Tesettür, İslam’ın bir coğrafyadaki varlığının simgesidir. Simgeleri taşımak ağır bir sorumluluk olsa da İslam kadını bu sorumluluğu taşıyacak kadar güçlüdür.

Müslüman kadın, salt İlâhi emri yerine getirmek için tesettüre bürünse de ve tesettürün simge yanının onun algılarında yeri yok ise de İslam düşmanları özellikle modern dünyada tesettürün varlığını, İslam’ın varlığı ile özdeşleştirmişlerdir. Zira modern zamanda bütün dünya kadınları siyahı, beyazı ve melezi ile kendisine ait giysiden soyutlanıp modern Batı’nın üniforması; modasal soyunmaya yönelmelerine rağmen İslam kadını, baskılara boyun eğmemiş, tesettüre bürünmeyi sürdürmüştür.  

Tesettüre bürünmüş Müslüman kadın, İslam düşmanlarının tesettüre yüklediği anlamla, adeta başında bir İslam sancağı taşımaktadır. Sancağın özgürce taşınabildiği coğrafyalarda henüz büyük yenilgi yaşanmamıştır. İslam karşıtları, konuya böyle baktıklarından tesettüre tahammül etmiyorlar, tesettürsüz bir dünyayı İslam’ın olmadığı bir dünya olarak tahayyül ediyorlar ve öyle bir dünyayı ikame etmek için tesettüre karşı hiç dinmeyen bir mücadele/savaş veriyorlar.

Endülüs ise İslamsızlaşmanın tarihsel simgesidir. Orada İslam medeniyeti mühim bir noktaya ulaşmışken karşı bir savaşla İslam’ın kökleri kazındı. Bu menfi hâlle Endülüsleşme, İslamsızlaşma ile adeta özdeşleşti.

Analizimizde bu bağlamda Anadolu’yu İslamsızlaştırma çabalarını değerlendireceğiz.

İSLAM’IN MUHKEM BİR KALESİ OLARAK ANADOLU

İslam, ilk fetihler sürecinde Antakya-Antep-Urfa-Diyarbakır-Siirt-Hakkâri hattının kuzeyine çıkma noktasında Rum dış gücü ve yerleşik Ermeni direnişiyle karşılaştı.

İslam orduları; Emevî günlerinde karadan Ankara çevresine; denizden defalarca İstanbul çevresine ulaştılarsa da hâkimiyet kurma anlamında söz konusu hattı aşamadılar. Abbâsî günlerinde ise nihayetinde Çukurova’nın kuzey çıkışındaki Tarsus şehri; avâsım şehri, yani sınır şehri olarak belirdi.

İslam orduları, Torosları aşıp daha kuzeye çıkamadılar. Diyarbakır yöresi hiçbir zaman istila yaşamadıysa da Malatya, Harput gibi şehirlerde İslam’ın istikrarı sağlanamadı. Müslümanlar, fetihten vazgeçmediler. Buna karşı Bizans da direnişi bırakmadı. Bu koşullar altında Battal Gazi destanları tarihe geçti ama bu kör düğüm de çözülemedi. Bu hâl, 1071 Malazgirt Zaferi’ne kadar devam etti.

Malazgirt Zaferi’yle İslam, İstanbul’un yanı başına kadar ulaştı ve Anadolu, İslam için ilk anda muhkem bir avâsım kalesine dönüştü. Nitekim, Haçlılar İslam dünyasını istila etmek için yollara döküldüklerinde bu avâsım kalesine takıldılar ya imha oldular ya da çarpışan kılıçların hunisinde öylesine bir süzüldüler ki İslam’ın mukaddes şehirlerine yaklaştıklarında güçten düştüler.

Osmanlı günleri ile birlikte ise Anadolu, İslam’ı Balkanlar’a, Kırım’a, Romanya’ya, Macar Ovası’na taşıyan sağlam bir arka karargâh işlevi gördü. Bu karargâhtaki planlamanın nihai hedefi, kaybedilen Endülüs’e ulaşmak için Viyana kapısını açmaktı. Ne yazık ki bu mümkün olmadı.

Viyana önlerindeki duruşla birlikte rüzgâr tersine döndü; Batı, Balkanlar, Kırım ve Kafkasya üzerinden Anadolu’dan intikama yöneldi.

I.Dünya Savaşı günlerine gelindiğinde Kırım ve Romanya tarafları çoktan kaybedilmiş, Balkanlar da artık başkasının hâkimiyetindeydi.

Anadolu, tarihsel rolünün hakkını vererek I. Dünya Savaşı istilacılarına karşı direndiği gibi, vekâlet savaşıyla istila vazifesinin tevdi edildiği Yunan’ı da Ege Denizi’ni aştığına pişman etti. Bu, hiç kuşkusuz tarihin büyük zaferlerinden biriydi. Anadolu, sadece Endülüsleşmekten değil, Balkanlaşmaktan da kurtulmuştu.

Lâkin Anadolu’ya karşı kinleri dinmeyenler pes etmediler ve Anadolu’yu kıskaca almaya devam ettiler.

