Belli bir dünya görüşünün hedeflerine sahip olmayan toplumsal gruplar anlamında “kitle”lerin hükümetlerden üç esas beklentisi vardır: İçeride asayişin sağlanması ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması, dışarıya karşı sınırların saldırılardan korunması.

Bu esaslara bakılarak kitleler ve onlarla özdeşleştirilen halk, iktisadi çıkarcılıkla itham edilebilir mi? Bu yönde bir eğilim vardır. Oysa ekonomi, günlük yaşamın sürdürülmesinde beden için gıda gibidir. Belli bir dünya görüşünün hedeflerini paylaşmayan birey, ülke idaresine öncelikle kendi günlük geçimine sirayet eden ekonomi odaklı bakar. Yöneticiyi puanlandırırken onun iktisadi tutumlarını mutlaka dikkate alır.

Yönetenlerin bunu yok sayma lüksü yoktur. Nitekim Osmanlının adalet döngüsünde reayanın memnun edilmesi, sistemin dönmesi için zorunlu görülmüştür.

Daha öncesinde ise İbnü’l-Esîr, Diyarbakır’ın Nisan 1183’te Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından ele geçirilmesini tamamen ekonomik sebeplerle açıklar. Diyarbakır halkı, şehirlerinin yöneticisi İbn Nîsân’dan yüz çevirmiş ve ta Mısır’dan gelen Selâhaddîn’e gönül vermiştir. 

Selâhaddin’in “dava”sının uzağında kalan ve onunla ilgili gelişmelere genellikle “dava”dan uzak “kitle”ler mantığıyla bakan ünlü tarihçi, vakayı şöyle anlatır:

“İbn Nîsân’ın halkına ‘Kendiniz için savaşın!’ demesi üzerine, adamlarından biri, ‘Düşman kafir değil ki onlar kendilerini müdafaa için savaşsınlar!’ diye karşılık verdi…

Âmid çok müstehkem bir şehirdi, şehir ve surları darb-ı mesel olmuştu. İbn Nîsân, hâlâ cimrilikte ısrar ediyordu. Parayı ve malı âdeta talihi ters dönmüş ve devleti yıkılmak, elinden çıkmak üzere olan bir adam gibi harcıyordu. Halk, onun bu tutumunu görünce savaşa önem vermeyip kurtulmaya baktı.” “Şehrin burçları, her çeşit zahireyle doluydu.  Eğer bunların bir kısmını halka verseydi hem şehri hem diğer mal ve servetini muhafaza ederdi.”

Selâhaddin, şehri aldıktan sonra kendisine “Bu şehirde bir milyon dinar değerinde zahire var, onları alıp da askerlerine ve adamlarına dağıtsan…” dendi. Selâhaddin “Cimrilik edecek değilim” dedi. İbnü’l-Esîr, devamını getirmek istemese de Selâhaddin, her şehirde yaptığı gibi neyi bulduysa halka dağıttı, kitlelerin ekonomi odaklı gönlünü kazandı. 

Diyarbakır’ın Selâhaddin’e teslim olması elbette salt ekonomik nedenlerle açıklanamaz. Ancak İbnü’l-Esîr’in sözcülük ettiği, kitlesel tutumları ekonomi üzerinden açıklama yaklaşımı da kitle tutumlarının arka planını izah açısından göz ardı edilemez.

Manevi hedefler peşindeki insanı takdir konusunda duruşu sorunlu olan büyük tarihçi, kitlesel tutumlarda iktisadı, neredeyse merkeze almıştır ki meselelere kitle mantığı açısından bakıldığında onun yaklaşımında şaşılacak bir durum yoktur. 

Bundan yola çıkarak toplumun tamamen iktisadi çıkar üzere hareket ettiğini söyleyebilir miyiz? Soruya cevap bulabilmek için gecikmeden kendi tarih laboratuvarımıza, Asr-ı Saadet’e gidelim.

  1. ÖMER VE TOPLUMUN BEKLENTİSİ!

