Filistin’in Siyonistler tarafından istilası, bu istilanın neden olduğu tehcir ve katliamlar, bugüne kadar çok işlendi. Yerinden oluş, kan, gözyaşı ve acıdan ibaret Siyonist karnesi bir şekilde gözler önüne serildi.

Filistinlilerin tehciri ve katli, 20-21. yüzyılın günlük bültenleri arasında rutin birer vakaya dönüştü. Siyonistlerin Filistin’de yaptığı işkenceler, dünyanın başka yerlerindeki işkencelere isim oldu.

Bu zulüm tablosu mü’mini öfkelendirip İslam düşmanlarını sevindirirken Siyonizmin Filistin’e yerleşmesinin arka planı; tehcir ve katliamların toz dumanı, kan revanı içinde gözlerden kaçırıldı.

Siyonizm nasıl doğdu, hangi vakalardan beslendi ve Filistin’i istila gücünü nereden aldı?

Yahudiler, İslamiyet’ten çok önce Filistin’den çıkmışlardı. Kudüs, Hz. Ömer radiyallahü anh günlerinde fethedilirken Kudüs’te tek bir Yahudi yoktu. Yahudilerin Kudüs davası gibi bir davası da yoktu.

Kudüs, 1099’da Haçlılar tarafından istila edilirken İslam sayesinde şehre yerleşebilmiş, varlığı muhtemel küçük bir Yahudi topluluğu da katledilmiştir. Lübnan ve Suriye’de ise İslam aleminin diğer noktalarında olduğu gibi küçük bir Yahudi varlığı devam etti. Ancak ne bu Yahudi varlığı ne dünyanın diğer yerlerindekiler… Yahudiler, hiçbir zaman Haçlılara karşı Kudüs davası gütmediler; Haçlılarla mücadele etmediler. Kudüs’te biz de vardık bile demediler. Selâhaddin, Kudüs’ü fethettiğinde onunla birlikte Haçlılara karşı savaşan tek Yahudi yok. Kudüs fethedildikten sonra da Kudüs’ün bir daha Haçlıların eline geçmemesi için hiçbir Yahudi faaliyeti yok.

Öyleyse nasıl oldu da Yahudiler, 19. yüzyılda harekete geçip Filistin’e doğru yol almaya başladılar? Yahudileri umutlandıran/cesaretlendiren nedir?  

Bu soruların cevapları ne yazık ki küresel ölçekte yüzeysel kaldı. Bu sorulara verilen cevaplar, hiçbir zaman bir mantığa oturmadı. Belki de bu cevapların mantığa oturması özellikle engellendi. Çünkü bir sorun anlaşılmadan o sorunu çözmek mümkün değildir. Dolayısıyla belki de sorunun çözülmesini istemeyenler, bilgi ve analiz kurumları üzerindeki tahakkümlerini kullanarak bu soruların cevaplanmasını engellediler.

Bu çerçevede bu analizde yapılan tespitler, bildiğim kadarıyla ilk kez bir yayına konu oluyor. Bu tespitlerde sözü edilecek olan vakalarla Filistin’in Siyonistler tarafından istilası arasında ilk kez ilgi kuruluyor. Ancak başka çalışmalarla desteklenmesi durumunda maksadına erecek olan bu tespitlerin Mescidü’l-Aksâ ve Filistin’in kurtuluşunda bir taş yerine geçmesini ümit ediyorum.

BAŞLIK ALAKASIZ DEĞİL Mİ?

Laikleşmenin evveliyatı sekülerleşmedir. “Dünyevileşme” diye tercüme edilen sekülerleşme, dini duyarlılığın zayıflamasını, dini bilgi kaynaklarının dışlanmasını ve yaşam tarzının oluşmasında dinin değer ölçüsü olarak öneminin azalmasını ifade eder. Laikleşme ise din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Sekülerleşme daha çok yaşamın bütün alanları ile ilgili iken laikleşme siyasal alanla ilgilidir. Sekülerleşme laikleşmeyi doğururken laikleşme de otoriter yöntemler ve diğer yönetmelerle sekülerleşmeyi getirebilmektedir. Dolayısıyla bu iki kavram, sonuna kadar birbirine bağlıdır ve kimi zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır.

