Kudüs’ün Haçlılarca istilasından on yıl sonra Musul, Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar tarafından Haçlılara karşı mücadele vilayeti olarak belirlendi.

Musul valileri, Irak ile Şam arasında koordinasyon sağlayıp Haçlıların daha fazla Şam’a doğru genişlemesini engelleyeceklerdi. O çerçevede başta Kudüs olmak üzere istila altındaki İslam topraklarını kurtarmak için Musul-Dımaşk (Şam)- Halep arasında işbirliğini sağlayacak, İslam’ın en etkin silahı olan Müslümanların birliğini Haçlıların istilasına karşı sefer edeceklerdi.

Bizzat Muhammed Tapar tarafından Musul’a atanan Mevdûd gibi valiler, doğuya doğru Haçlı ilerleyişini durdurdular. Ne var ki o kabiliyetli valiler, Irak ve Şam’ın siyasi oyunları içinde can verdiklerinden büyük hedefe ulaşamadılar.

Bunun üzerine, Musul’da Gazzâlî okumalarıyla büyük hedeflere ulaşma stratejisini öğrenmiş ulema ve umera farklı bir arayışa girdi. Musul valisi 1126’da vefat ettiğinde Bağdat’a Bahâeddin eş-Şehrezûrî adlı bir âlimle Selâhaddîn el-Yağısyanî adli bir emîr gönderdiler.

Âlimler ve emîrler buluşmasına da işaret eden söz konusu ikilinin görünürdeki görevi, vefat eden valinin oğlunun, babasının yerine atanmasını sağlamaktı. Oysa Musul’da Haçlılara karşı mücadeleyi yeni bir safhaya taşıyacak bir valiye ihtiyaç vardı. Musul’da Haçlılara karşı mücadele, sürekli bir gündemdi ve o gündem, göründüğü kadarıyla Haçlılara karşı bir strateji hâsıl etmişti. Güçlü bir valinin tayini, o stratejinin tatbiki için hiç kuşkusuz en mühim aşamaydı.  

Bahâeddin ve Selâhaddîn, Bağdat’a ulaştıklarında görünürdeki vazifeleri için değil, gündemlerinin hâsıl ettiği strateji doğrultusunda çalıştılar.

Irak’taki Selçuklu emîrleri, iç çatışmalardan dolayı Haçlılara karşı mücadele ile ilgili değildiler. Şam’da Haçlılara karşı mücadeleye girişirlerse Irak’ta artlarından kendileri için nasıl bir akıbetin örüleceğinden de emin sayılmazlardı. Öte yandan İslam dünyasında medenî olduğu kadar, akışı nefis açısından çekici, kazanıldığında neticesi de iştah kabartıcı olan iç siyaset de emîrleri vahşi dış düşmanlara karşı cihad gibi zorlu bir işin uzağında tutuyordu.

O emîrlerden İmâdüddin Zengî, sonradan başa geçecek olan oğlu Nûreddin Mahmud Zengî’nin aksine, takva ehli sayılmazdı, iç çatışmada siyasi rakiplerine karşı sert olup günahlar konusunda da duyarsızdı. Buna rağmen eski Halep Valisi Aksungur’un oğlu ve Halep doğumlu bir genç olarak Haçlılara karşı mücadele için en uygun vali adayıydı. Daha önceki Musul valilerinin emrinde Haçlılara karşı çıktığı seferlerde yiğitliğini fazlasıyla ispatlamış; bir keresinde bütün arkadaşları kendisini terk etmişken o, yüksek cesaretiyle bir Haçlı grubunu kalelerine kadar bir başına kovalamıştı.

Irak’ta siyasi gündemde etkin olan kesimlerden cihaddan uzak âlimlere sorulursa Zengî’nin ilmi yanı yoktu; sûfîlere sorulursa zikir ehli değildi, Hanbelilere sorulursa günahları, defterden bir anda silinmesine fazlasıyla sebepti.