ANADOLU’DA KÜLTÜREL İSTİLA

I.Dünya Savaşı’nda fiziğini vermeyen Anadolu’nun, savaş sonrasında ruhunu öldürmeye çalıştılar. Anadolu’nun değerlerini imha edecek kültürel bir istila hareketi başlattılar.

O dönemde iki simge olarak cami ve sarığı seçtiler. Camileri kapattılar, sarığı yasakladılar; sonra bütün olanakları ile tesettüre karşı savaşa geçtiler.

İslam dünyasında istilalar, çok dikkat çekici bir husus olarak sonunda hep Müslüman kadına takılmıştır. Anadolu’daki kültürel istila da nihayetinde Müslüman kadının direnişine takıldı. Sarığın nadirleştiği Anadolu’da tesettür nadirleşmedi, var oldu ve kendisine karşı verilen mücadeleyi usandırmayı başardı.

Ancak Anadolu, I. Dünya Savaşı’nın ardından bambaşka bir sorunla da yüz yüze bırakılmıştır. Lozan’daki açık metinler veya başka ahitler üzerinden Balkanlar’daki Müslümanlar, Anadolu’ya sürüldü. Anadolu her zaman olduğu gibi bağrını açtı. Lâkin işin içinde bambaşka bir tuzak vardı. Bu sürgünle, hem Balkanlar Müslümansızlaştırılmaya çalışıldı, hem de buraya gelen ve artık Rumeliler denen Müslümanların mağduriyeti suiistimal edildi.

Rumeli Müslümanları, bütün sosyal yapılarıyla Anadolu’ya aktırılmışlardı. Aralarında kadızâde, mütftüzâde gibi geçmişte Rumeli Müslümanlarına önderlik eden akıncı torunları vardı. İslam’ın değerleri için kendisini feda eden ve geldikleri Anadolu’da da aynı noktada duran bu nitelikli insanlar, yüzyıllardır yerleşik oldukları yurtlarından kopuk bir şekilde “muhacir” olarak hükümetin kapılarında bekletildi. Yoksulluğa sürüklendi ama değerlerinden ödün vermediler.

Rumeli Müslümanlarını dönüştürmeyi uluslararası bir proje gibi üstlenen yapı, bu kez onların ikinci kuşağına göz dikti. Daha önce “İzmir’i Anlamak ya da İzmir’e Hakaret Etmek (https://dogruhaber.com.tr/yazar/dr-abdulkadir-turan/14446-izmiri-anlamak-ya-da-izmire-hakaret-etmek/ )” başlıklı analizimde ifade ettiğim üzere nitelikli ailelerin, ünlü kadı, müftü ve âlimlerin kız ve erkek evlatları “okutma” adı altında yurtlara alındı. Ulusal sol düşünce içinde dönüştürüldü. İslam’ın bu öz evlatlarından Trakya ve Ege’de başta olmak şair, yazar, şarkıcı, gazeteci adı altında uç seküler kadrolar üretildi. Bu kadrolar, sadece söz konusu bölgeleri değil, bütün Türkiye’yi -artık çağın gerisinde kalmış, tarihsel bir vaka olarak geçilmesi gereken- modern Batıcılığa mahkûm etmek için işletildi, işletilmeye devam ediliyor.

Bugün özellikle kimi Ege şehirlerinde tanıklık ettiğimiz tesettür düşmanlığının altında, ulusal sol çerçevesinde yapılan bu üretim ve dönüştürmenin büyük payı vardır. Son günlerde büyük tepkilere konu olan ama yıllar yılıdır yapılagelen söz konusu törenleri düzenleyen zihniyet hep o dönüştürmeye konu olanlarca yaşatılmaya çalışılıyor.

Ne yazık ki İslam’ın akıncılığını yaptıkları için Balkanlardan sürülen nadide ailelerin evlatları, Anadolu’yu Endülüsleştirme için kullanılmaya çalışılıyor. Bunu gören nice Rumelili şahsiyet vardır. Umut edilir ki tesettür düşmanlığı altında Anadolu’yu emperyal güçlere açmaya çalışanların tuzağı bütün kesimlerce anlaşılır.

ENDÜLÜSLEŞTİRME VE SOLA KARŞI DUYARSIZLIK!

İslam dünyasını Endülüsleştirme çalışmalarında ırkçılık ve Sol, Batı’nın Truva atlarıdır, öncü kuvvetleridir.

İslam dünyası 20. yüzyılda ırkçılık belasını pek çok noktada aştı, bugün ırkçılık İslam dünyasında “Müflis tüccar, eski defterleri karıştırır!” misali yeniden canlandırılmaya çalışılıyor.

İslam dünyası, aynı yüzyılda Sol Truva atını da “komünizm” etiketiyle ötekileştirip aştı gibi. Lâkin ırkçılığı uyandıran aynı güç, Müslümanların henüz iradelerinin beklenen uyanışa konu olmamasının da verdiği fırsatla Solu dönüştürüp liberal Sol yapısıyla, tekrar emperyal bir öncü güç olarak sahaya sürüyor.