Küresel laikleşmeyi genel olarak yumuşak İngiliz sekülerliği, otoriter ve radikal Fransız laikliği, daha otoriter ve daha radikal Sovyetler Birliği Sosyalist laikliği diye hem üç türe hem kronolojik olarak da üç aşamaya ayırmak mümkün. Bu üç aşamaya, geç bir laikleşme örneği olarak İslam dünyasında laik yapıların oluşması ve ulusalcı sosyalizmin İslam dünyasında iktidara taşınması aşamaları da eklenebilir.

Bu aşamaların her biri, Filistin’in istilasının arka planında bir paya sahiptir. İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği laikleşmeşi; Batı toplumlarının Yahudi karşıtı geleneksel yapısını kırdı, Yahudi cemaatine sınırlar ötesi iletişim imkânı verdi, Yahudi cemaatini bütünleştirdi ve Yahudi cemaati için Batılı devletlerin hiyerarşisinde tepe noktasına çıkacak merdivenini kurdu.

İslam dünyasının ilk devre laikleşmesi ise Yahudi cemaatine Filistin’in yolunu açtı. İslam dünyasında radikal laik ulusalcı sosyalist iktidarların kurulması da 1948’de kurulan israil’in bugüne kadar ayakta kalmasına neden oldu, ona bir yaşam alanı sağladı.  

Analizin başlığı bu gerçeğe dikkat çekiyor.

ENDÜLÜS’E DAYANAN BİR MAZİ

Uygur Türkleri ile ilgili anlatılan “Göç” diye bir destan vardır. Destana göre, Uygur Türkleri vatandan kutsal bir taşı Çin’e kaptırınca onlar için bir dizi felaketin kapısı açılıyor, Uygur vatanı istila ediliyor.  

Endülüs’ün de İslam dünyası için adeta böyle bir hikâyesi vardır. İslam dünyası için felaket, neredeyse Endülüs’ün korunamaması ile başladı. Ondan sonra, hiçbir fetih İslam dünyasını felakete sürüklenmekten kurtaramadı.

İslam’ın siyasal bir güç olduğu günlerde bütün İslam dünyasında Yahudiler, müreffeh bir hayat yaşıyorlardı. Hatta Abbâsî günlerinde İslam dünyasının başkenti Bağdat’ta bile on binlerce Yahudi’nin huzur içinde yaşadığını biliyoruz. Ama Yahudiler, Endülüs’te aynı zamanda siyaset içinde yükselmiş ve o günün dünyasında hiçbir yerde elde edemedikleri konumlar elde ederek vezarete kadar çıkmışlardı. Bu dönem aynı zamanda Yahudiliğin “Altın Çağı” olarak adlandırılır. Bu dönemde, Yahudilerin sonraki değişimleri için örneklik teşkil eden Hasday b. Şarpût, Samuel b. Nagrile, Yusuf b. Samuel gibi önemli şahsiyetleri yetiştiler.

O günlerin Katolik Avrupa’sında ise Yahudiler, getto denen şehir dışındaki kenar semtlere mahkûm edilmişti. Aşağılanıyorlardı ve ancak lüzum görüldüğünde şehirlere girip çıkma hakkına sahip olabiliyorlardı. Nüfusları arttıkça baskı görüyor, katliama uğruyor ve adeta gürleşmesi istenmeyen bir sakal gibi tıraşlanıyorlardı.

Endülüs’te Katolik istila başarıya ulaştıkça katliamdan kurtulabilen Yahudiler, dünyanın farklı yerlerine dağıldılar; İngiltere ve Fransa’ya göç ettiler.

İngiltere, Anglikan mezhebini benimsemekle Katolik dünyadan ayrışmış; oldukça erken dönemde kendisine has bir laikleşme türü olan sekülerizmi benimsemişti. İngiltere’deki seküler ortam, Yahudilerin yolunu açtı, Katolik Avrupa’da imkânsız olacak bir şekilde, onları zamanla sistemin ortağı hâline getirdi.

İngiliz milliyetçiliği ile iç içe geçen İngiliz geleneksel dindarlığı zaman zaman Yahudilerin yükselişine direndi. Ama devletin yumuşak da olsa laik yapısı, İngiliz dinî yapısının devletin Yahudilerden elde ettiği ticari kazancı engelleyecek müdahalelerde bulunmasına izin vermedi. Böylece Yahudi yükselişi istikrar kazandı.

Yahudiler, bu istikrar içinde, bizzat İngiliz Hıristiyanlığının kotları ile oynamaya başladılar ve Evanjelizmi İngilizler arasında yaydılar.

