Uluslararası Âlimler Birliği’nin 2020’de ilan ettiği 24-30 Recep Dünya Kudüs Haftası münasebetiyle, 26 Şubat 2022’de Diyarbakır’da İttihadul Ulema’nın ev sahipliğiyle Kudüs İçin Uluslararası Âlimler Buluşması düzenlendi.
Peygamber Sevdalıları Vakfı ve Selâhaddîn-i Eyyûbî Enstitüsü’nün de katılımcıları arasında yer aldığı buluşmaya, birçok İslam ülkesinden çok sayıda âlim ve şahsiyet katıldı. İttihadul Ulema’nın davetiyle Bölge âlimleri de büyük katılım sağladı.
Buluşmada Kudüs’ün kurtuluşunda yol gösterici olacak pek çok sunum ve konuşma yapıldı. O münasebetle, “Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin İslam Birliği” başlığı altında, şu metnin mahiyetinden bir sunum yaptım.
ASKERİ YENİLGİ ZANNEDİLMİŞTİ
Kudüs’ün 1099’da Haçlılarca istilası, Müslümanlar tarafından ilk anda salt bir askeri yenilgi zannedilmişti. Müslümanlar, İslam ordularının cihad ruhundan uzaklaşıp paralı askerlerden oluşmasından ve iyi savaşmamasından dolayı Kudüs’ü kaybettiklerini düşünüyorlardı.
Bu değerlendirme, ilk anda doğru da görünüyordu. Lâkin süreç, meselenin askeri yenilgiyi aştığını ortaya koydu.
Zira paralı askerlerden de oluşsa Haçlılara göre birkaç kat kuvvetli olan Mısır Fâtımî orduları Remle çevresinde Haçlılar karşısında peş peşe yenildi. Fâtımîler, bu rencide edici yenilgilerle onlara, donanım, altın ve muhkem kaleler kaptırdılar. Haçlı alanının genişlemesine yol açtılar.
Anadolu’da ise Dânişmendliler, 1100’de Antakya Haçlılarının başı Bohemond’u esir almayı başardılar. Anadolu Selçukluları ve Dânişmendliler öncülüğündeki İslam ittifakı, 1101’de yine Anadolu’da Haçlılara tarihi darbeler indirdi. İslam orduları, o savaşta sayıları yüz binlerle ifade edilen Haçlıyı imha ettiler. 1104’te de Büyük Selçuklu orduları Harran’da Haçlıları ağır bir yenilgiye uğrattılar.
Ne var ki bu zaferler, Haçlıların Kudüs ve diğer İslam topraklarından uzaklaşmasını sağlamadı. Aksine Haçlılar için muhkem bir kale hâline gelecek olan Trablusşâm gibi önemli bir şehir, 1109’da Haçlılara kaptırıldı. Böylece Haçlıların istilaları Urfa’dan Antakya’ya, Antakya’dan Kudüs’e birbirini tamamlayan iki hat üzerinden bütünleşti.
Bunun üzerine yapılan müracaatla Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar, 1109’da Haçlılara karşı cihad ilan ederek Musul-Halep, Halep-Dımaşk (Şam) hattında bir İslam savunması başlattı.
Muhammed Tapar’ın bu büyük kararıyla Musul, Haçlılara karşı mücadelenin karargâhı hâline geldi; Musul valileri, aynı zamanda atabeg olarak tam bir yetkiyle Haçlılara karşı cihadında da başkomutanı oldular. Dımaşk Tuğteginliler Atabegliği’nin yanında Mardin-Diyarbakır-Harput-Birecik Artukluları da onları desteklediler. Ne var ki Mevdûd gibi büyük bir vali dahi Haçlıların doğuya yönelişini durdurmaktan öteye gidemedi.
Selçuklu iç çekişmelerinde Musul valileri etkisizleştiklerinde Mardin Artukluları’ndan İlgazi, 1119’da Antakya Haçlılarına karşı tarihi Kanlı Meyan Savaşı’nı kazandı, Antakya Haçlılarını askeri olarak neredeyse imha etti.
Daha sonra Harput Artuklularından Belek Gazi de 1122, 1123’te Urfa Kontu ve Kudüs Haçlı kralını esir alacak kadar büyük zaferler kazandı. Buna rağmen bu büyük zaferler, Müslümanlara moral vermek ve Haçlı ilerleyişini sadece doğu yönünde durdurmaktan öteye geçmedi. Süreç içinde Haçlılar, Doğu Akdeniz sahillerindeki Fâtımî şehirlerini bir bir istilaya devam edip güçlerine güç kattılar.
