Suudi Arabistan yönetimi hafta içinde, altmış dokuz Filistinliye ve Ürdün pasaportu taşıyan Filistin kökenli kişiye yirmi iki yıla varan cezalar verdi.

Ceza alanlar arasında mühim bir Filistinli şahsiyet olan, HAMAS’ın Suudi Arabistan temsilcisi Muhammed el-Hudari Ebu Hani de var.

Dr. Muhammed el-Hudari seksen üç yaşında. Ömrünü İslam’a ve Kudüs davasına adamış, Filistinli bir tabip. Aynı zamanda Kuveyt vatandaşı. Zamanında tabip subay olarak Kuveyt ordusunda hastane müdürlüğü yapmış. Kuveyt ordusu, adına İsrail’e karşı Arap devletleri safında savaşmış, hatırat makamı önemli bir yaşlı. Suudi krallarıyla görüşmelere katılmış bir diplomat. Filistin sorununun yanında Kur’an ilimlerinde de eser sahibi bir alim ve müellif…

Hudari, 4 Nisan 2019'da sabah namazından sonra gözaltına alındı. O tarihten bu yana kimi zaman cezaevinde kimi zaman ağır sağlık sorunlarından dolayı hastanede kaldı ve çoğunlukla ailesiyle telefon görüşmesi dahi yapmasına izin verilmedi.  

Suudi Arabistan, Hudari’ye ve diğer Filistinlilere herhangi bir suç atfetmiyor; onların Suudi Arabistan aleyhinde herhangi bir suç işlediğini öne sürmüyor. Sadece HAMAS üyesi veya HAMAS’a yakın olmalarını ceza konusu yapıyor.

Suudi Arabistan’la HAMAS arasında bir savaş yok; ama iki tarafın ilişkilerinin iyi yolda olmadığı da malum. Böyle bir durumda Suudi Arabistan nihayetinde HAMAS temsilci ve mensuplarını sınır dışı edebilirdi. Ama Suudi, bütün hukuksal ve diplomatik kuralları alt üst ederek Filistinlileri gözaltına aldı ve ardından onlara çok ağır cezalar verdi. Üstelik bir açıklama yapma ihtiyacı dahi duymadan…

Ortada hem zulüm hem kibir var, açık bir ifadeyle istikbar var, müstekbirlik var. Neden? Suudi’nin zulümle özdeşleşen tarihi malum. Fakat Suudi, söz konusu Filistin olduğunda ve kendi yurttaşı olmayan misafirleri olduğunda bile hukuk kurallarını nasıl böyle çiğneyebiliyor?

Suudi, bunu kimin namına ve ne karşılığında yapıyor? Analizimizde bu bağlamda Suudi Arabistan’ın Filistin politikasını değerlendireceğiz.

MUKADDESATA KARŞI SAVAŞ

Kudüs, Hz. Ömer radiyallahu anh devrinde hem Medine’deki hilafet istişare heyeti hem Şam’daki askeri komuta heyeti ve yine hem Medine’deki sıradan Müslümanların hem Şam’daki sair mücahidlerin ortak kararıyla fethedildi ve fethe bizzat Hz. Ömer radiyallahü anh katıldı.

Kudüs, fethedildikten sonra hep yeni bir istila tehdidi yaşadı ancak Müslümanların duyarlılığı ve gücü böyle bir istilaya izin vermedi.

Kudüs 1099’da Haçlılar tarafından istila edildiğinde ise Müslümanlar derin bir huzursuzluğa sürüklendiler ve Kudüs’ü kurtarmak için harekete geçtiler, 1187’de kurtarıncaya kadar da cihad ettiler.

Daha sonra Haçlılar, tekrar Kudüs’ü istila etmek istediklerinde karşılarında hep Müslümanların duyarlılık ve gücünü buldular.

1918’den sonra İngilizler, Filistin’i peyderpey Siyonist Yahudilere verdiklerinde Kudüs’ü vermeye cesaret edemediler. Siyonist Yahudiler de 1967’ye kadar Kudüs’e giremediler. 1967’de Kudüs’ü istila ettiklerinde Mescid-i Aksâ’yı yıkamadılar. Neden?

Çünkü Kudüs, Müslümanların mukaddesatıdır. Onun mukaddes olduğuna olan iman, Müslümanlarda bir duyarlılık ve gayret oluşturuyor. O duyarlılık ve gayret, Kudüs ile İslam dünyası arasındaki bağın devam etmesini sağlıyor.

Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi Vehhabîlik ise “şirk, bidat” gibi iddialarla Müslümanlarla mukaddes mekânlar arasındaki bağı zayıflatıyor, Müslümanların mukaddes mekânlarını korumaya yönelik duyarlılığını köreltiyor, dolayısıyla mukaddes mekânları dış saldırılara karşı korumasız bırakıyor.

Bu açıdan Vehhabîliğin Arap İslam aleminde güçlenmesiyle Kudüs’e yönelik duyarlılığın azalması arasında doğrudan bir ilginin varlığından söz etmek yerinde bir yaklaşımdır.

Suudi Arabistan, kendi açısından verimli bir iktisadî kaynak olan Mekke ve Medine Haremlerine bile hürmette kusur ediyor; Arafat Dağı’ndaki çöpleri dahi temizlemekte ağır davranıyor. Bu zihniyetin Kudüs konusunda duyarlı olmasını ummak mümkün değil.

Lâkin Suudi Arabistan bir adım öteye gidiyor, haddini aşıyor, Filistin davasına düşmanlık yapıyor. Bunda çıkarı ne?

İNGİLİZLER NAMINA SİYASET

Büyük Britanya İmparatorluğu, zengin petrol yataklarına sahip ve Hindistan’a ulaşım açısından stratejik konumda bulunan Arabistan’a hükmedebilmek için Osmanlıya karşı Vehhabî isyanlarını destekledi.

Vehhabîler, bu desteğe büyük değer verdiler, onun devamının sağlanmasını bir tür stratejik karar olarak kabul ettiler. Büyük Britanya’nın İslam dünyasına yönelik her tür icraat ve zulmüne göz yumdular, adeta her talebine icabet ettiler, her emrine hazır durdular. Bunun neticesinde, Suudi Arabistan doğdu.

Suudi Arabistan, kadim Vehhabî yaklaşım içinde Büyük Britanya’yı stratejik hamisi bildi. Büyük Britanya’nın hiçbir temel politikasına itiraz etmemeyi, onun temel politikalarını kendi politikası bilmeyi ilkesel siyaseti hâline getirdi. Öyle ki Suudi Arabistan’ın resmi tarih anlatımında İngiliz idaresiyle uyum içinde çalışmak, Suudi kralları için meziyet kabul edilir, kralın maharetine delil sayılır.

Büyük Britanya, Filistin’de Siyonist bir yapı hasıl etmek istediğinde Suudi yönetimi bu ilkesel politikayla uyum içinde itirazda bulunmadı, Filistin davasını hiçbir şekilde desteklemedi, İsrail kuruluncaya kadar Büyük Britanya’nın planını savsaklayacak her tür girişimden özenle kaçındı. Başka bir ifadeyle İngilizlerle arasındaki ilişkinin devamı namına İsrail’in kuruluşunu destekledi.

İsrail kurulduktan sonra ise Suudi Arabistan yönetimi, Müslümanları oyalamaktan ve İsrail’e savaş yoluyla toprak vermekten öte bir iş görmeyen savaşları dahi kerhen ve kenardan destekledi. Bununla birlikte kendi kamuoyunda bir Filistin heyecanının oluşmasına izin vermedi. Kendi etkisindeki veya kendisinin doğrudan finanse ettiği İslâmî hareketler bile hiçbir sahada Filistin etkinliklerine tam katılmadılar, Mescid-i Aksâ’nın önemini ifade eden programlar yapmadılar. Açıkçası Suudi Arabistan, Filistin davasına resmen kör sağır durdu.

KRAL FAYSAL VE AMBARGO

Kral Faysal’ın 15 Ekim 1973’te İsrail’in durdurulmasına yönelik ABD’yi de kapsayan petrol ambargosu kararına gelince bu, göründüğü kadarıyla, Suudi’nin Filistin politikasına aykırı bir tutumdur. Ancak Kral Faysal’ın hangi saiklerle petrol ambargosu gibi cesur bir karar aldığı biliniyor değildir. Nihayetinde Faysal, aldığı kararların üzerinden henüz iki yıl geçmeden 25 Mart 1973’te yine bir Al-i Suud mensubu hatta bizzat yeğeni Faysal bin Musaid tarafında katledildi. Bir kraliyet mensubunun neden kralı katlettiği hiçbir zaman anlaşılmadı.  Onun yerine Kral Halid geldiyse de ipler, yeni veliahd Fahd’ın eline geçti.

