Eğitim, planlı bir etkinliktir; gelişigüzellik kabul etmez. Eğitimde her etkinliğin bir hedefi ve o hedef doğrultusunda amaçlanmış kazanımları vardır. Bu hedef, amaç ve kazanımlar kadar onlara ulaşmak için tatbik edilen etkinlikler de eğitimin nereye baktığını gösterir.

Eğitimin baktığı yer, en basit anlatımla öğrencinin ulaştırılmak istendiği yerdir. Bir eğitim sistemi, nereye bakıyorsa öğrenciyi oraya yönlendirir, hangi dünyayı dikte ediyorsa ondan öyle bir dünyayı temsil etmesini, öyle bir dünya adına var olup yaşamasını bekler.

Bu yaklaşımla, analizimizde üniversiteye giriş sınavını odağa alarak “Türkiye’de eğitim, geçirdiği değişime rağmen nereye bakıyor?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız.

ÜNİVERSİTEYE GİRİŞ SINAVI AYNASI!

Bugüne kadar isimleri ÜSS, ÖSS-ÖYS, YGS-LYS nihayet YKS (TYT-AYT) olarak değiştirilen üniversiteye yerleştirme sınavları, eğitimin nereye baktığı ile ilgili önemli bir göstergedir. Çünkü Türkiye’de temel eğitim, 12 yıl gibi uzun bir zamana yayılmıştır. Temel eğitim, çocuğu bebeklik çağından hemen sonra teslim alır ve onu rüşt çağına kadar yönlendirir. Bu çağ, okul öncesi ile birlikte, hiç kuşkusuz kişiliğin oluşması açısından insan yaşamının en önemli çağıdır. İnsanın kimliği genel olarak bu çağda oluşur. İnsan, genel olarak bu çağda edindikleri ile dünyaya bakar, dünyayı değerlendirir, dünyayı eleştirir ve dünyanın geleceğine dair tasarılara ulaşır.

Üniversiteye yerleştirme sınavları, işte bu çok önemli çağda eğitimin öğrenciye yönelik kazanımlarını ölçer. Daha açık bir ifadeyle eğitimin, öğrenciye ne verdiğini, eğitimde planlanan amaçlara, hedeflere, kazanımlara öğrenci bağlamında ne kadar ulaşıldığını belirler.

Bunun için, eğitimin planlı olmasının bir karşılığı olarak bu sınavlardan beklenen, sınavların bütün olarak temel eğitime ayna tutması, temel eğitimin kazanımlarını sorgulaması ve öğrencinin yönlendirilmek istendiği dünyaya ne kadar yöneldiğiyle ilgili bir kanaate ulaşılmasıdır.

Özellikle Türkçe-Edebiyat soruları, eğitimin sosyal alandaki kazanımlarının bir tür minyatürünü oluşturur.

Haziran ayının son haftasında üniversiteye giriş sınavı (Yükseköğretim Kurumları Sınavı, 2021-YKS/TYT-AYT) yapıldı. Sınavın 2 milyon 607 bin 903 gibi muazzam bir aday öğrenci sayısı vardı. Dünyadaki pek çok ülkenin nüfusundan daha fazla bir sayı.

2021 üniversiteye giriş sınavı YKS’nin Türkçe-Edebiyat sorularına bakıldığında, ÖSYM’nin sınav hazırlama komisyonlarının öğrencinin önüne açık metinler koyma, öğrenciye net bilgiler sorma, seçenekleri temel eğitim için belirlenen kazanımlara uygun tutma gibi kriterler açısından “eski devrin” ÖSYM’sinin açıkça gerisinde kaldığını söylemek gerekir.

Soru metinlerinde uzmanlık/akademiklik kendini ne kadar belli ederse sınav o ölçüde acemilik yansıtır. 2021 YKS sorularının metinleri bu açıdan buram buram akademisyenlik kokuyor.