Artuklular iç çekişmede etkisizleştiğinde tekrar Musul önem kazandı. Porsukî gibi Musul valileri, Haçlıların Halep’i istilasını engelleyerek doğuya doğru ilerleyişini yine engellediler. Ama Haçlıları İslam topraklarından çıkaramadılar ve Kudüs’ü kurtaramadılar.
Yarım yüzyılı geçen bu süreçte Müslümanlar, Haçlıların İslam topraklarını istilasının ve Mescid-i Aksâ’nın tepesine haç dikmelerinin, salt bir askeri yenilgi olmadığını öğrendiler.
Askeri yenilgi, meselenin sadece görünen yüzüydü. Meselenin arka planında ise Ümmetin çözülmesi/dağılması vardı.
Ümmet, sadece Fâtımîlerin yol açtığı bir bölünme yaşamıyordu ya da Büyük Selçuklular içindeki taht kavgalarından dolayı yaralı değildi. Ondan da daha derin bir iç çözülme yaşıyordu:
Asr-ı Saadet’in aksine; hükümdarlarımız, sadece birer sultandılar, dünyanın sair sultanları gibi tac ve tahtları olan sultanlardı. Onların etrafında, dünyanın kralları gibi birbiriyle sürekli çekişen vezirlerimiz vardı. Âlimlerimiz, toplumun anlamadığı ilmî çekişmeler yapmakla meşguldü. Sûfilerimiz sadece zikre dalmışlar, dünyanın diğer mistik toplulukları gibi inziva hayatı yaşıyorlardı. Askerlerimiz, cihad ruhundan uzak, malum askerler gibiydi. Kölelerimiz hükümdarlara hizmet ediyorlar ya da onların zulmüne alet oluyorlardı. Pek çok şehrimiz, bir diğerinden bağımsız birer devlet gibiydi. Bir arada idik ama bölünmüş, hedefleri birbirinden farklı yapılara bürünmüştük.
KUDÜS’ÜN KURTULUŞU İÇİN MÜSLÜMAN AKLININ OLUŞMASI
Ümmet çözülmüş, ümmetin rüzgârı dağılmıştı. Bu dağınıklığa karşı Musul-Şam merkezli bir Müslüman aklı tezahür etti. Kimdi bu aklın öncüleri? Toplumsal hareketlerin tarihi tam kaydedilmediğinden bu hususta net bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak bugünden göründüğü kadarıyla, Kudüs’un kurtuluşu için bir Müslüman stratejisi olarak sahada görünürlük kazanan bu Müslüman aklı, açık bir şekilde İmam Gazzâlî’nin temsil ettiği akide ve pratiğe uygun olarak gelişmiştir, onun eseri olarak zuhur etmiştir. Gazzâlî, bir kurucu değildir; sahih İslam akidesi üzerine, Ümmet bütünleşmesini sağlayacak mutedil yaklaşımı derleyip hatırlatan bir mürşiddir, ihya önderi bir yol göstericidir.
Bu mahiyette, Musul’da uygun bir ifadeyle “farklı bir ulema” yetişmiştir. Bu ulema, alim olmakla kendilerinden önceki alimlerin mirasçısıdırlar, farklı olmakla ise çağlarının sorunlarına vakıf ve o sorunlara karşı duyarlıdırlar. Onların önderliğinde Müslümanlar arasında; idareden bağımsız olan, lâkin idareye karşı alakasız olmayan güçlü bir İslâmî akım teşekkül etmiştir.
Bu Müslüman akımın, Gazzâlî’nin temsil ettiği akide ve yaklaşım üzere benimsediği önemli ilke, “mükemmel” hedeflenirken “mümkün”ün reddedilmemesidir. Bu ilke, İmâdüddin Zengî’nin Musul valisi olarak atanmasını sağlamıştır. Azim bir dava için maslahatçı bir yaklaşım anlamına gelen bu ilke, söz konusu akıl ve stratejinin büyük hedefini gerçekleştirmesinde büyük katkı sağlayacaktır.
Müslüman aklı ve stratejisi, Kudüs’ün istilasını, Ümmetin çözülmesinin tabii bir neticesi, bir yansıması olarak görmüş; bununla doğrudan bağlantılı olarak Kudüs’ün kurtarılmasının Ümmetin bütünleşmesine bağlı olduğunu görmüştür. Lâkin Ümmetin çözülmesi de Ümmetin İslâmî esaslardan, özellikle Sünnetten uzaklaşmasının bir neticesidir. Dolayısıyla Ümmetin bütünleşmesi, Ümmetin esaslar üzerine ihyasını gerektirir. Başka bir ifadeyle ihya, bütünleşmeye; bütünleşme Kudüs’ün kurtuluşuna vesile olacaktır.
