Hicrî 3’teki Uhud Savaşı’nın ardından Mekke yönetimi İslam karşıtlığı üzerinden bir Hicaz gücüne dönüşme işaretleri veriyordu. Hicrî 4’teki Reci ve Bi’r Mauna, o işaretlerin Medine’ye acı olarak yansıyan vakalarıydı.

Hicrî 5’teki Hendek (Ahzab) Savaşı ise mevzuyu işaretler bazından somut bir oluşum safhasına taşımıştır. Daha önce Medine dışına çıkıp savaşan İslam kuvvetleri bu kez şehirde kalmış ve kendilerini kuşatan birleşik düşman kuvvetlerinden muhafaza için şehri bir hendekle sarmışlardı.

O vakada korku, Medine’de Uhud sonrasından bile daha çok hissedilmişti, matematiksel beşeri akılla bakıldığında İslam’ın imhası an meselesiydi. Oysa Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem, Hendek’te Ashabının önüne çıkan bir taşa vururken İran, Şam, Mısır fetihlerini müjdeliyordu.

Geleceği salt imkânlar, dolayısıyla matematiksel hesaplar üzerinden gören münafıklar onunla alay etmişlerdi. Ona kalplerinin derinlikleriyle iman eden Ashabı ise “Allahüekber” diyerek karşılık vermişlerdi. Bu veciz zikirle; en büyük Allah’tır, hiçbir güç, onun gücüyle boy ölçüşemez, demişlerdi.

Nihayetinde iman edenler haklı çıkmışlardı. Hendek Savaşı İslam’ın lehine nihayet bulmuştu ve o nihayetle;

-Medine’de güç dengelerini gözetleyen münafık yapısı çözülmüş; Yahudi meselesi son bulmuştur.

-Mekke yönetiminin Hicaz gücüne dönüşme emelleri ve bu yönde Hicaz’da oluşturduğu İslam karşıtı heves ağır bir darbe almıştır.

 -Hicaz’daki kabilelerin Mekke yönetimi yanlısı tutumlarında değişim işaretleri belirmiştir.

Bu neticelerle, Medine güvene kavuşmuş ve sıra Mekke’nin fethine gelmiştir ve Resûl-i Ekrem, o fethe doğru hikmetle yol almıştır. 

Hendek Savaşı’ndan sonraki yıl Hicri 6’da Resûl-i Ekrem Umre Seferi’ne çıktı. Gaye, Mekke’ye gidip Ka’be’yi ziyarette bulunmaktı. Yanında 1400-1500 civarında Ashab vardı. İhramlar giyilmiş, kervana kurbanlar katılmış, Umre niyeti izhar edilmişti.

Medine ile Mekke arasındaki mesafe, 450 kilometre civarıdır. Resûl-i Ekrem ve Ashabı, o yolun büyük kısmını kat edip son on yedi kilometreye geldiklerinde durmak zorunda kaldılar.

Bulundukları nokta Harem sınırıdır, dolayısıyla ihrama girme noktasıdır. Mekke, kokusu hissedilecek kadar yakındı. Ashab, şehre girişi engellendiğinde savaşı göze alabilecek kadar Mekke’ye girme konusunda istekliydi. Mekke ise buna engel olmakta kararlıydı.

Resûl-i Ekrem, elçiler gönderdiyse de sonuç alamadı. Hz. Osman radiyallahü anh bile elçi olarak ulaştığında tutsak edildi.

Bu gerginlik, nihayetinde Hudeybiye Antlaşması’nı getirdi. Hendek Savaşı’nda kuşatmayı bırakıp kaçan Mekke yönetimi yenilmiş sayılırdı. Buna rağmen Hudeybiye Antlaşması, zahire bakıldığında Müslümanlar için yenilmiş görünümü veren maddeler içeriyordu:

Mekkeli bir Müslüman olup Medine’ye sığınsa iade edilecekti. Medine’den biri mürtet olsa iade edilmeyecekti. Bu çok ağır bir maddeydi. O yıl Kâbe ziyareti yapılmayacaktı. Ki bu aslında Mekke yönetiminin Kâbe üzerindeki tahakkümünü kabul gibi bir anlam da taşıyabilirdi. Dahası Resûl-i Ekrem için “Allah’ın Resûlü” denmesine müsaade edilmemişti.

