İslam dünyasında, modernleşme ile gelen hep ulusal “modern Mekke devri” konuşuldu. Oysa İslam dünyası, bugün aynı zamanda adeta bir küresel “modern Mekke devri” yaşıyor.

İslam, peş peşe yaşanan Haçlı ve Moğol günleri de dâhil, tarihinde ilk kez bu kadar ağır bir kuşatılmışlık içinde.

Bu koşullar içinde iktidar olmak isteyen Müslümanlar, henüz iktidar yolunda iken ılımlılık veya tedhiş ile ifade edilecek uçlara zorlanıyor, yıpratılıyor. Farklı yollarla iktidar olan Müslümanlar ise “zoraki zalimlik” ile ifade edilebilecek koşullar içinde tutuluyor.

Öte yandan dünya tarihinde ilk kez bir uygarlık, bütün dünyaya farklı fraksiyonlarıyla da olsa hükmedecek güce ulaştı. Batı uygarlığı olarak bizzat o uygarlık, İslam dünyasında zoraki zalimliği bizzat üretip besliyor.

Buna rağmen İslam dünyasında en katıksız adalet beklentisi,  bir şekilde cesaret bulup kendilerini İslam’la ilişkilendiren iktidarlara ilişkin oluşturuluyor.

İslam’ı düşman bilen bir uygarlığın bütün dünyaya hükmettiği bir çağda, adalet beklentisinin yine Müslümanlara bakması, ilk anda insana farklı bir duygu yaşatıyor. Hâlbuki işin içinde bambaşka bir oyun var:

Adalet konusunda henüz iktidar yolunda iken yıpratılan, kanatları kırılan Müslüman yönetimlerin yıpranma ve kuşatılmışlıktan dolayı yapamadıklarından yola çıkılarak, önce Müslümanların beklendiği gibi adil olmadıkları, sonra aslında dinî bir yönetim içinde adaletin olamayacağı, hiçbir dine dayanmayan adaletin en katıksız adalet olacağı yargıları devşirilip sahaya sürülüyor.

Dilin verdiği imkânlar içinde izah etmeye çalıştığım bu oyun, İslam dünyasına yönelik, modern zamanların en çirkin ve en ağır oyunlarından biridir.

Oyunun mahiyetini bir iki ön ve son eklemeyle tekrarlayacak olursak;

Önce, İslam’dan bağımsız bir adalet algısı oluşturuluyor.

Sonra kendilerini İslam’la ilişkilendiren yönetimlerin o algıya karşılık verecek bir adalet sergilemeleri engelleniyor.

Bundan yola çıkılarak Müslümanların zulme alıştıkları yargısı çıkarılıyor.

Nihayetinde aslında kendisini dinle ilişkilendiren yönetimlerin adil olamayacakları, kapsamlı, asıl ve hedeflenen yargısına varılıyor.

Lütfen düşünüp kendimize soralım: En zalim olan, adaleti engelleyen değil midir? Adaleti engelleyen belli olduğuna göre, öyleyse mevcut dünyanın zalimi kimdir?

Bu kapsamda analizimizde din ve adalet arasındaki ilişkiyi ve laik adalet arayışını değerlendireceğiz.

İSLAM VE ADALET

Aliya İzzetbegoviç’in, Allah rahmet eylesin, “Doğu İle Batı Arasında İslam” adlı eserinde özce ifade ettiği üzere adalet kapsamındaki hususları insanlık dinle öğrenmiştir. Henüz yeryüzünde ideolojiler mevcut değilken insanlar, adaleti dinle öğrenmişler ve hep dinin kendilerine öğrettikleri üzerinden talep etmişlerdir.

İslam’a gelince, maslahatı esasa tercih etme konusunda kimi zaman eleştirilere maruz kalan Maverdî bile halife olmak için gerekli ilk koşul olarak “adil olmayı” anmıştır.

Maverdî’nin meşhur “Ahkam’s-Sultaniyye” adlı eseri, besmeleden hemen sonra salavattan bile önce, “Muhakkak ki Allah… insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa 58) ayet-i kerimesiyle başlar.