Ne yazık Solun emperyal bir öncü güç olarak sahaya sürülmesinin üzerinden en az on yıl geçmiş olmasına rağmen yanlış bir özgüvenle Sola karşı yeni bir duyarlılık oluşturma noktasında isteksizlik söz konusu.

İslam dünyasında dönüşmeye konu olan Solun yeni rolü ne aydınlar ne ulema ne siyasi partiler ve sosyal çevrelerce ciddiye alınıyor. Biz Endülüsleştirmenin yeni bir safhasıyla yüz yüzeyiz ancak bu, Endülüs’ün istila öncesinde maruz kaldığı bir vurdumduymazlıkla yok sayılıyor.

İslam’a karşı bütün etkinliklerde eski ve yeni Sol, en ön planda olduğu hâlde, bu etkinlikler hep birkaç sapkın kişinin faaliyeti gibi görülüp küçümseniyor, etkinliklerin faili resmen kayrılıp saklanıyor. Yaşananlar, birkaç kişinin tesettür hazımsızlığı olarak manşetleştirilip geçiştiriliyor.

Ulusal bir İslamofobi ile karşı karşıyayız. Bu üretimde rol alan isimler titizlikle değerlendirildiğinde bir kısmının geçmişte aynı yapı içinde faaliyet gösterdikleri ama onlarla aynı yapı içinde yer almayanların da onlarla dayanıştıkları kolaylıkla görülür. Dolayısıyla karşımızda sapkın birkaç kişinin tesettür hazımsızlığı yok, Endülüsleştirmenin yeni bir safhası var ve bu safhanın yeni örgütsel güçleri var.

Burada öncekinden daha büyük sorun, 1980 öncesi Solunun, sermayenin olanaklarından yoksun olması ve uç kesimlerinin devletin takibi altında olmasıydı.

Günümüzde dönüştürülmüş Sol, liberal dönüşümle, sermayenin bütün olanaklarına kavuştu. Geçmişte bir dergiyi üç mevsim yaşatamayan Sol isimler, bugün en popüler televizyon kanallarının başında bulunuyorlar, o kanalların bütün gücünü Anadolu’yu İslamsızlaştırma için seferber edebiliyorlar.

Dönüştürülmüş Solun nitelikleri elbette başka bir yazının konusudur. Ama Sol, geçmişte “Kahrolsun emperyalizm!” derken ABD ve müttefiklerini kast ediyordu. Hâlbuki dönüştürülmüş Sol, emperyal güç olarak her nasılsa İslam’ı görüyor. İslam’ın Anadolu’ya gelişini “Arap/Türk/İslam istilası” olarak tanımlıyor. Hızını alamayıp İstanbul’un fethi için “Zulüm 1453’te başladı!” diye açıkça slogan atabiliyor. Ya da Solun ekranlara çıkardığı sözde liberal tarihçiler Fatih Sultan Mehmet için “Roma’nın son imparatoru!” diyebiliyor ve şuurdan yoksun olanlar, bunu iftiharla dillendirebiliyorlar.  

Kadim Sol, bütün dinleri düşman biliyordu. Dönüştürülmüş Sol, kendisini finanse eden yapıların talepleri doğrultusunda sadece İslam’ı düşman biliyor. Diğer dinlerin kalıntılarını kültürel bir zenginlik olarak görüyor ve o kalıntıları yaşatmak için mücadele ediyor. Dolayısıyla “Neden Hıristiyanların örtüsüne bir şey demiyorsunuz?” sözleri de dönüştürülmüş Sol için anlamsız kalıyor.

Tesettür, emperyalizme karşı İslam’ın sancağıdır. Tesettüre karşı her güç emperyalizmin hizmetindedir. Ama bu kadar da değil. Emperyalizmin hizmetinde olduğunu ilan etmek isteyen her güç, tesettüre karşı savaş ilan ediyor. Burada tesettüre karşı tutumlarda bulunan her yapı, kulağını Anadolu’dan gelecek tepkiye değil, Batı’nın kurumlarından gelecek takdirlere, ödüllendirmelere açıyor. Oralardan aferinler almayı umuyor ve aldıkça iktidara yaklaştığını düşünüp tesettür düşmanlığını daha bir fütursuzca yapıyor.

Son olarak yakın bir dönemde Solun özellikle sosyal demokrat kesimleri Türk Solu ve Kürt Solu diye ikiye bölünmüşlerdi. Bu bölünmüşlük, Türkiye’de İslâmî çevrelere iyi bir soluk aldırdı ama bu soluk, yeteri kadar değerlendirilmedi. Şimdi o Sol, bütünleştiriliyor ve Anadolu, hem doğudan hem batıdan kuşatılıyor.

Manzara ne yazık ki bu… Ama güne odaklanıp geleceğe bakmayanlar, vaziyeti anlamak istememekte, anlayanları dinlememekte direniyorlar!