Haçlılara karşı mücadeleye odaklanmış cihad ve zühd ehli ulema ve mücahid umeranın stratejisi bu yönde gelecek eleştirileri önemsiz görmemekle beraber aşıyordu. Çünkü henüz Nûreddin ve Selâhaddin gibi hem ilim, zikir ve takva ehli hem orduyu ve devleti yönetecek üstün kabiliyetli komutanlar yetişmemişti ve onların yetişmesini sağlayacak ortam için İmâdüddin gibi biri, çok iyi bir tercihti. Yakına bakanlar, Musul’daki stratejistler yanıldılar, hata yaptılar, derdi. Uzağa bakanlar ise onların hedefe varış yolunu aşamalandırma maharetlerini takdir ederdi.

Bahâeddin ve Selâhaddîn, stratejileri için kimi rivayetlere göre büyük miktarda rüşvet de verip devrin Irak Selçuklu Sultanı Mahmud’u ikna ettiler, 1127’de Zengî’nin Musul’a atanmasını sağladılar.

Zengî, Musul’a gelince hedefinin dumura uğramaması için Haçlıları ürkütmedi hatta onlara sizinle bir sorunum yok, bile dedi. Ama onları gelecekte etkisizleştirecek yolun taşlarını özenle döşedi. Halep’i Musul’la bütünleştirdi; Musul-Halep-Dımaşk hattında, Dımaşk’ı alamasa da çöken devleti yeniden inşa etti. Dımaşk’taki siyasetin ve Halep’teki sosyolojinin itirazlarına karşı Musul ve Diyarbakır çevresinden Türkmen ve Kürtleri Haçlılarla mücadele hududuna sevk etti. Salâhaddin el-Yağısyanî gibi dirayetli komutanları ve gaza ehli ulemayı o bölgeye yönelmeye teşvik etti. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ailesini de bu çerçevede Baʿlebek’e yerleştirdi. İnce eleyip sık dokudu, nispeten Müslüman birliğini sağladı ve katledilmesinden yirmi ay önce 1144’te Urfa’yı Haçlılardan almayı başardı, Kudüs’ün yolunu açtı.

Ondan sonra gelen oğlu Nûreddin ve Necmeddin Eyyûb’un oğlu Selâhaddin tam da Musul planlamasının umduğu gibi yetiştiler. Onlar, Kudüs stratejisini kemale erdirirken o güne kadar Kudüs’e duyarsız kalan ulema, sufi ve sair kesimleri teşvik için güçlü bir Kudüs gündemi de oluşturdular. En meşhuru Ebü’l-Farac İbnü’l-Cevzî’ye ait olan Fezailü’l-Kuds risaleleri de o gündemi yönlendirmek için ve strateji doğrultusunda kaleme alındı. Nihayetinde o strateji Kudüs’ün fethini getirdi.

GÜNDEM-STRATEJİ FARKI

Bir konunun gündem edilmesi, o konunun konuşulması, informal ve formal etkinliklerinde öne çıkmasıdır. Çarşıda, sokakta, sair toplanma yerlerinde o konudan söz edilmesi, onunla ilgili anma törenlerinin yapılmasıdır.

Strateji ise bir hedefin tayin edilip bütün imkânların ahenk içinde o hedef için seferber edilmesidir.

Gündemin varlığı, bir davanın varlığına işaret etmez. Dava, ancak bir stratejinin varlığı ile mümkündür. Başka bir ifadeyle strateji yoksa dava yoktur.

Gündem, daha çok toplumsal bir etkinliktir. Strateji ise siyasaldır. Karizmatik bir toplum, gündemini iyi bir stratejiye yol açacak şekilde yönlendirebilir. İyi bir strateji ise her zaman kendisini güçlü bir gündemle destekler.

