20. yüzyılda yüzlerce yılın savaş yorgunu İslâmî kesime yönelik en ağır algı, söz konusu kesimin “mürteci/gerici” olduğu yönünde oluşturuldu. Buna karşı “yerel” İslam karşıtları, “ilerici” olarak öne sürüldü.

İslâmî kesime yönelik algı öylesine ustalıkla işlendi ki İslâmî kesimin hâne halkları dahi buna inandı ve hatta bu algıya kendi hânelerinden misaller getirerek katkı verdiler. Müftü, kadı, dersiam çocukları, İslam karşıtlarının safına katıldı, onlarla hareket ettiler.

1924’ten sonra bile değil, esasında en geç daha 1908’de İslâmî kesimin yobazlığı, mürteciliği manşetlere taşındı, insanlar bu yaftayla yargılanmaya başlandı. 1924’ten sonra ise minimum dindarlıklar dahi gericilik kapsamına alındı, tabiri caizse “Allah!” diyen “mürteci” diye mahkemelere sürüldü, meczupluk damgası yedi, ülkenin ilerlemesine karşı çıkan vatan haini güçlerin bir mensubu sayıldı, devletin bütün getirilerinden mahrum bırakıldı, akıl almaz cezalara çarpıtıldı.

Buna karşı seküler/laik/çağdaş kişiler, “ilerici” olarak etiketlendi, ülkenin başta teknik olmak üzere ilerlemesi için çalışan, mücadele eden, vatansever yapının onurlu bir mensubu kabul edildi, devletin bütün kapıları kendilerine açıldı, devletin bütün getirileri ayakları altına serildi..

Bu, dünya tarihinin hiç kuşkusuz en katı, en sınırsız ayrılıkçı muamelelerinden biridir. İş başındakiler, toplumun müşterek kurumu devleti, müştereklik hukukunu ayaklar altına alarak ideolojik yapılaşma içinde yönettiler. Kendi zihniyetlerinden olanları kayırırken kendileri gibi düşünüp yaşamayanları her tür haktan mahrum bırakmakla kalmadılar, aynı zamanda eziyete tabi tuttular. Bu, ötekileştirici yaklaşımla dünün eyyamcıları, meyhane köşeleri dostları bir anda güç ve kâr ortağı noktasına çıktı. Vatanın korunması ve devletin kurulmasında kanlarını dökenler, gücün ayakları altında çiğnenip ziyana uğratıldı.  

Adaletin kapısı kapandı, zulmün kapıları sonuna kadar açıldı, mazlumlar sadece fiziki zulüm görmediler, aynı zamanda mürteci/gerici/vatan haini yaftalarıyla itibarsızlaştırılıp manen de ezildi.

Ülkenin kurtuluşunda işlev gören cami, medrese gibi kurumlar kapatıldı, ülkenin parası, orkestra, bale salonları gibi toplumu aylaklaştıracak yapılarda çarçur edildi. Sarhoşluk, devlet erkanı ile oturup kalkmak için adeta bir koşul hâline geldi; haneleri bir dizi yetimin çığlığıyla inleyen çaresizlerden alınan baş vergileriyle şarap fabrikaları açıldı.

Bugüne kadar, söz konusu modernleşme süreci, pek çok yönüyle anlatılmış ama maatteessüf o dönemde ilerici geçinenlerin ilericiliğinin niteliği yeteri kadar sorgulanmamıştır.

Bu yazımızda söz konusu yapının ilericiliğinin niteliği, gerçekliği sorgulanacaktır.

AKIMLAR VE ÖNERİLER

20. yüzyılın başında Osmanlı’da görünürde İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık ve Türkçülük olmak üzere dört akım vardır. Hakikatte İslamcılık ve Batıcılık olmak üzere iki akım vardır. Zira Osmanlıcılık, İslamcılıkla kaynaşmış iken Türkçülük de esasen Batıcılığın kesinkes bir şubesiydi, onun versiyonlarından biri olmaktan öte, resepsiyon kapılarından biriydi, kabul salonlarındandı.

İslamcılara, özellikle 1924 sürecinden sonra doğrudan “mürteci/gerici” dendi. İslamcılar, ülkenin kalkınmasına karşı duran vatan hainleri olarak yaftalandı. Onların talepleri, “irtica/gericilik/yobazlık” diye suçsal (kriminal) bir duruş olarak etiketlendi.

İslamcılar, Kurtuluş Savaşı ve öncesinde vatanın savunmasında ve yeni devletin kurulmasında rolleri ne olursa olsun, mürteci sınıfında görüldü. Buna karşı Batıcılar, aynı süreçte rolleri ne olursa olsun ilerici, ülkenin kalkınmasından yana, vatansever kabul edildi.

Örneğin, 20. yüzyılın ilk çeyreği boyunca neredeyse aralıksız devam eden savaşların zaferle sonuçlanması için ter döken Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı yazmasına rağmen kendisini ta Mısır’da buldu. Ona karşı 1915’te ölen ve öldüğü güne kadar fildişi kulesinden küfürler savuran Tevfik Fikret’in adeta ölüsü kutsandı ve Tevfik Fikret, yeni şuurun bir tür önderi gibi kabul edilip okutuldu.