FAHD VE ABDULLAH’IN İHANETİ

Fahd, Haziran 1982’de tahta çıkınca Suudi Arabistan, Kral Faysal’ın izlerini tamamen kaybettirecek bir siyasete yöneldi. Bir yanda ülkeye İslâmî hareketlerden sığınmacı kabul etti, öte yandan aynı İslâmî hareketlere zulmeden ve İsrail’e karşı başarısız ulusalcı sosyalist rejimleri destekledi. Çünkü bu evrede Batı’nın İslam dünyasında İslam karşıtı siyaset yürüten ve İsrail’e karşı her mücadeleyi kaybeden ulusalcı sosyalist rejimleri ayakta tutması, dönemsel bir stratejiye dönüşmüştü. Faysal’ın ulusalcı sosyalist rejimlerden kaçan İslâmî hareket önderlerini kabulü bu stratejiye, daha önce pek çok analizde anlattığımız üzere, çok büyük bir katkı niteliği taşımaktadır.  
Fahd’ın kapı açmasıyla Suudi’ye yerleşen İslâmî hareket önderlerinin çoğu, saf, sade ve ittihad yanlısı İslâmî bir duruştan, toplum tarafından anlaşılmayacak kadar karmaşık, bulanık ve ayrılıkçı bir duruşa kaydılar; verimli bir itidalden yıkıcı ve bölücü bir radikalizme sürüklendiler. Bununla birlikte aynı önderler, Filistin duyarlılıklarını Suudi’de kaldıkları sürece unutmak, ertelemek zorunda kaldılar. Onları takip eden kitlelerde de Filistin duyarlılığı tahrip oldu. Büyük emeklerle yetiştirilen pek çok İhvan-ı Müslimin genci, bu etkilerle Selefçi çizgiye kaydı ve Suudi etkisindeki Vehhabî Selefçi çizginin hiçbir zaman bir Filistin söylemi olmadı. Bu dönüşüm, galiba Suudi Arabistan’ın İsrail’e yaptığı en mühim katkılar arasındadır.

Kral Fahd, 1981’de henüz veliaht iken tarihe “Fahd Barış Planı” olarak geçen ve 1982’de Arap Birliği tarafından kabul edilen tasarısında, İsrail’in 1967 sınırları öncesine çekilmesini teklif etti. Fahd, aynı tasarıda Kudüs başkentli bir Filistin önermiştir. Dıştan bakıldığında prens, Filistin için bir kurtuluş reçetesi öne sürüyordu. Hakikatte Suudi ve diğer Arap devletlerine İsrail’i tanımayı, onu yok etme hedefinden vazgeçmeyi öneriyordu ki bu da İngiltere ve ABD’nin İsrail’i yaşatma ile ilgili planlarına uygundu. Bu planla birlikte Suud Krallığı İsrail’i tanımama politikasından vazgeçti ancak bugüne kadar da diplomatik ilişki kurmadı, İsrail’le gizli temas içinde bulundu.

1991’deki Madrid Konferansı’nda Suudi ile İsrail arasındaki yakınlaşma çabaları daha belirgin hâle geldi. Söz konusu konferansta ilk kez Siyonistler, Körfez ülkeleri yetkilileriyle açıktan bir araya geldiler. 1993 Oslo Antlaşması’ndan sonra Körfez ülkeleri İsrail’le çalışan firmaların kendi ülkelerinde faaliyet gösterme yasağını kaldırdılar.

Fahd’ın 1995’te felç geçirmesi üzerine ülkeyi fiilen veliaht Abdullah yönetmeye başladı. Abdullah, Fahd’ın 2005’te ölümü üzerine ise yeni kral oldu.  Onun 2002’de sunduğu barış planı Suudi Arabistan’ın İsrail’i tanımak istediğini ortaya koyan en net belgedir.