Kudüs’ün Haçlılar tarafından istilası sırasında İslam, siyasal olarak güçlüydü. Dolayısıyla o siyasalın bir strateji oluşturması ve o stratejinin bir gündem oluşturması beklenirdi. Ne var ki siyasal sınıf, Müslümanların sorunları ile yeteri kadar ilgili değildi. Hatta “Kudüs’ün İstilası’ndan Urfa’nın Fethine” kitabımda anlattığım üzere Şam heyeti Irak’a gidip Halifenin camisinde hutbeyi bile engellediği hâlde siyasal yapı, Kudüs’ün istilasına karşı seferber olmamıştır.

Siyasal yapı, etkisiz kalınca Kudüs’e dair toplumsal gündem, özellikle Bağdat-Musul hattında stratejiden önce oluştu. O gündem, büyük bir ferasetle sürdürülünce stratejisini hâsıl etti, o stratejinin insan kaynaklarını aşama aşama oluşturdu ve hedefine biraz ağır da olsa ulaştı. Ağır diyoruz, zira Zengî’nin Musul’a vali tayin edilmesiyle Kudüs’ün istiladan kurtarılması arasında tam altmış yıl vardır.

İyi bir stratejiniz varsa günahkârlar, mukaddes bir davaya hizmet edebilir. İyi bir stratejiniz yoksa en muttakileriniz en mukaddes hedeflerinizin heder olmasına yol açabilir. İyi bir stratejiniz varsa yanlışlarınız, büyük doğrular için basamağa dönüşebilir. İyi bir stratejiniz yoksa doğrularınız, büyük yanlışların önünü açabilir.

İyi bir strateji, hedefin net olmasını, o hedef için çalışacak başta insan kaynağı olmak üzere imkânların oluşturulmasını ve bütün imkânların o hedef doğrultusunda yönlendirilmesini, aşamaların titizlikle belirlenmesini ve bir aşamadan diğerine geçerken kesinlikle değerlendirme yapılmasını gerektirmektedir.

Bu zorunlulukların her biri strateji sahibi olmayı, gündem etmekten ayırır.

1917’DEN BU YANA KUDÜS

Kudüs, I. Dünya Savaşı’nın neticesinde İngiliz istilasına uğradığında İslam dünyasının tamamına yakını kendi yurtlarında istila ile yüz yüzeydi. Bunun için Kudüs’e sahip çıkmak, Filistin halkı ile Osmanlı bakiyesi Şam bürokrasisine kaldı. Ne yazık ki o bürokrasi, hep Osmanlı içinde kaldığından büyük devletleri iyi tanımıyordu; Batı tarihinden habersizdi. Kudüs’ün istilasının Batı’da kurulan düzenin bir neticesi olduğunun farkında değil gibiydi. Yahudilerin tarihsel süreç içinde Batı düzeni içindeki yükselişlerini, Hıristiyan yapıyı nasıl bertaraf edip Batı’ya hükmedip hedeflerini Batı’ya kabul ettirecek güce ulaştıklarını bilmiyordu.

Bunun için o bürokrasi, daha çok Filistin sorununu İngiltere siyaseti içinde çözmeye çalıştı, İngilizlere Arapların Yahudilerden daha önemli bir müttefik olduklarını anlatmakla vaktini heder etti. Zira onların kendi lehlerine, Yahudilerin aleyhine ikna etmeye çalıştığı İngilizler, aslında ya Yahudi kökenliydiler ya da şiddetli Yahudi muhibbi idiler.  

Enerji sarf edildikçe batıran, emek verildikçe istilayı genişletip kökleştiren bu ilk mücadele safhasını İzzeddin el-Kassam bitirdi. Ardından İmam Hasan el-Benna Arap ve İslam âleminde bir Kudüs gündemi ve stratejisi oluşturmak için imkânları seferber etti. Ama bu kez hâlâ yarı İngiliz-Fransız sömürgesi konumunda olan genç Arap devletleri Filistin meselesine el koydular ve hâlâ kontrol altında oldukları için, savaştıkça Siyonistlere alan sağladılar.