O güne kadar her zorluğa katlanıp her engeli aşarak o noktaya gelen Ashabın bunu kabulü mümkün değildi. Nitekim, Resûl-i Ekrem, tıraşınızı yapıp kurbanlarınızı kesin dediğinde Ashabda hiç olmayacak bir ağırlık görülmüştü. Ancak Mü’minlerin annesi Ümme Seleme’nin, “Ya Rasûlallah! Emrini yerine getirmek istiyor musun? O halde dışarı çık, kurbanlık develerini kes ve tıraşını ol. Ashaba bir şey söyleme!" şeklindeki görüş beyanı ve Resûl-i Ekrem’in kurbanlarını kesip tıraş olması üzerine Ashab tıraş olmuştu.

Mevzu, ciddi bir krize dönüşmüştü. Meseleyi krize dönüştüren diğer bir unsur da antlaşmadan önce Resûl-i Ekrem’in Rıdvan Bey’atı olarak tarihe geçen beyʿatla Mekkelilerle savaşma ahdi almasıdır.

O ahit, Müslümanlar ile Resûl-i Ekrem arasında yapılmışken nasıl olurdu da Resûl-i Ekrem, müşriklerin kendisiyle yaptığı bir anlaşmaya razı olur, savaş seçeneğini ertelerdi?

Tam da bu kriz sürecinde Fetih Sûresi nazil oldu. Yüce Allah, net bir ifadeyle “Allah sana, açık bir zaferle fetih nasip etti!” diye buyurdu.

Hakikaten Hudebiye’den sonra, İslam tebliği Hendek’te verilen müjdeyi doğrulayarak İran, Bizans ve Mısır’a ulaştı. Bir sonraki yıl Kaza Umresi yapıldı. Ardından Mekke’nin Halid b. Velid gibi gençleri İslam’ı seçip Medine’ye geçtiler.

Resûl-i Ekrem, Huzaa kabilesiyle anlaşarak güç bakımından Mekke’nin yakın çevresine ulaştı. İslam, Medine havzasını aşarak çevreye yayıldı ve bu süreç Hicrî 8. yılda Mekke’nin fethini getirdi. Resûl-i Ekrem günlerinde olmasa da Ondan sonraki dönemlerde İslam, doğuda henüz Hicret’in üzerinden çeyrek asır geçmemişken Afganistan’a kadar ulaştı. İkinci çeyrek asırda Batı’da Büyük Okyanus’a ulaşıp Endülüs’te keşif fetihleri yaptı. Üçüncü çeyrek asırda İstanbul’u kuşattı. Müjde Hudeybiye’den sonra verilmiş ve dünya tarihin en hızlı ve en değişime yol açan fetih dizilerinden biri gerçekleşmişti.
Acaba Hudebiye ile fetih arasında nasıl bir bağ vardı?

FETİH VAKANIN HANGİ NOKTASINDA?

Namaz, oruç gibi İslam’ın ibadetleri hiçbir yönüyle istişareye açık değildi. Ashab, asla Resûl-i Ekrem’e farklı bir namaz önermemiştir. Resûl-i Ekrem de asla bu hususları istişareye açmamıştır. Zira İslam’ın sabitleri olan ibadetler tamamen vahiy ile belirlenmiştir.

Dünyevi meselelerde ise durum çok farklıdır. Resûl-i Ekrem, neredeyse her hususu Ashabla istişareye açmış ve gerektiğinde onların görüşlerini dikkate almıştır.

Bedir’de İslam ordusunun konumlandığı yer, Ahzab Savaşı’nda Medine’nin hendekle çevrelenmesi gibi pek çok hayati meselede Ashab’ın görüşü esas alınmıştı.  