Kendisini bu davaya adayan ulema, bir yandan programlarını tatbik etmelerini sağlayacak siyasi koşulları ıslah etmekle uğraşmışlardır. Onunla eş zamanlı olarak o koşullardan azami istifadeyle Ümmette toplumsal bir dönüşüm meydana getirme yoluna gitmişlerdir.
Ulema ve umeranın yolunu açtığı siyasal koşulların imkân sağladığı toplumsal dönüşüm, mükemmele daha da yakın siyasal koşullar oluşturmuş. Mükemmele yakın bu üst siyasal koşullar, toplumsal dönüşümü pekiştirmiş; bu yükseliş trendi, nihayetinde bir bütün olarak Kudüs’ün kurtuluşuna vesile olmuştur.
Özetle, ihya bütünleşmeyi beslemiş; nihayetinde ise bütünleşmenin siyasal yanı ile toplumsal yanı birbirini besleyerek bir ana bütün oluşturmuş ve o ana bütün, Kudüs’ü kurtarmıştır.
Bu mahiyette, 1126’da ölen Musul valisi yerine “örf/gelenek/temayül” içinde, Musul idaresi onun çocuk yaştaki oğlunu yerine tayin etmek istemiştir. Bu amaçla Abbâsî Halifesi ve Selçuklu Sultanı ile görüşmek üzere, Bahaeddin eş-Şehrezûrî adlı alim ile Selâhaddîn el-Yağısyânî adlı emîr Bağdat’a gönderilmişlerdir.
Ama bu ikili, kendilerini Bağdat’a gönderen siyasi yapının amaçları için değil, Kudüs davası için çalışmışlar; valinin oğlu yerine İmâdüddin Zengî’yi tayin etmek için uğraşmışlar; o uğurda dünya ehline dünyalık dahi verip stratejilerinin ilk adımını gerçekleştirmişlerdir.
Zengî, çözülmüş Ümmet unsurlarının bakışıyla değerlendirildiğinde âlimlere göre ilme uzaktır, sufilere göre zühdle alakası yoktur, mücahidlere göre o dünyası için çalışan bir adamdır belki. Lâkin Haçlılarla mücadeleye ve Kudüs’ü kurtarmaya odaklanan Müslüman aklı için dirayeti, cesareti, eski Halep Valisi Aksungur’un oğlu olarak Haçlı istilası altındaki topraklara ilgisi ve o güne kadar Haçlılara karşı mücadelede kahramanlığıyla, mükemmel değilse de mükemmele ulaştırmakta tercih edilmesi gereken bir şahsiyettir.
Zengî, 1127’de Musul’da göreve başlar ve böylece Ümmet stratejisi siyasal olarak yoluna girerken toplumsal olarak kendisi için uygun koşulları bulur.
Zengî, Halep’i kısa sürede alır; Musul-Halep, Musul-Diyarbakır, Halep-Dımaşk hattında siyasal olarak bir Müslüman bütünleşmesi sağlar. Haçlılara karşı Müslüman mücadelesinin iki Müslüman unsuru Türk-Türkmen ve Kürtleri Haçlı sınırlarına sevk ederek güçlü bir insan unsuru teşkil eder. Bu çabasıyla 1144’te Urfa’yı fethetmeyi başarır. Urfa; Haçlıların ilk kontluğuydu, fethedilen ilk kontluk merkezi olur.
Zengî, 1146’da katledilir ama Müslümanların toplumsal dönüşüm programları, onun yönetimi süresince saat gibi işleyerek onun yerine geçecek ondan daha ideal önderleri yetiştirmeyi başarmış; böylece onun ölümü siyasal bir kayıp olmaktan çıkmış, aksine yeni bir kazancın kapısı olmuştur.
Zengî devrindeki programlarla Nûreddin yetişmiştir; Nûreddin devrindeki programlarla da Selâhaddin yetişecektir.
Zengî, Müslümanların siyasal bütünlüğünü kısmen sağlamıştır. Halep’te onun yerini alan oğlu Nûreddin Mahmud, Müslümanların toplumsal dönüşümünü/ihyasını siyasal bir programa dönüştürecek, böylece çözülmüş/parçalı yapı onun devrinde bütünlük kazanacaktır. Selâhaddin, bu bütünleşmeyi Mısır, Hicaz, Yemen, Libya gibi geniş bir İslam coğrafyasına henüz Nûreddin’in sağlığında hakim kılacak, Nûreddin’in 1174’te vefatından sonra Halep ve Musul’da Zengî varislerinin öncülüğünde zuhur eden örfi geçmişe dönüşü engelleyerek ihyayı sürdürecek ve Kudüs’e giden yolda yürüyerek, Zengî’nin Musul valisi olmasından tam 60 yıl sonra, 1187’de Kudüs’ü fethedecektir.
