık Batı’nın gerisine düşmüştü.

Gâzzalî ile birlikte ihya olan “farklı ulema”, bu devirde neredeyse tükendi, geriye sadece “ulema” kaldı, alim için geleneğe uyması çağını anlamasından daha kıymetli görüldü. Bu, “Müslüman aklı”nın kaybıydı.

Gençlik, bu dönemde Resûl-i Ekrem öncesinde olduğu gibi “cehalet”le özdeşleştirildi. Medine’de “Müslüman” kavramıyla özdeşleşen “genç” kavramı, “cahil” kavramıyla özdeşleştirildi ki çocukluk yıllarımızda bile geleneklerini sıkıca koruyan (!) toplum kesimlerinde bu özdeşleştirme devam ediyordu.

Bu dönemde, gençlik, Müslüman enerjisini temsil etmekten çıktı, zapt u rapt altına alınacak bir tür musibet kaynağı gibi görüldü. Bunun için Müslüman gençler, zevk u sefaya yönelirken cephelerde paralı askerler öne çıktı.

MODERN DÖNEMDE GENÇLİK

Müslümanların akıllarını ve gençliklerini kaybettiklerini ilk fark eden siyasal ve askeri isimlerden biri Fransız İmparator Napolyon’dur. Napolyon, ümmetin çöktüğünü düşünerek Mısır istilasından sonra Kudüs’e yönelmiş ama Akka limanı önünde Müslümanlar tarafından durdurulabilmiştir.

Lâkin bu zafer bile Müslümanlar açısından bir kurtuluş olmamıştır. Zira Müslümanların kalbi diri olsa da aklı çoktan yitirilmiştir. Müslümanlar, kalplerinin verdiği cesaret ve coşkuyla savaşları kazanmakta, lâkin savaş sonrası anlaşmaları lehlerinde yapamamakta, savaşlarda gördükleri aksaklıklara bakıp kendilerini tecdit etmemekteler.

Müslümanların yaşadıkları kayba karşı kaleme ilk sarılan âlim Hint coğrafyasından Şah Veliyullah Dehlevî, ilk mürşid ise o günkü Osmanlı coğrafyasından Şeyh Halid-i eş-Şerhrezûrî (el-Bağdadî)’dir.

Veliyullah, gençliğe hitap edememiş; Şeyh Halid ise sosyal bir dönüşüm gerçekleştirmişse de payitahttan uzak olduğundan gayretlerinin İstanbul ayağı siyasal bir dönüşüm oluşturamamıştır. Onunla birlikte İslam dünyasının kalbi ihya olmuş, lâkin kalpteki bu ihya siyasal nizamın ihyası aşamasına çıkamamıştır. Bunun için, onun ihyası ile birlikte küffara karşı cihad edecek Müslümanların sayısı artmış, Müslüman devletler cihada çıkacak daha çok asker bulmuşlar ama kendilerini Resûl-i Ekrem’in sünnetine göre yenilemedikleri için siyasal bir ihya yaşamamışlardır.

Ama aynı yüzyılda Napolyon’un Akka yenilgisinden dersler çıkaran Batı, aklını yitiren İslam dünyasının kalbini de öldürecek sistematik bir çalışma başlatmıştır. Bu çalışmada doğrudan ihmal edilen, ötelenen Müslüman gençlik hedeflenmiştir.

Müslüman gençliğe vurulan ilk Batılı darbe, pozitivizm denen akılcılıktır. Müslüman gençler, sözde akla çağrılırken aslında kalpten koparılıyorlardı. Böylece aklını yitiren Müslüman toplum cesaret ve coşkusunu da kaybederek matematiksel düşünmeye başlamış ve bu hesaplarla Batı’ya karşı koyabileceğine dair azmini kaybetmiştir.

İkinci ve hiç gündemden düşmeyen darbe ise ırkçılıktır. Irkçılık, Müslüman genci sadece sosyolojik olarak ümmetten kopmaya götürmemiş, mitolojiye dayandırılarak aynı zamanda İslam’ın temel kaynaklarından da koparmıştır. Böylece Müslümanlar arasında Kur’an ve Sünnet üzerinde buluşma zemini imha edilmeye çalışılmıştır.

Üçüncü ve yine sürekli darbe, zevkperestliktir. Müslüman gencin amelinde farklı sebeplerle bulunsa da zihin dünyasında haram olan zevkperestlik, Batılılaşma ile birlikte “özgürlük”le özdeşleştirilerek kutsanmış ve Müslüman gençliği eritecek bir pota olarak kullanılmıştır.

Dördüncü darbe ise ideoloji darbesidir. Özellikle 20. Yüzyılla birlikte daha önce zevkperest bir akım olan Batıcılık, Sosyalizm ile birlikte düşünsel yanı daha belirgin olan bir akıma dönüşmüştür. Lâkin Müslüman toplumun en güçlü karşı koyabildiği akım da bu düşünsel akım olmuştur.

MÜSLÜMAN GENÇLİĞİN İHYASI

Şeyh Halid’in mürşidi olduğu uyanış, siyasal bir dönüşüme evirilmemişse de 19. yüzyılın son çeyreğinde emperyalizmin bütün etkilerine karşı güçlü bir toplumsal irade oluşturmaya başlamıştır. Onun siyasal yanı zayıf da olsa “saf” duruşuna karşı Cemaleddin Efganî’nin öncülüğünde sentez bir yaklaşım gelişmeye başlamıştır. Efgani ve talebeleri, saf İslâmî duruşu, akılcılık ve milliyetçilikle sentezleyerek siyasal nizamın içine çekmeye çalışmışlardır. Onlarla birlikte, akılcı yanı belirgin, kısmen milliyetçi ve devlet hizmetinde yeni bir Müslüman tipi doğmuştur.