Kral Fahd ve halefi Abdullah’ın faaliyetlerinin özeti şudur: 1990’lı yıllarda Sol’un zayıflamasıyla İslâmî hareketler en büyük muhalefet konumuna yükselerek iktidar adayı oldular. Bu durum, İsrail açısından büyük bir tehditti. Fahd ve Abdullah, ABD’nin İsrail’i bu tehditten kurtarma planı doğrultusunda önerilerle öne çıktılar. Onların kaygısı, Filistin’e hürriyet getirmek değil, İsrail’i rahatlatmaktı. Özellikle Abdullah, İslâmî hareketleri İsrail ve Suudi’nin ortak düşmanı olarak gördü. İslâmî hareketlere baskı yapan ulusalcı sol diktatörlere büyük paralar aktardı. Hüsnü Mübarek, Zeynelabidin b. Ali gibi diktatörüler onun açık himayesinde işbaşında kaldılar. Abdullah, 2011’de Mübarek’in saygınlığına zarar veriliyor diye Obama’yı bile hedef alacak kadar planını işletmekte kararlı göründü. Abdullah’ın diğer bir projesi ise Müslüman gençliğin enerjisini İslâmî hareketlerden uzaklaştıracak, anarşist görünümlü, hakikatte ise yıkıcı ve bölücü “Tekfirci” hareketlerin İslam dünyasında güçlendirilmesidir. Son yıllarda İslam dünyasının yaşadığı büyük felaketlerin neredeyse hiçbiri onun planlarından azade değildir. Mısır’da Muhammed Mursi’nin devrilmesi, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın hedef hâline getirilmesi, Tunus’ta en-Nahda’ya düşmanlık hep Abdullah’ın projeleri kapsamındaki etkinliklerdir.

Kral Abdullah, dindar kesimlere dayalı siyaset yapan partileri, adeta İsrail ve Suudi Krallığının ortak düşmanı gibi gördü. Ama çok hileli bir yaklaşımla, tutumlarını Suudi Arabistan’ın Büyük Britanya-ABD’ye bağımlılığı ile değil, Türkiye ve İran’ın Arap kıtasına uzanması ile açıkladı, böylece dışarıya bağımlılıktan Müslüman unsurlar karşıtı bir Arap milliyetçiliği devşirme gibi hileli bir yola başvurdu.    

Kral Abdullah, HAMAS düşmanlığını İhvan-ı Müslimin’in kolu olma gerekçesine bağlar görünürken hakikatte İsrail’le savaşan unsurlara düşmanlık etti, Müslümanların hak ve hukukunu tamamen yok sayarak ABD’nin talepleri doğrultusunda İsrail’e itaat edecek bir Filistinlilik oluşturmaya çalıştı.   

Kral Abdullah dönemindeki en kirli faaliyetler ise Suudi Arabistan’ın sözde stratejik, hakikatte İsrail yanlısı hükümet dışı görünen faaliyetleridir. Emekli asker ve diplomatların kurduğu sözde strateji kurumları, ilk kez onun döneminde İsrail’le temaslı bir Suudi’den İsrail müttefiki bir Suudi’ye doğru evirilmenin propagandasını oluşturmaya başladılar. Bu bağlamda Suudi Arabistan ile İsrail arasında çok yönlü ama saklı ilişkiler geliştirildi. 

Kral Abdullah’ın ölümünün ardından kardeşi Kral Selman, onun politikalarına soğuk durdu, bunun üzerine ABD ve İsrail, BAE prensi Muhammed b. Zayed’i öne çıkardı. Bin Zayed’in desteğiyle Prens Muhammed b. Selman’ın veliaht olmasıyla Suudi Arabistan tekrar Kral Abdullah politikalarına geri döndü.  

BAE ve İsrail arasında Eylül 2020’de imzalanan dostluk ve işbirliği antlaşması, Abraham-İbrahim Antlaşması diye adlandırılarak sözde Hz. İbrahim’in ortak atalığına vurgu yapıldı; gerçekte, İslam öncesine dönüşe işaret edilmektedir. BAE, bu bağlamda bütün Arap devletlerini İsrail yanlısı bir siyasete zorlamaktadır. 

Suudi Arabistan görünürde bu antlaşmanın tarafı değilse de bölgeyi bilenler, Suudi’nin bu antlaşmanın gizli tarafı olduğundan hiç kuşku duymamaktadır.

Özetle, Suudi Arabistan, İsrail’in gizli müttefikidir, İsrail’in bir müttefiki olarak davranmaktadır. İsrail’in düşman bildiğini düşman bilmekte ve bu tutumunu İsrail ve dostlarına duyurmak için ülkede bulunan Filistin ve Ürdünlü İsrail karşıtlarını, kendi düşmanıymış gibi hapislere atıp ağır cezalara çarptırmaktadır. Hudari ve diğer dava adamlarına verilen cezalar da bu çerçevede anlaşılmalıdır.