Bu resmi gördükten sonra şu soruyu sormak gerekti: İslamcılar ne öneriyorlardı ki gerici oldular, Batıcılar ne isteyip nasıl yaşıyorlardı ki ilerici diye kabul gördüler?

Özellikle son dönemde 20. yüzyılın başındaki fikri, siyasi ve edebi akımlarla yapılan çok kıymetli çalışmaların ışığında tabloya baktığımızda şunu görüyoruz:

20. yüzyılın başında oldukça derin ve kapsamlı bir fikrî yapıya sahip olan İslamcılar, memleketin sosyal dokusunu tahrip etmeden, halkın değerlerinden de kalkınma yönünde istifade ederek ülkenin bir tür kalkınma seferberliğine tabi tutulmasını istemişlerdir. Onlar, kalkınmış bir Osmanlı; sonrasında da kalkınmış bir Türkiye öneriyorlardı. Bu öneri, bir ütopya da değildi. Zira Sultan Abdülhamid böyle bir kalkınma hamlesi başlatmış ve otuz üç yılda, ilerici denen Batıcı taifenin dış güçlerle işbirliği içinde bütün entrikalarına rağmen Osmanlının dört bir yanını imar etmişti.

İslamcılar, bu imar faaliyetlerinin adil bir düzen içinde devam ettirilebileceğine inanıyorlardı. Onların içeriden Sultan Abdülhamid Devri’nin yanında bir de dışarıdan Japonya örneği vardı. Japonya, sosyal dokusunu bozmadan ve değerleriyle oynanmaya izin vermeden dünyanın bakışlarını üzerine çeken bir kalkınma hamlesi gerçekleştiriyordu. Japonya’nın imkânları Osmanlı/Türkiye’nin imkânlarından daha çok değildi. Onun gerçekleştirdiği bir kalkınma türü burada neden gerçekleşmesin?

Özetle İslamcılar, kalkınmacı ve o günkü ifadelerle fenciydiler.

Batıcılar ise kalkınma hamleleriyle yeteri kadar ilgili değildiler. Ülkenin sosyal dokusunu bozacak, değerlerini alt üst edecek bir sosyal dönüşüm talep ediyorlardı. Fabrikayla, atölyeyle, yolla, teknikle, fenle pek de ilgilenmiyorlardı. Ona karşı erkeklerin bıyıklarını Batılılar gibi kesmeleri ve şapka giymeleri, kadınların başlarını açmaları ve Batılı kadınlar gibi enstrüman kullanıp dans etmeleri onların mutluluk sebepleri arasındaydı. Buna karşı çıkanları, bastırmak bir yana “gereğinde” asmak, vatana hizmetin bir gereğiydi. Zira onlara göre halk bu değişimi yaşamadan ülke kalkınamazdı. Bıyıklar kesilmeden, fabrikalar açılamaz, başörtüleri çıkarılmadan teknoloji inşa edilemezdi! Örnekleri var mıydı? Hayır! Fikren derinliksiz bir gruptu ve gücünü Batı’dan alıyordu.

Batı’da eğlence iki işlev için kullanılmıştır: Aylak üst sınıfın zevk talebine karşılık vermek ve tatminsiz orta ve alt sınıfı yatıştırıp uyuşturmak.

Eğlencenin nefsi coşturma ve bedeni sakinleştirip uyuşturma gibi iki zıt etkisinin olduğu ve bu iki etkisinin çatışmasının tabii olarak zekayı olumsuz etkilediği malumdur. Oysa “yerel/ulusal” Batıcılar, bale gibi uç eğlencelerin zekayı parlatacağına inanmışlar ya da inandırılmışlardır. Batı tarzı bir bale salonuna, bir konservatuvara harcanan para ile kim bilir kaç teknik okul açılabilirdi? Oysa 1950’ye kadar, şapka atölyeleri ve şarap fabrikaları gibi yine sosyal yaşamla ilişkili olanlar hariç neredeyse teknikten yana hiçbir yatırım yapılmamıştır.

ANADOLU’DAN GERİCİLİK DONELERİ TOPLAMAK

Cumhuriyet’in ilk yıllarında edebiyat dahi matbuatın tamamı dindar olanın gerici olduğu algısını oluşturmak için seferber edildi.

Dönemin gazete ve dergileri, tiyatro sahneleri bir yana edebî eserleri de İstanbul ve Anadolu’dan dindarlıkla gericiliği ilişkilendirecek doneler toplamak için kullanıldı. Söz konusu eserlerin sahipleri Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed Naim gibi asilzade şahsiyetlerin Mehmet Akif gibi büyük bir şairin ülkenin kalkınmasına karşı olmayacağını bilmiyorlar mıydı? Onların yazı, ilmî eser ve şiirlerini okumamışlar mıydı?

Sorun, burada sözde ilerici sınıfın bilinçli bir gericilik içinde hareket etmesidir. İlericilik adına gericiliği tercih edip benimsemekle kalmayarak onun için zulmetmesi, iftira atması, karalaması ve nihayetinde ülkenin önünü açacak bütün şahsiyetleri bertaraf edecek bir eylem dizisi içinde olmasıdır. Başka bir ifadeyle burada sadece yanılma, görmeme söz konusu değildir, yakma ve gözleri kör etmek gibi bir kriminal durum da söz konusudur.