Maverdî, bir kişinin halife olması için ifade ettiği yedi şartın ilki olarak adaleti ifade eder ama sadece halife olmak için değil, halifeyi belirleyecek seçiciler kurulunda yer almak için de ilk koşul olarak adaleti beyan eder.

Maverdî’nin ifade ettiği “adil olma” şartı, bütün İslam mezheplerince ittifak hâlinde kabul görür.

İslam, adaletle özdeşleşmiş ve İslam adaleti, devlet kurumları bazında, adeta Hz. Ömer’le müşahhas olmuştur.

Kur’an-ı Kerim, adalet üzerinde sıkıca durmuştur. İlgili ayet-i kerimelerden biri, her cuma günü minberlerden okunur.   

Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem ve Hz. Ebû Bekir radiyallahü anh, ilahi emre sıkıca bağlı kalmışlar ve Hz. Ömer, radiyallahü anh kurumsallığı inşa ederken onların yolunu sıkıca sürdürmüştür.

Rivayete göre Hz. Übey b. Kâ‘b, Halife Hz. Ömer’e karşı davacı olur. Hakem, Hz. Zeyd b. Sabit’tir. Zeyd, mahkemeye çağrılan Hz. Ömer’in önünde ayağa kalktığında Hz. Ömer, "Bu, senin ilk adaletsizliğin!” diyerek, Übey’in yanında oturur. Übey’in delili yoktur. Hz. Ömer de iddiayı reddettiği için usul üzere Übey, Hz. Ömer'in yemin etmesini ister. Dava edilenin hilafet makamında olmasından dolayı, Zeyd, Übey’den bu hakkından feragat etmesini rica eder. Lehindeki bu tutuma canı sıkılan Hz. Ömer, Zeyd'e hitaben: "Eğer senin nazarında Ömer ile herhangi bir adam eşit değillerse hâkimlik makamına layık değilsin!" der, her davalı gibi, doğru söylediğine da yemin etmeyi kabul eder.  

Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eşarî’ye gönderdiği mektupta da "Sana takdim edilen delilleri dikkatle incele! Üzerinde iyi düşün, şunu bil ki mesnedi olmayan bir haktan söz etmek boşunadır. Oturuşunda, gülüşünde, konuşmanda ve icraatında herkese aynı şekilde davran! Böyle yap ki hiçbir nüfuzlu şahıs, senin taraf tutacağın vehmine kapılmasın ve hiç bir zayıf senin adaletinden ümidini kesmesin! Öfkeli olmaktan, sıkıntı ve ızdırap vermekten, halkı rahatsız etmekten, kızgınlığın olan insanlara değişik davranmaktan sakın!” diyerek adaletin ikamesi için gerekli esasları açıklar.  

Müslümanlar, adalet ve İslam arasındaki ilişkide en köklü sorunu ise Yezid ile yaşamışlardır. Ehl-i Beyt ve Medine ehline karşı, Allah tamamından razı olsun, zulümde sınır tanımayan Yezid, iman ettiği hâlde mi zalimlik yapıyordu yoksa imanında samimi olmadığı için mi?

Öncelikle Müslümanlar, yaygınca kabul gören görüşle kişinin iman etmekle beraber nisyan/gaflet; şımarma/isyan gibi farklı sebeplerle zalimleşebileceğini kabul ederler.

Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem, “Cihadın en faziletlisi, zalim hükümdara karşı adaleti ifade etmektir” buyurmuşlardır.  Bu hadis-i şerife dayanılarak zalim hükümdar karşısında hakkı söylemek, Müslümanlar arasında daima mühim bir erdem kabul edilmiştir.

Öte yandan Yezid, kişilik bakımından Müslüman bir hükümdara değil, bugün İslam’la adalet arasındaki ilişkiyi sorgulayanların sevgi besleyip saygı duydukları modern güç sahiplerine benziyordu. Onlar gibi içki içiyor, onlar gibi kadını nesneleştirip eğlence konusu yapıyordu ve onlar gibi cinsellik edebiyatından zevk alıyordu. İslam tarihinde bazı tepkisel tutumlar dışında kimse Yezid’e saygı duymamış, ona saygı duyanları da saymamıştır.