ÖSYM, 2017’den bu yana Türkçe anlam bilgisi kısmında bilim-teknik gibi farklı alanlardan sorular soruyor. Bu alanlarda sorulacak sorular, sınavın mantığı gereği, öğrencinin söz konusu alanlarla ilgili uzmanlığını (!) değil, o alanlarla ilgili, lise mezunu bir yurttaşın anlaması gereken bir metni anlayıp anlamadığını sorgulamaya yönelik olmalıdır. Halbuki ÖSYM’nin komisyonu, acemiliğin bir işareti olarak öğrenciyi o alanlarla ilgili adeta uzmanlık sınavına tabi tutuyor. Seçenekler de net olmaktan oldukça uzak, pek çok soru bilirkişi tarafından incelense çift cevaplı olduğu gerekçesiyle elenir. Ne var ki analizin amacı, bu tür teknik hususlar değil, sınavın kazanımlar açısından özünü okumak, sınavın düşünce ve ruh dünyasına biraz olsun ışık tutmak, kısmi de olsa bir tür beyin ve kalp tomografisi çekmektir.

SINAV SANKİ BAŞKA BİR ÜLKEDE YAPILMIŞ!

Eğitimin kazanımlarını belirleme konusunda en üst sorumluluk gibi en üst yetki de siyasi mekanizmadadır. Siyasi mekanizmanın en üst makamı olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçmişten bu yana yeni bir dindar nesil yetiştirme hedefini gündemde tutuyor. Bu konuda çok önemli demeçler verildi, kapsamlı eleştiriler ve izahatlar yapıldı. Hatta hedeflenen nesil merhum Mehmet Akif Ersoy’un ifadesiyle “Asım’ın Nesli” olarak tarif edildi. Halbuki sınav, “Asım’ın Nesli” tasarısıyla değil, Tevfik Fikret’in oğlu Haluk tasarısıyla hazırlanmış. Sınavın özü/ruhu, Akif’e değil, Fikret’e bakıyor.

Sınav hazırlama komisyonu, Batılı olmaktan da öte Batıcı bir nesil tasarısıyla eğitime bakmaktadır. Soru metinlerinde dehşet verici bir yabancılaşma ve Batı’ya özenen 1950 öncesi sorunlu isimleri “örnek insan olarak” tipleştirme söz konusudur.  

Türkiye’yi ve ait olduğu medeniyeti anlatan soru neredeyse yok. Buna karşılık gözleri sürekli uzaklara çeviren metinler sınava rengini vermiştir.

Bir mucit olarak Fox Talbot, bir opera bestekârı olarak Richard Strauss, “Zaman Yolculuğu” adlı eseriyle bilim tarihçisi James Gleick, bir eleştirmen olarak Neil Postman, diğer isimlerden Ed Catmull, Fawer, Saramago sınav komisyonunun gençlerimizin önüne koyduğu isimler arasındadır.

Buna bir de felsefeden Aristoteles ve Empedokles, bilim dünyasından da Newton, Rummer ve Hubble eklenmiş!

Bu komisyon acaba hangi ülkede yaşıyor? Öğrenciler için nasıl bir ufuk ön görüyor? Bu ülkenin ait olduğu medeniyet dünyasından hiç mi bir isim bilmiyor? Adı anılmaya değer bir ismimiz hiç mi yok?

Türkçe sorularında Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal gibi uç sekülerlere en yakın iki “muhafazakâr” seçilirken bile onların yanına da Proust’u ekleme ihtiyacı hissetmişler. İstanbul’dan söz ederken Paris’i anma kompleksi duymuşlar. Biraz daha İstanbul’a yönelince sora sora “Alman Çeşmesi”ni sormuşlar.

Bu nasıl bir yabancılaşma, bu nasıl bir özünden kopuş? Sınavın mantığında klasik Batılı anlatımın, güncel Batı’dan Eski Yunan’a uzanan doğrultusu özenle takip edilmiş.