Hudeybiye’de Mekke yönetimi ile anlaşmaya varma meselesi de hiç kuşkusuz istişareye açık mevzular kapsamında yer alıyordu. Resûl-i Ekrem’in o güne kadarki tutumuna bakıldığında bu husus istişare edilmeliydi. Ashab, Resûl-i Ekrem’in o güne kadarki tutumuna bakarak kendisinde bir söz hakkı görüyordu ve meseleyi zahire göre değerlendirip Resûl-i Ekrem’in hemen Umrede bulunma seçeneğini zorlamasını daha tercih edilir buluyordu.

Onların neredeyse tamamının bu görüşüne rağmen Resûl-i Ekrem, farklı bir tutum içinde bulundu ve onlar da buna rağmen ona isyan etmediler. Aklen ikna olmadıkları hâlde, Ona olan imanları ile itaat ettiler.

Fetih işte tam burada gerçekleşti. Fetihlerin kapısı, tam bu noktada açıldı. Ashab, o an, Hicaz dışına açılacak fetihlerin fatihi olma makamına yükseldi. Çünkü ümmetleşme/milletleşme dediğimiz olgunlaşma o an gerçekleşti. Nasıl?

Fetihler önce fetihte bulunan toplumların kendisinde gerçekleşir. Toplum, fatih olacak konuma çıkmadan istilalar yapabilir ama fatih olamaz. Fatih olmak için, önce ümmet/millet olmak gerekir. Bu da ancak dar, basit, kültürel/örfi akli çözümlemeleri aşan, sürekli izah gereksinimi icap ettirmeyen bir güven ve itaat düzeyinin oluşmasıyla mümkündür.

Zira fetihler, çok yönlü ve karmaşık meselelerdir. Fetihte bulunmak hem fatihin başşehrinden uzun süre uzaklaşmayı göze alacak kadar kendisini cephe gerisinde güvende hissetmesini hem ordusunun sürekli bir izahat istemeyecek kadar kendisine güven duymasını gerektirir. Fatih, başkentinden güvende olmadığında uzun mesafeler kat edemez, dolayısıyla “cihan devleti” anlamında fetihlere yeltenemez. Aynı şekilde fatih, her adımını ordusuna izah etmek durumunda kalırsa sırların ifşası açısından sorun yaşar, zaman kaybı sorunuyla karşılaşır, ayrıca ordudaki her asker kendisi kadar bilge olamayacağından onlara fetih yaptıramaz, fetih yaptırsa onları uç tutumlardan uzak tutamaz. Dolayısıyla dar bir alanı aşan fetihler gerçekleştiremez.

Ashab, Hudebiye’de ikna olmadığı hâlde Resûl-i Ekrem’e itaat etti, ondan uzun bir akli izah da istemedi. Böylece, kabileler bağlamında o çok renkli topluluk, bütünleşmesini tamamlayarak artık tam bir ümmetleşme/milletleşme düzeyine yükseldiğini gösterdi. O yükselişle birlikte fethin de kapıları açıldı.

Meselenin daha iyi anlaşılması için Arap Yarımadası’nın iyi bilinmesi gerekiyor. Araplar, hiçbiri büyük devlet olacak kadar kalabalık olmayan kabileler hâlinde yaşıyorlardı. Kabile içi itaat tamamen, irsi yakınlıkla ilgili ve dolayısıyla kalbe dayalıydı. Kişi, akıl ve vicdanı dahi göz ardı ederek kabile şefine sadece kendi büyüğü olduğu için itaat ederdi.

Kabileler arası ilişkilerde ise her kabile şefi, salt kabile şefi olduğu için, kendisini diğer kabile şefleri ile eşit görürdü. Onlarla ilişkisini kabile çıkarları üzerine göre şekillenmiş akılla değerlendirir, kabile adına temsil ettiği o akılla uyuşmayan tutumlardan kaçınırdı ve o akıl, belli bir sahanın dışına açılmayı hep sorunlu bulurdu.

İzahın olduğu yerde itaat yoktur, akıllar arası ittifak vardır; itaat, genel olarak izahsız bir tabi olmadır. Bu tür tutumda izah; iman edilen metinlerde, toplumsal sözleşmelerde ve günümüz açısından anayasal kabullerde saklıdır. Kişi o izahla yetinir.  