Yezid’den sonraki devirlerde ise Müslüman olduğunu beyan eden bazı idarecilerin ne Müslümanların ne cahiliye Araplarının bildikleri bazı zulümleri Bizans ve Sasani’den öğrenip muhaliflerine tatbik ettikleri malumdur.

Buna rağmen o günün dünyasında İslam’ın vesile olduğu adalet, toplumların dimağında kalıcı bir iz bırakacak kadar muazzamdır.

İslam, iktidar ile adalet arasında tersliği mutlak zanneden ve iktidarlardan adalet beklemeyi çöllerde tatlı su gölleri beklentisi içinde olmak gibi gören kabile insanına;

  1. Adaletin ne olduğunu öğretmiş,
  2. Adaletin onun hakkı olduğunu bildirmiş,
  3. Adaleti sağlamanın onun görevi olduğunu onun zihnine kazımıştır.

Böylece İslam’dan önce adalet talebi konusunda durağan olan kabile insanı, İslam’la birlikte birer adalet aksiyonerine dönüşmüştür.

İslam’ın bu noktada en faziletli yanlarından biri ise kendisinden olmayana karşı da adil olmasıdır. İslam idaresinde devlet başkanı, doğrudan veya Mezalim Mahkemeleri, Darü’l-Adl gibi kurumlar üzerinden halkla ama yine de birebir görüşüp şikâyetleri dinlerken müslim, gayri müslim farkını asla gözetmemiştir.

İslam’a karşı propaganda için yetiştirilen ve dolayısıyla İslam’ın en acımasız düşmanları konumunda olan müsteşrikler bile İslam’ın en iyi işleyen kurumlarının adalet kurumları olduğunu dile getirmişlerdir.

Buradan günümüzde zihinlere kasıtla taktırılan şu soruya gelelim: Acaba Müslümanlar, namaz kılmayı, gece ibadeti yapmayı bir idareci için adaletten öncelikli mi görmüşlerdir? Onun bu yanlarına bakıp zulümlerini mazur mu saymışlardır?

İslam dünyasında kadim bazı yapılar, bu tür imalarda bulundukları gibi bugünün muhalif kesimleri ve o muhalif kesimlere aldananlar da bu hususta Müslümanlar hakkında imayı aşan ithamlarda bulunurlar.

Bu, kadim bir iftiradır. Söz konusu olan idare olunca İslam uleması öncelikle adalete bakmıştır. Bununla beraber, kişinin namaz ve diğer ibadetlerinin ona adil olmak gibi bir fazileti de kazandıracağına inanmışlardır. Namaz ve ibadeti, idareciyi adil yapmıyorsa onun namaz ve ibadetinin sahihliğini tartışmaya açmışlardır. Bu, oldukça net bir tutumdur. Ancak İslam’da hiyerarşi ile ifade edilmesi zor ama bir sıralaması da olduğu görülen ihtiyaçlar vardır. Bu bağlamda İslam tarihi boyunca hiç kimse, Müslüman idarecinin adaletsizliği gerekçesiyle İslam düşmanlarıyla işbirliği yapıp Müslüman topraklarının istilasını kolaylaştırmayı meşru bilmemiştir.

ADALETTEN YORGUN DÜŞMEK YA DA ZULÜM YORGUNU OLMAK

İslam dünyasının özellikle beka sorunu yaşadığında muhaliflere karşı bir tür adalet yorgunluğu içine düştüğü kabul edilebilir. Başka bir ifadeyle beka sorunu karşısında adaleti lüks gören, adaletten ayrılmayı zaruret bilen kişi ve yapılar İslam dünyasında var olagelmiştir.

Bunun için İslam’ın aksi yöndeki hükümlerine rağmen, muhalifler ve Müslüman olmayan kesimlere yönelik istenmeyen uygulamalar görülmüştür. İslam ulemasının geneli, bu uygulamalara karşı durmuşsa da gaflet ve isyan ile karışık bazı tutumlar, bu karşı duruşun belirginleşmesinin önüne geçmiş; maslahat iddiasıyla kimi zalimlere yönelik tutumlarda zafiyet gösterilmiştir. Ama bu zafiyet hiçbir zaman asıl olmamıştır.