Hz. Ömer Devri’nde İslam orduları Şam ve Irak’ta savaşta iken Medine’de kıtlık baş gösterdi. İslam tarihine “Remâde Yılı” yani “kıtlık, susuzluk, yoksunluk yılı” olarak geçen o yılın Hicri 16, 17 veya 18 yılı olduğu yönünde görüşler vardır. İbnü’l-Esîr’e göre, “remâde yılı” denmesinin sebebi ise “rüzgârın toprağı kül gibi önüne katıp savurması”dır. Kıtlık o boyuta varmış ki vahşi hayvanlar insanlara sığınmış, koyun kesenler, kötü kokusundan etini atmak zorunda kalmışlardır!

Vakanın gerçekleşme tarihindeki farklılık yağışsızlıktan kaynaklı kıtlığın karakteri ile ilgili olmalıdır: Yağışsızlıktan kaynaklı kıtlıkta, ilk yıl yağmur yağmaz. Ancak o ilk yılda biriktirilmiş tahıllardan istifade mümkün olduğundan pazarlarda pahalılık görülse de açlık sorunu baş göstermez. Yine aynı yıl hayvanlar, önceki yılın kuru otlaklarından yediklerinden hayvansal ürünlerde de kıtlık boyutunda azalma olmaz. İkinci yıl yağışsızlık devam ettiğinde eldeki tahıllar hatta tohumlar da tükenir, kuru otlaklar da son bulur, hayvanlar dahi beslenemez olur ve asıl kıtlık baş gösterir. Üçüncü yıl da yağışlar görülüp otlaklar oluşsa da tohum sıkıntısı ve kıtlıktan kurtulan havyan azlığı kıtlığın sürmesine neden olur. Dolayısıyla Hz. Ömer Devri kıtlığı, Hicri 16’da başlayıp 18’de bitmiş olmalıdır.

O süreçte ordu savaşta olduğundan hem askerin gereksinimini karşılamak hem onların geride bıraktıkları kadın ve çocuklarına bakmak gerekiyordu. Özellikle çalışan nüfusun savaşta olması, sulu tarım arazilerinin dahi ekilip biçilmesinde sorun teşkil etmiş olmalıdır. Sorunu ağırlaştıran husus ise kıtlığın henüz son bulmadan Şam’da vebanın baş göstermesi, dolayısıyla Medine’ye erzak aktarılmasının iyice güçleşmesi ve vaziyetin tam anlamıyla bir krize dönüşmesidir. Toplumsal önderlik de kendisini kriz döneminde gösterir.

Hz. Ömer, peş peşe gelen zorlu koşullara teslim olmayıp toplumu tatmin edecek önlemlere yönelmiştir. Bu önlemlerin bir kısmı manevidir. Hz. Ömer, bir yanıyla “imam” olma fonksiyonunu ifa ederek halka nasihatte bulunmuş ve onun yanında maddi önlemlere başvurmuştur. Savaşların ve devletin idaresinin kendisine yüklediklerine rağmen mesaisini toplumun iktisadi sorunlarını çözmeye ayırmıştır. O, bu bağlamda Medine’de, tespit, tedbir ve çözüm mahiyetinde üçlü bir çalışma gerçekleştirmiştir. 

Hz. Ömer, bir yandan geceleri tebdil-i kıyafetle Medine’yi dolaşıp halkın durum ve taleplerini tespit etmiştir. Onunla birlikte Medine dışına müfettişler göndererek şehrin dışındaki durumu haber almıştır.

Mü’minlerin Emiri, sorunun kıtlık boyutuna vardığını tespit edince Medine’de devasa bir aş evi kurmuş ve bizzat başında bulunarak halka yemek dağıtmıştır. Ancak Medine dışındakiler de şehre yığılınca bir nüfus sayımı yaptırmış, yine bir kişinin günde ne kadar yemekle doyduğuna dair deneysel bir çalışma yapmış ve ona göre kişi başına düşen günlük yemeği hazırlatıp dağıtmıştır. 

Medine’nin imkânlarının kıtlıkla baş etmeye yetmeyeceği anlaşılınca Şam, Mısır ve Irak valilerinden yardım istenmiş; Mısır’dan gelen yardımın toplandığı, Kızıldeniz kıyısındaki Car limanı bizzat Hz. Ömer tarafından denetlenmiştir.