Türkçe sorularında yerele şöyle bir bakma lütfunda bulunduklarında insanın “Bakmaz olasıcalar!” diyesi geliyor. Ama aslında komisyonun yaptığı; yukarıda ifade edilen doğrultuya yerelden aynı doğrultudaki isimlerin eklenmesi; böylece 1950 öncesi Türkiye’sinde dayatılan Eski Yunan’dan günümüz Batı’sına, günümüz Batı’sından yerel (ulusalcı) Batıcılığa hattını yansıtmaktan ibaret kalmıştır.

Yazım kurallarında Alman Çeşmesi’ni soran komisyon, ses bilgisinde Turgut Uyar’dan bir şiir parçası seçmiş. Geçen yıldan bu yana TRT’de yayımlanan bir dizi üzerinden adı, gençlerin belleğine kazınan bu II. Yeni şairi, hayatının mühim bir kısmını meyhanelerde geçiren, ahlak konusunda sıradan bir Batılının dahi uç bulacağı sınırsız bir bohem! Siyaset olarak ise 1950’li yıllarda Adnan Menderes’e karşı düşmanlık güden kuşağın Sol temsilcilerinden biri. Dizelerini içki şişelerine yazmış; siroz olduğunu öğrendiğinde bile, “En hakiki Atatürkçü kimmiş, öğrensinler şimdi!” diyecek kadar sınırlı bir evrende yaşamış!

Komisyonun paragraf sorularında tercih ettiği diğer bir isim Orhan Veli... İsmet İnönü’nün sürrealist şairi. “Ah bir de rakı şişesinde balık olsam!” dizesiyle ünlü… Sınırsız bir İslam düşmanı. Şiirdeki tanınmışlığını da o alandaki politikliğine borçludur. Ezanın aslına uygun okunmasının serbest bırakılması üzerine 15 Haziran 1950 tarihli "Yaprak" dergisinde yayımlanan çağdaş yobazlık eseri yazısını buraya almayı, mekân ve vakti heba olarak görürüm.

Şu satırlarla yetineyim: “Salt bir ezan meselesi olmaktan çıkıyor iş. Daha bir sürü geriliğin başlangıcı, daha bir sürü geriliğe göz yummanın işareti oluyor. Bu düşüncemizin doğru olup olmadığını anlamak için belki de biraz beklemek gerekecekti. Ama ona hacet kalmadı. Başbakanın demecini duyar duymaz sarıklar cüppelerle sokaklara uğrayan softalar düşüncemizin doğruluğunu çabucak ortaya koydu.”

Bu yazının yayımlanmasından beş ay sonra Ankara’da belediyenin kazıdığı bir çukura sarhoşken düşmüş, birkaç gün sonra öldüğünde otopsi raporuna “alkol zehirlenmesi” diye yazılmış. Bazı şiirlerini ambalajlara (!) yazmış. Pek çok dizesi o yüzden çöpe gitmiş.

Komisyon Türkçe sorularında yerelden araya bir Tarık Tufan karıştırmış ki? Şöyle hafif bir ortaya karışık olsun, der gibi takınmışlar. Ama meşhur Cumhuriyet Mitingleri katılımcılarına yönelik “ılımlı” yaklaşımı zihinlerde!

Bunlar, Türkiye’nin gerçeği, denebilir. Kabul ama Türkiye, bunlardan ibaret değil. Öğrencinin önüne konacak nice isim, bugüne kadar sadece İslâmî yönü olduğu için asla sorularda yer almadı. Bu haksızlık, adaletsizlik!

Edebiyat sorularına gelince daha ilk soruda hiç şaşırtmamış komisyonumuz: Edebiyatın ilk sorusu Freud’dan! Türk Dili ve Edebiyatının anlam bilgisi sorusunda her nedense Freud’un çalışmalarına dikkat çekilmiş! Bir sonraki soruda eserleriyle 1789 Fransız Devrimi’ni hazırlayan isimlerden Diderot’a geçilmiş! Sonra Batı’nın diğer büyükleri heykeltıraş Rodin ve Brancusi tanıtılmış!