Batı’da ise durum çok farklıdır. İslamî yönetim adalet ile var olurken Batı’da yönetimlerin bugünkü güçlerine ulaşmaları zulümle olmuştur.

İslam’da adalet esastır; zulüm, İslam’dan sapanların tutumudur. Hâlbuki Batı’nın iktidar tarihinde zulüm esas, adalet konjonktüreldir.  

Batı düşüncesinde, İslam’ın aksine adalet, ancak onu talep edecek ve talebinin bedelini ödeyecek şuurda bir topluluk söz konusu ise sunulur.

İslam dünyasında bir yönetim adil oldukça büyürken Batı’da yönetim, özellikle dışarıya karşı zalimleştikçe büyümüştür. Çünkü klasik Batı zihninde, Müslüman zihninin aksine yönetimle güç ve zulüm arasında adeta bir bağımlılık vardır. O bağımlılığı bitirecek olan, sadece karşı güçlerin varlığıdır. Dolayısıyla adalet görmeniz, adalet görecek güçte olmanıza bağlıdır.

Batı, bu zihniyet içinde zulümden yoruluncaya kadar dünyayı sömürmüş, dünyaya zulmetmiştir.
İslam dünyası, bugün hâlâ genç ve hareketli iken Batı, yaşlı, hantal ve durağandır. Bu farka rağmen, İslam dünyasından Batı’dan daha adil olmasını beklemek, bir yanıyla İslam’ın faziletine olan inancı ifade eder. Ama öte yandan İslam’a itirazda bulunmak için bahane aramayı…

DİNSİZ ADALET MÜMKÜN MÜ?

Adalet algısı değişkendir. İslam, dünya ve ahireti bir bütün olarak görür. İnancı zayıf olan kimi kişilerin farklı etkenlerle adalete yatkın olabileceği, Müslümanlar tarafından genel bir kabul görmesine rağmen İslam’da idareciden beklenen hem bugünkü manasıyla dindar hem İslam’ın emrettiği manada adil olmasıdır. Müslüman zihninde adil olmakla, bırakın farzları yerine getirmeyi, abid ve zahid olmak arasında bile bir ilişkiden söz edilebilir.

Hâl bu iken bugünün Müslümanı olarak adalet algımız nasıldır? Her birimiz, kendi kendisine ilgili soruları sorarak konumunu belirleyebilir:

Kişinin, hırsızlık ve gasptan dolayı 20-30 yıl beton hücrelerde tutulmasını adaletin tecellisi, buna karşı elinin kesilmesini zulüm olarak mı görüyoruz? Algımıza göre hangisi daha ağır bir ceza?

Kadın veya erkeklerin farklı ithamlara maruz bırakılarak sorgusuz sualsiz sokakta vurulmasını, zinanın yasaklanıp onun için had uygulanmasına tercih mi ediyoruz?

Ya da aynı cinsten kişilerin buluşup insanlıkla ilgili temel görevlerinden çekilerek zevki vazifenin önüne geçirmelerini ve üstelik toplumun diğer bireylerini de buna teşvik etmelerini had cezalarının uygulanmasından evla mı buluyoruz?

Bu durumda bizim adalet algınız tamamen modernleşmiş/sekülerleşmiş/laikleşmiştir. Biz, adalet algımızı dayatarak sair Müslümanları da dinden bağımsızlaştırılmış, seküler, laik bir adalete zorlama yönünde çalıştığımızda ise siyasi olarak da kadim Batı’nın devletin dayatmayı hak bilen anlayışına doğru yol almışız, demektir.

Bunu kabullenmemeniz, sizin algınızın niteliğini değiştirmez, aksine tutarsızlığınızı görmemek gibi ek bir kusura maruz kaldığınızı gösterir. Bu kadar kusur içinde sizin dinden bağımsız adalet arayışınız, dindar şahsiyetlerin adalet arayışı içinde değerlendirilmez. Sizinki laik bir adalet arayışıdır. Nihayetinde seküler olup sekülerleştiğinin farkında olmayan insanın şaşkınlığını ortaya koyar.

Haftaya devam ederiz inşaallah…