Bu iktisadi koşullarda Medine’de bir halk isyanı çıkmadığı gibi cephelerde bulunan askerler de Medine’deki aileleriyle ilgili kaygıları öne sürüp yerlerini terk etmemişler, ihtilale kalkışmamışlar, yönetime yönelik bir ithamda dahi bulunmamışlardır.

Zira Hz. Ömer, süreci bizzat yöneterek ihmal endişesinin; yakınlarını başkalarından ayırmayarak adaletsizlik ithamının, birey başına düşen gıdadan azını kendisi için alarak görevini suiistimal propagandalarının önüne geçmiştir.

Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem günlerine kadar halk, yöneticilerin kendilerinden farklı bir yaşam sürmesini tabii görüyordu. Halka kral ve diğer soylu yöneticilerin ilahi bir yönünün bulunduğu öğretilmiş, halk da buna inanmıştı. Bunun için saray ve köşklerdeki yöneticilerin kendisinden farklı bir yaşam tarzına sahip olmasını normal karşılar hatta onların mutluluğunu kendi mutluluğu bilir, kendisinin mutsuz olması uğruna onların mutlu olmasını kendisi için mukaddes bir hâl gibi görürdü. Kendisinin yönetime daha fazla hizmet edebilmesi için temel ihtiyaçlarının karşılanmasını yeterli bulur. Daha fazlasını sadece yönetimin lutfü olarak değerlendirirdi. Bu vesileyle açlık sorunu söz konusu olmadığı sürece genel olarak iktisadi isyanlar baş göstermezdi.

Resûl-i Ekrem’le birlikte yönetenlerin halkın zayıf veya orta kesimi gibi yaşaması ve halkın yönetenleri denetlemesi esası geldi. Resûl-i Ekrem, öyle yaşamış, öyle davranmıştı. Ashabı aç iken kendisi tok yatmamış, eline geçeni Ashabına dağıtmıştı. Kendisine “Adil ol!” diyen Bedevîyi cezalandırmaya kalkışmamış, onu ikna yoluna gitmişti. Halifeleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de o kriterleri esas almışlardır.

Kıtlıktan önce de toplumun zayıf kesimi gibi yaşayan Hz. Ömer kıtlıkla birlikte yağ, süt ve etin tadına bakmamaya yemin etmiştir. Kölesi pazardan kırk dirheme bir tulum yağ ve bir tulum süt satın aldığında ona “Sen oldukça aşırı gidip bunları pahalı almışsın. Haydi bunları sadaka olarak dağıt. Ben israf sayılabilecek bir şeyi yemekten hoşlanmıyorum!” demiş. Ardından şu tarihi sözü dile getirmiştir:

“Onlara gelen musibet bana da gelmeyecek olursa ben raiyyemin (halkımın) durumuyla ilgilenmeye nasıl imkân bulacağım?”

Resûl-i Ekrem’in yönetime getirdiği kriteri vecizce dile getiren ifade, oldukça net: Halk gibi yaşamayan, halkın hâlinden anlayamaz.

Bütün olumsuz koşullara rağmen Hz. Ömer’e karşı bir isyanın çıkmaması, onun başkasına dağıtırken adil olması kadar kendisine ve yakınlarına alırken kayırmaktan uzak durmasıdır. Yine de Hz. Ömer şehadetine yol açan yaraları aldığında alnı secdeye değen bir Müslümanın eliyle hançerlenmediği için şükreder. Zira Müslüman toplumun öfkesini, yönetenin adaletten ayrılmasına işaret görür.

Toplum, yönetimi değerlendirirken adalete bakar; iktisadi adaleti ise adil olmanın temel koşulları arasında görür. Bununla birlikte Resûl-i Ekrem sonrasında dünyaya farklı bakan insan, iktisat noktasında yönetimden sadece adalet beklemez, aynı zamanda özveri (fedakârlık) talep eder. Toplum, iktisat noktasında adaletin sağlanmasını yönetimin görevi bilir, özveriyi ise yönetim için fazilet kabul eder.