İhvan-ı Müslimin; Cemal Abdünnasır gibi Batı vasallarının eliyle zapturapt altına alınmaya çalışılırken el-Fetih’in temellerini attı. Gaye, Filistin davasını Batı güdümündeki siyasal yapılardan kurtarıp Filistinliler içinde toplumsal bir zeminde teşkilatlandırmaktı. Ama Batılı güçler, Sosyalist yapıyı öne çıkararak İslâmi kesimle toplumsal zemin arasına sosyalist bariyeri koydular. Sosyalizm demek, kayıp demekti. Bu şeytani planla, 1967’de Mescid-i Aksâ ve çevresi dahi Siyonistlerce istila edildi.

Sosyalist yapı Filistin’de sürekli kayıplara yol açarken Filistin halkı İslâmî bir arayışa yöneldi ve Şeyh Ahmed Yasin’in önderliğinde 80’li yıllarda İntifada’sını gerçekleştirdi.

Şeyh Ahmed Yasin’in eseri olan HAMAS’ın hiç kuşkusuz en önemli özelliği bir stratejisinin olması ve o çerçevede Kudüs hedefine doğru yol almasıdır. Ondan öncekilerin hedefleri belirsiz, planları tutarsızdı. Onun açık hedefleri ve net planlı mücadelesiyle Filistin’in bir bölümü istiladan kurtuldu.

Ne var ki Kudüs, hâlâ istila altında ve HAMAS’ın öne çıkmasından sonra kısmen Filistin’de, genel olarak İslam dünyasında Kudüs ve Filistin gündemi, sadeci İslâmi kesime kaldı.

Hâlbuki anlaşıldığı kadarıyla Şeyh Ahmed Yasin’in yapmak istediği, Kudüs davasının İslamî kesimin öncülüğünde ama bütün toplum kesimleri tarafından sahiplenilmesidir. HAMAS, bu hususta daima titiz bir siyaset geliştirdi ve onun bu titizliği ile gerek Furkan Savaşı gerek geçen yılki Şeyh el-Cerrah Mahallesi odaklı Seyfü’l-Kudüs zaferi dünya gündemine oturdu. Filistin dışındaki Hıristiyan ve katı seküler Filistinliler dahi Siyonistlerin karşısında yer aldı.

Bu, takdir edilecek bir başarıdır. Lâkin Filistinliler, Kudüs davasının mağdurudurlar. O davanın bütün yükü onların omuzlarına yüklenemez.

Bugün İslam dünyasında, geniş tabanlı bir Filistin stratejisine ve aşamaları titizce belirlenmiş etkin bir Filistin davasına vesile olacak bir Kudüs gündemine ihtiyaç vardır.

Dindar, seküler, milliyetçi muhafazakâr, sosyalist… Toplumun bütün kesimlerine Filistin davasının önemi ulaşmalı ve o kesimler bu davanın içine çekilmelidir. Bununla beraber, İslam âleminin dışındaki güçler Kudüs davası konusunda bilinçlendirilmeli, öncelikle dünyanın ezilen halklarının ama genelde bütün halklarının dikkati Kudüs ve Filistin mücadelesine çekilmelidir.

Dünyadaki herhangi bir siyasal güç, Kudüs’ten yana tavır takındığında bunun ödülünü Müslümanlardan almalı, Kudüs’ten yana tavır takınmanın kârlı olacağı, bütün kesimlere kavratılmalıdır.

Bu yolda hiçbir katkı yok sayılmamalı ve her katkı daha büyük bir katkı için imkâna dönüştürülmelidir.

Kudüs davasının İslam dünyasında dünden bugüne soruna dönüşen yapıların suiistimalinden kurtarılması da ancak böyle geniş tabanlı bir zemine yönelmekle mümkündür. Kudüs gündemi, Kudüs stratejisine dolayısıyla Kudüs davasına doğru geniş tabanlı olarak yol aldığında o yapıların geri planda kaldıkları görülecektir.