Arabistan’da kabile içi ilişkilerde izahsız itaat esas iken kabileler arası ilişkilerde izaha dayalı akli ittifak esastı. Bu da bölgede, Batı’da imparatorluk denen “büyük devlet” düzeyinde siyasal bir yapı bir yana, küçük bölgesel devletlerin dahi oluşmasına izin vermiyordu.

Resûl-i Ekrem’in Vahiy rehberliğinde, Medine’deki altı yıllık eğitimi ve yaşanan vakaların dolaylı olarak verdiği derslerle, Ashab sözü edilen örfi/kültürel engeli aşmış, geniş coğrafyaları fethedecek ve büyük devletleri yönetecek “medeni” bir kemale ermişti. Hudebiye sonrası hâl, işte bunu beyan ediyordu. İzahsız itaate alışan Ashab, Fetih Sûresi’yle bir bakıma bu kemal müjdesini alıyordu. Fetih o kemale karşı bir tür dünyevi ilahi ödüldü.  

İslam toplumu, ne zaman o kemal noktasında olduysa ittihadını korudu ve yol aldı, ne zaman o noktadan uzaklaştıysa geriledi.

EMPERYALİSTLERİN OYUNU

Emperyalistler diğer toplumlar gibi Müslümanlar için de söz konusu kemal noktasının farkındadırlar.

Toplum, söz konusu olduğunda iki akılla karşı karşıyayız. Toplumsal ve siyasi bütünlüğe uygun işleyen medeni/üst akıl; bir de ona karşı tamamen grup ve birey çıkarlarına göre işleyen basit beşeri akıl ya da kültürel/örfi alt akıl.

Modern dünyada Müslümanlara yönelik operasyonun esaslarından biri İslam toplumlarında ümmetin bütününe hizmet edecek medeni/üst bir akla karşı, kavim, kabile, grup ve fertlerin çıkarına odaklı kültürel alt aklın üretilmesi, beslenmesi, desteklenmesi ve kışkırtılmasıdır.

Miladi 19. yüzyıldan bu yana Müslümanlar; sözde akılcılığa yönlendirilirken hakikatte, ufku açık, dayanışmada bereket gören Müslüman aklından uzaklaştırılmaya sürükleniyorlar. Cahiliye Devri kabile şefleri misali, kişiler kendileri veya tarafları için en “akıllı” tutuma yönelme adına; emperyalist güçlerle işbirliğine ve İslam dünyasına karşı düşmanca tutuma sevk ediliyorlar. Neticede kişiler akıllandıklarını düşündükçe ayrılmaya doğru gidiyorlar. Bu yönde basit beşeri menfaatlerle karşılaşmayı da akıllarının doğru yönde işlediğine delil sayıyorlar.

Bu, aklın emperyalist çıkarlar doğrultusunda, dolayısıyla medeni duruşa ters yönde işletilmesidir. 19. yüzyılda bu ters “akıllanma” yolu, kavim ve bölge ayrılıkları açısından işletildi. 20. yüzyılın sonuna doğru mezhepsel ayrılık için devreye kondu. Günümüzde ailenin içine kadar sirayet etti, kadın ile erkek, çocuk ile ebeveyn arasındaki ilişkilerde belirleyici olmaya başladı.

Buna alternatif olarak önümüze konan ise büyük modern buluşmadır. Daha doğrusu bizi farklı kılan bütün değerlerimizden uzaklaşıp çağın dünyasına yön verenlerin elinde bir köleye, bir oyuncağa dönüşmektir.

İhyamız, vahiyden uzaklaşan, basit beşeri/kültürel/örfi akıldan uzaklaşmak isterken modern tuzağa düşmemek; Medine’de yakalanan saadet ve fetih olgunluğuna yeniden ulaşmaktır. Bu da vahiy kılavuzluğunda, akıl-kalb buluşması ve o buluşmanın vesile olduğu vicdan ile feraset dengesini yeniden yakalamamıza bağlıdır.

İslam dünyası bu yönde işaretler verdikçe İslam karşıtları panikleyip üzerimize geliyorlar.