BATI’NIN TARAFI

Peki söz konusu iki akım karşısında Batı’nın tarafı neydi? Batı, hiç kuşkusuz Batıcılardan yanaydı. Onları aydınlığın cephesi olarak görüyor, eğitiyor ve kolluyordu. Neden? Yoksa Batı vicdana gelmiş de kalkınma yoluna girip zenginleşecek bir Türkiye mi istiyordu?

Öte yandan madem, İslamcılar gericiydiler ve ülkenin başına geçerlerse ülkeyi geri bırakacaklardı. Öyleyse ülkenin düşmanı Batı’nın ülkenin geri kalıp istilaya uğraması için onları destekleyip kollaması gerekmiyor muydu? Batı’nın en azından ülke yöneticilerini vicdana çağırıp idamlar konusunda daha tutumlu olmaya çağırması icap etmiyor muydu?

Batı’nın tavrı ile 1950’ye kadar yaşananlar, birlikte değerlendirildiğinde Batıcıların ilericilik adına İstanbul ve Anadolu’daki uygulamalarının ülkenin kalkınması önünde bir bariyere dönüştüğü bugün açıkça anlaşılmaktadır. Ülkenin enerjisi, kalkınmaya harcanacağına, halkla devlet arasında anlamsız bir cedelleşmeye yol açacak sosyal proje ve uygulamalar harcanmıştır.

Hakikatte, ilericilik başlığı altında gerçekleştirilen sosyal, siyasi ve askeri faaliyetler, savaş yorgunu Batı’nın, Türkiye’nin önüne koyduğu bir tampondu. Batı, Türkiye’nin içeride enerjisini tüketip sosyal meselelerle oyalanarak kalkınma hamlelerinde geç bırakmak ve hatta telafi edemeyeceği bir zaman kaybına mahkûm etmek istiyordu.

Devrin Batıcıları ya bunu anlamayacakları kadar dünya siyasetine uzaktılar ya da kendilerinin o makamlarda tutulmaları için ülkenin İslâmî yapısına karşı mücadeleyi bir tür ihale olarak almışlardı. Göründüğü kadarıyla onlardan bir bölümü, dünya siyasetini anlayamayacak durumdaydı, diğer bölümü ise makam uğruna ülkesi ve halkı aleyhine Batı’nın kuruluşlarıyla işbirliği içindeydi.

SAĞ HÜKÜMETLER VE KALKINMA

Sağ hükümetler, Adnan Menderes’ten itibaren ne ölçüde zayıf olurlarsa olsunlar, kalkınmayı hedeflemişler ve ülke için bir kalkınma profili oluşturmuşlardır. Mehmed Zahid Kotku Hazretleri, İstanbul Teknik Üniversitesinin öğrencilerine hitap etmeyi başararak vaaz kürsüsünde “Neden bir topluiğne dahi üretemiyoruz?” sorusunu sorarak daha uç bir kalkınma fikriyat ve emeli oluşturmuş; Milli Selamet Partisi bakanları o fikriyat ve emelle hamleler gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bu hedef ve hamleler karşısında sağ hükümetler düzenli bir şekilde ilerici Batıcı darbe ve muhtıralarla yüz yüze kaldılar. Bu engellemeler karşısında, sağ hükümetlerin kalkınma projeleri tamamen dumura uğrasaydı Türkiye, BAAS’ın Suriye’si, Habib Burgiba’nın Tunus’u düzeyinde kalırdı. Zira, buradaki Batıcılıkla BAAS’ın ve Burgiba’nın Batıcılığının niteliği farksızdı.

BUGÜN KALKINMA ve AKIMLAR

Dünün dünde kaldığı teziyle 20. yüzyılda yaşananların unutulması önerilebilir. Ama bugün ilerici Batıcılar hâlâ, 20. yüzyılın başını bir tür “kurtuluş çağı” olarak görüyorlar, söylem ve eylemlerini oraya dayandırıyorlar. O söylem ve eylemlerle toplum desteğini kazanmaya çalışıyorlar. Algı üretme konusunda oldukça mahirler; dün gerici/Eski Yunancı Batıcılığı ilericilik, İslâmî terakki ve ilerleme çabalarını ise gericilik diye algılatabildikleri gibi bugün de ülkenin kalkınmasından yana olan kesimleri doğa düşmanı, çevreyi koruma konusunda şuursuz kitleler olarak tanıtabiliyorlar. Toplumun bir kesimi de bu algıya kapılabiliyor.

Dün, İslâmî kalkınma önerilerinin karşısına sosyal Batılılaşma ile çıkanlar, bugün kalkınma hamlelerinin karşısına Yeşilci/Liberal Solcu Batıcılıkla çıkabiliyorlar. O halde meselenin doğru anlaşılması ve dün yaşananların yarın yeniden yaşanmaması için bu tutumlar arasındaki ilişkinin topluma izah edilmesi elzemdir.