Toplum; yönetici adil olursa ona itaat eder ve sahip çıkar, yönetici fedakâr olursa ona hayran kalır ve canını onun uğrunda feda eder. Onun fedakârlığını daha büyük bir fedakârlıkla karşılar.

Dolayısıyla toplumun tutumunu salt, çıkarcılıkla izah etmek yerinde değildir. Toplum, temel ihtiyaçları karşılanmışsa iktisadi çıkardan öte iktisadi adalet peşindedir. Ne var ki iktisadi adaleti hissetmesi icap eder.

İktisadi adaletin fark edilmemesi durumunda, yöneticinin kimliği ve büyük idealleri toplumu ona tabi kılmayabilir.

Adaletiyle Hz. Ömer ve Ömer b. Abdülaziz’e benzetilen Nûreddin Mahmud Zengî’den önce Dımaşk (Şam) yönetimi, Haçlılarla uzlaşı içindeydi. Ama o dönemde halkın iktisadi durumu genel olarak iyiydi. Nûreddin, şehri kuşattığında iktisadi sorunlar yaşandı, şehri fethettiğinde ise ona yönelik iktisadi beklentiler arttı. Ancak Haçlılarla mücadele ve Dımaşk’ta medrese, hastane, Darülhadis inşaatı gibi imar faaliyetleri beklenen iktisadi neticeyi vermeyince halkın zayıf kesimi Nûreddin aleyhinde gösteriler yaptı. Nûreddin, İslam toplumuna yönelik bütün kazanımlarına rağmen gösterileri anlayışla karşıladı ve toplumun iktisadi sorunlarını düzeltecek önlemler aldı, ayrıca adil olma yönünü daha iyi hissettirecek önlemlere başvurdu.

Nûreddin, kendisinden önceki Selçuklular ve onların ardılı atabeglerin köşklerine yerleşmek yerine Dımaşk Kalesi’nde kendisi için küçük bir ahşap ev inşa edip orada çok mütevazı bir yaşam sürdü. Özellikle Ramazan’da iftarlığı Musul’daki şeyh Ömer Mellâ’dan gelirdi ve bir derviş yiyeceği mahiyetindeydi. Nûreddin, kendisinden önce hazineden dilediklerini alan yöneticilerin tutumuna karşı kendisini maaşa bağlamıştı, ev iktisadını o maaşa göre ayarlar, maaşından fazla kalanı halka infak ederdi.

Onun Hz. Ömer’i andıran hayat tarzı, halkın onun tahta kaşık yapıp satarak geçindiğine dair menkıbeler geliştirmesine, “veli” konumunda görmesine ve hayranlık duymasına vesile olmuştur.

Sonuç olarak;

Halkın iktisadi durum karşısındaki talepleri salt çıkarcılıkla ifade edilemez. Halk, kim kendisine çok verirse ona tabi olan, açgözlü bir “iktisadi varlık” değildir. Lâkin Resûl-i Ekrem sonrası dünyada halk;

                -Yönetenin kendisiyle ilişkisinde yakınlık,

 -Yönetenin iktisadi koşulları ile yönetilenin iktisadi koşulları arasında benzerlik ve

- yönetenin yönetilenlere karşı tutumunda adalet bekler.

 Bunu görmediğinde yönetenin adil olma vasfını yitirdiğini ve değişmesi gerektiğini düşünür, alternatifini bulmazsa sabreder, bulduğu an değiştirme yoluna gider. Toplum, bu tutumuyla sadece kendisini değil, yönetenin istikamet üzere oluşunu da sağlama alır. Yöneteni kontrol ederek onun gaflete düşmesini, bencilliğe ve adaletsizliğe sürüklenmesini engeller.

Bu, ilk kez İslam’ın topluma bahşettiği bir fazilettir.

Toplumsal bir itiraz varsa yönetime düşen, onu bastırmaya çalışmak ve kınamak değil, anlamaya çalışmak ve itiraza yol açan sorunu çözmektir.