SELÂHADDİN’İN BÜTÜNLEŞTİRME STRATEJİSİ
Zengî günlerinde toplumsal olarak başlayıp Nûreddin’le siyasal bir projeye dönüşen ve Selâhaddin’le hedefine ulaşan Müslüman stratejisi özetle şu hususları kapsamaktadır:
- Çözülmeye karşı bütünleştirme stratejisiyle bütün unsurlar aynı hedefler doğrultusunda çalışmıştır. Sultanımız, artık sadece bir sultan değildir, Asr-ı Saadette olduğu gibi adil, alim ve zahiddir; tac ve tahtı yoktur, kendisiyle Müslümanlar arasına engel koymamıştır. Açık bir ifadeyle Nûreddin ve Selâhaddin, Ashabın yolunu sürdürmüşlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah anlaşılmadan Selâhaddin anlaşılamaz.
- Hadis, adeta Hz. Resûl-i Ekrem’i temsilen ihya edilmiş; Müslümanları bütünleştirecek en üst şemsiye olarak hadis ilminden istifade edilmiştir. Bu bağlamda Şam bölgesinde bilinen ilk Darülhadis, Nûreddin Devri’nde Dımaşk’ta açılmıştır.
- İslam, baskıyla dönüştürmeyi reddederken ihya yönünde zamana yayılmış bir dönüştürmeyi teşvik eder hatta zorunlu görür. Nûreddin ve Selâhaddin, Müslümanları Ehl-i Sünnet çizgisi üzerinde, zamana yayılmış bir bütünleşmeyi tercih etmişler; Ehl-i Kıble’yi de tekfir etmekten kaçınmışlardır.
- Farklı mezhepler için medreseler yan yana açılmış, her medresenin yanına sufiler için birer hankah kurulmuş, ilimle zikir bütünleştirilmiştir. O hankahların sûfileri aynı zamanda gazidirler. Böylece ilim, zikir, cihad aynı kişilerde buluşmuştur. Bunun en simge isimlerinden biri, Selâhaddîn’in sultan olmasını sağlayan Fakih İsa el-Hakkârî’dir.
- Daha önceki hükümdarlar, toplumu korkuyla bastırır, eğlenceyle uyuştururlardı. Selâhaddin, Mısır’a hakim olduğunda Kahire’nin en büyük işkencehanesi Darülmauna ile en görkemli köşkünü medreseye çevirmiş, toplumu ilimle irşad edip aynı hedefler etrafında buluşturma yoluna gitmiştir.
- Âlimler, sufiler, mühendisler, tabibler, şairler bu devirde hep aynı hedef için, aynı strateji için ve birbirlerini tamamlayacak şekilde çalışmışlardır. Bu doğrultuda daha önce sultanlara hizmet eden ya da onların zulümlerini gerçekleştiren köleler, birer mücahid olmuşlar, ümmetle bütünleşmişler, ümmetin stratejisi için çalışmışlardır.
- Selâhaddin, zalim sultanların getirdiği vergileri kaldırmış, onun yerine Ümmetin zengin ve yoksullarını buluşturan zekâtı ihya etmiştir.
- Nûreddin devrinden itibaren adalet, devlet ve toplumu bütünleştirecek bir zemin olarak değerlendirilmiş ve o devirde Şam’da ilk Darüladl açılmıştır. Selâhaddin, devlet ve toplumu bütünleştirme stratejisini sürdürmüş; haftanın iki günü Mezalim Mahkemesi kurarak halkın şikayetlerini dinlemiş ve o şikayetler doğrultusunda vali ve komutanlarını yargılamış, haksızlıkların önüne geçmiştir.
- Bu devirde cezaya karşılık af tercih edilmiştir; sorunu çıkaran Müslümanın bertaraf edilmesi değil, ıslah edilip Kudüs’ün fethini sağlayacak büyük Müslüman birikimine katılması amaçlanmıştır.
- Daha önceki uygulamalarda her yeni gelen, öncekini reddederdi, bunun için hazırla geçmiş arasında kopukluk olurdu. Selâhaddin, Kudüs’ü fethettiğinde Mescid-i Aksâ için minber yapmamış, Nûreddin’in Halep’teki minberini getirmiş, kendisi de mihrap yaptırmıştır. Minber ve mihrabı buluşturan bu örnek tutumla Selâhaddin, hazırı geçmişle buluşturup ikisinin birikiminden istikbali inşa etmiştir.
Hülesa, Selâhaddin, yeni bir yol ihdas etmemiştir, Resûl-i Ekrem ve O’nun Ashabının her zaman tatbik edilebilecek yolundan gitmiştir. O, tac ve taht edinmemiş, yüce Allah, onun bu tutumuna karşı ona adeta Kudüs’ü taht, Mescid-i Aksâ’yı tac etmiştir.