Anlam sorusunda bu kadar yabancılaşma hem de “Türk Dili ve Edebiyatı” dersinde… Bu nasıl yaklaşım, bu nasıl bir zihniyet? Çözerken canım sıkıldı, yazarken “Pes!” dedim. Aradaki halk ve divan sorularını geçip yeni edebiyata bakınca Halit Ziya ve Sami Paşazâde Sezai’nin ultra Batıcılığını geçtim. Onlara alıştık!

Modern şiiri soralım derken dönüp dolaşıp yine II. Yeni’den İlhan Berk seçilmiş. Büyük şair mi? Herhalde bir köy ozanı kadar Türkçe’ye katkısı yok. Ama özel yaşamını anlattığı bir röportajını okuduğumda hiçbir edebiyatçı hakkında olmadığı kadar midem bulandı. Düşkünlükte sınır tanımayan yine bir bohem, bir alkolik… Bir sapkınlık şairi… Evde, kapalı bir odada bağlı ve uryan duran, zihinsel engelli, masum ablasının bedenini anlatmayı dahi hadsizliğine katacak kadar ileri (!) bir tip! Bunu röportajlarında anlatmakta da beis görmemiş!

Komisyonumuz, ahlak düzeyi öyle olan birinin şiirinin, bir lise öğrencisi tarafından okununca üsluptan tanınması gerektiğini takdir etmiş! ÖSYM, geçen yıl, “karışık renkli” biriyle bir şarkıcıyı sorunca dahi bu kadar değerlere sırtını dönmemişti.

İlhan Berk’in yanına da Nazım Hikmet, Attilâ İlhan, Cahit Külebi ve yine Orhan Veli yerleştirilmiş. Ultra sosyalist, ultra Kemalist şairler…

Komisyon lütfedip Necip Fazıl’ı sormuş. Ama onun da şairliğinin değil, tiyatroculuğunun bilinip bilinmediğini sorgulamış. Yanına ise sekülerlerden ve Soldan okkalı isimler konmuş. Kimler yok ki? Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Kudret Aksal, Orhan Asena verilmiş! Bu nasıl bir kompleks?

SONUÇ OLARAK;

ÖSYM’nin sınav komisyonu, eğitimin sosyal alanını, öğrenciye Eski Yunan’dan Aydınlanma Batı’sına; Aydınlanma Batı’sından modern Batı’ya, modern Batı’dan 1950 öncesi Türkiye’si radikal Batıcı yapıya gelen, genel olarak çağı yetmiş yıl öncesinde kesilmiş, bir bakıma II. Dünya Savaşı’nda yıkılan Batı’da durmuş bir nesil tasarısı mantığıyla yaklaşmıştır. Dünyası orada başlayıp orada son bulan bir gençlik zihniyetiyle eğitimin kazanımlarını ölçmeye kalkışmıştır.

Türkiye’de eğitimin baktığı yer, ÖSYM’nin sınav komisyonunun baktığı yer ise hep beraber “yandık”.  

Bu noktada iki ihtimal var:

  1. Sınav komisyonu, eğitim icraatlarından en üst düzeyde sorumlu siyasi mekanizmayı tanımıyor, ona karşı bilinçli bir muhalefet içinde bulunuyor. Bu yaklaşımla, 1950 öncesinin, kökleri Eski Yunan’a dayanan, bugünü çağdaş Batı’yı taklit üzerinden tasarlayan eğitim anlayışını dayatıyor.
  2. Sınav komisyonu, ne yaptığını bilmiyor, lise öğrencilerine yönelik nasıl bir sınav hazırlayacağını idrak edemiyor.

Her iki ihtimali değerlendirmek de öncelikle siyasi mekanizmaya düşüyor. Çünkü sorumluluk nihayetinde kendilerine ait.