  1. yüzyılın ilk çeyreğinden hemen sonra ise Mısır’da İmam Hasan el-Benna, Pakistan’da Üstad Mevdudi, Türkiye’de Üstad Bediüzzaman ve daha sonra M. Zahid Kotku gibi önderler, kendilerinden hemen önceki sentez yapıları yok saymamakla birlikte Şeyh Halid çizgisini daha siyasal bir zemine taşımışlar; “Müslüman genç”, “İmanlı genç”, “millî genç” gibi hepsi aslında aynı anlamda buluşan yeni bir kimlik ortaya koymuşlardır.

El-Bennâ’nın kütüphanesine koyduğu iki temel eserden birinin Gazzâlî’nin ihyası, diğerinin Şeyh Halid’in çizgisini temsil eden Şeyh Muhammed Emin’in “Tenvirü’l-Kulûb” adlı eseri olması, zihinsel kod değerinde dikkat çekicidir.

Mevdûdî ve el-Bennâ’nın önderlik makamına çıktıklarında henüz yirmili yaşlarda olmaları, akımın ne ölçüde bir Müslüman gençlik hareketi olduğunu göstermesi açısından önemlidir. En çok “İttihad-ı İslam” hareketi olarak adlandırılabilecek bu gençlik hareketi kısa sürede etkili olmuş ve Seyyid Kutub gibi bir düşünürün yetişmesini sağlamıştır.

Gelecekte etkisi Gâzzâlî ile kıyaslanacağından hiç kuşku duymadığım Seyyid’in ayırıcı vasfı ise bütüncül ve sentezcilikten uzak bir İslâmî duruşu tarif etmesidir. Bu duruş, İslam âleminin dört bir yanında öncü şahsiyetlerin oluşturduğu gençliği daha keskin ve dolayısıyla daha etkili bir çizgiye kavuşturmuş, “Şeriatçı genç”, “Müslüman genç”, “İslamcı genç” kavramlarını sosyal ve siyasal zemine iyice taşımıştır. Seyyid’e karşı yapılan en büyük suikast ise bedeninin ipe asılması değil, sentezden kaçmayı öneren fikirlerinin tekfirciliğe yorumlanmasıdır.

SON DEVİR VE KİMLİK ARAYIŞI

İslam dünyasının tarihi boyunca büyük sorunlarından biri, feraseti/aklı ile samimiyeti/ kalbi orantılı olmayan şahsiyetlerdir. “Selâhaddin Sonrası Eyyûbîler” kitabımda bu çerçevede Şam Hükümdarı Melikü’l-Muazzam ile Erbil Hâkimi Gökböri’yi odağa aldım.

Söz konusu şahsiyetler, samimiyetinde kuşku bulunmamakla beraber Haçlılarla mücadelenin uzun sürmesine ve Moğol istilasının İslam dünyasının merkez kıtasını etkilemesinde farkında olmadan pay sahibi oldular. Onlar, bizi samimiyetleri ile toplayıp ferasetsizlikleri ile batırdılar.

Neoşarkiyatçı akıl, bu tür örnekleri iyi incelemiş olacak ki 20. yüzyılda istikrarla yol alan İslâmî mücadeleye karşı son otuz yılda Müslüman gençlik içinde feraseti ile samimiyeti orantılı olmayan, aksiyon-akıl dengesi “adalet” noktasında durmayan yapıları reklam etti. Müslüman gençlik, bu tuzakta çok şey kaybetti.

Öte yandan o tuzağa düşenlerin yaptıkları da kullanılarak post-postmodern süreçte Batı’nın iki sürekli silahı ırkçılık ve zevkperizm İslam dünyasına karşı güncelleştirildi.

Söz konusu aksiyon-akıl dengesizliği ile Müslüman gençlik umudu tüketilmeye çalışılırken toplumun önüne, ideallere yönelmişse ırkçılaştırılan, ideallerden uzak ise liberal ve yeşil sosyalist ideoloji ile karışık bir zevkperizm gençliği kondu.

  1. yüzyılda basın, 20. yüzyılda medya gençlik mühendisliği için kullanıldı; post-postmodern çağda sosyal medya bu gençlik mühendisliği için etkili bir silah olarak kullanılıyor. Gençlik bu zemin içinde İslâmî duruşa eleştirel yaklaşarak ırkçılık ve zevkperest duruş karşısında kendisini tercihe zorlayıp “çağdaş bir bunalım” yaşıyor.

Buna karşı yol, ihyaya yönelmek; vahyin yol göstericiliğinde akıl-kalp-vicdan-feraset dörtlüsünün dengesini yeniden yakalayacağımız, iradesini ilimle aktif olarak kullanarak kalbini zikirle besleyen, gelecekle ilgili sağlam planları bulunan, vicdanı daima sağlam, önder bir gençlik yetiştirmektir.

Müslüman gençliğin önünde bu çağda hep iki tuzak vardır: Örfün dindarlık postuna bürünmüş tutuculuğu ile modernin ilerleyicilik postuna bürünmüş Batı çılgınlığı, yoldan çıkmışlığı…

İkisini de anında aşmak mümkündür. Yeter ki dindarlık ile örf; ilerleyicilik ile Batıcılık arasındaki farkı fark edebilelim… Kendimize güvenelim ve istersek değiştirebileceğimize inanalım …

Allah, yol alanlarla beraberdir!