Geleneksel Batı Hıristiyanlığı Yahudileri cüzzamlılar gibi dışlıyor ve lanetliyordu. İngiliz sekülerizmi, Yahudilerle uzlaşmanın önünü açtı. İngiliz sekülerizminin oluşturduğu ortam içinde yayılan Evanjelizm, Hıristiyanlığı Yahudiliğin hizmetkârı yaptı, onu amaçlarına ulaştıracak bir at noktasına taşıdı. Her geleneksel Hıristiyan, Hz. İsa aleyhisselam’a zulmettikleri ve Onu katlettikleri gerekçesiyle kendisini Yahudilerin düşmanı diye konumlandırırken Evanjelist her Hıristiyan, kendisini İsrailoğullarına hizmet etmekle mükellef gördü.  

Bu, Hıristiyanlık açısından akıl almaz bir zihinsel dönüşümdü, bir kültür işgaliydi ve Yahudiliğin tarihî bir başarısıydı. İngilizlerin Kuzey Amerika’ya hâkim olmasıyla bu inanış Amerikan kıtasına taşındı ve henüz Theodur Herzl, Siyonist Kongre’yi toplamadan Amerikan sisteminin tepesine yerleşen Evanjelistler, Filistin’in Yahudilere bırakılması için yeminler ettiler, yeminlerini basın açıklamaları ile dünyaya duyurdular. Evanjelist zihniyet içinde Hıristiyan ABD, Yahudiliğin sadece hamisi değil, aynı zamanda hizmetkârı olarak doğdu, o yönde davrandı ve hâlâ o yönde davranıyor.

Katı Katolik Fransa’daki Yahudiler, İngiltere’deki Yahudiler kadar rahat değildiler. Bunun için Osmanlı’daki Sabataistler misali, Hıristiyan olduklarını öne sürüp “mühtedi” olarak güç kazandılar ve nihayetinde 1789’da Fransız İhtilali’ne yol açtılar. HıriHıhhhhhkkkkkkaaattat

Katolik Fransa, Yahudileri gettolarda yaşatırken ihtilalle doğan laik Fransa, Yahudileri el üstünde tutarken onlara yüzyıllar boyu hapis hayatı yaşatan Katoliklerin kiliselerinin kapısına kilit vurdu.

Bu süreçte Almanya ve Rusya da İngiltere tarzı bir sekülerleşmeye uğradılar; Alman ve Rus Yahudileri devletin tepesine çıkmaya başladılar.

Yahudilerin bu sekülerleşen/laikleşen Batı’da elde ettiği en büyük avantaj, birbirleriyle iletişim kurabilmek ve bu iletişim sayesinde aralarındaki farkları azaltıp çıkarları üzerine uzlaşmaya varacakları koşulları yakalamaktır. Yahudiler, bu uzlaşmayı dayanışmaya evirdiler. Daha önce aralarında mezhep ve hatta milliyet çekişmeleri, seküler-haham çekişmesi yaşanırken bu yükseliş coşkusu içinde o çekişmeler genellikle geride kaldı. Yahudiler, neredeyse yekvücut olup sınır tanımadan birbirlerini ve kendilerini destekleyen diğer toplumlar içindeki grupları kolladılar.  

Bu dayanışma, dünya tarihinde istisna bir hâl olarak, Endülüs göçmeni Yahudi Benjamin Disraeli’ye İngiltere (Büyük Britanya Krallığı) başbakanlığının yolunu açtı. Disraeli, görünüşte bir Hıristiyan’dı, hatta kendini İspanyol diye tanıtıyordu ve vaftiz bile olmuştu. İngiliz aristokrasisi ise onun hakikatte Yahudi olduğunu biliyordu. Ama seküler yapısıyla ona boyun eğmekte beis görmedi, İngiliz siyasetini onun eline teslim etti, 19. yüzyılın ikinci yarısında onu başbakan yaptı.

Disraeli, uluslararası Yahudi dayanışmasından yararlanarak Avrupa’nın kıta siyasetine hükmetmeye başladı. Önemli bir Yahudi nüfusa sahip Rusya’ya karşı tavır aldı. Rusya’nın Akdeniz’e inmesini engelleme iddiasıyla Osmanlı’ya yaklaştı. İngiltere’nin Hindistan sömürgesiyle daha kısa yoldan temas kurma iddiasıyla da İngiltere’nin Mısır ve Arabistan’la daha çok ilgilenmesinin önünü açtı. Gerçekte her iki tezini de Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmeleri için geliştirmişti ve o tezleri hep o yönde işletti.

Rusya’ya gelince; Çarlık Rusya Yahudilerin üzerine varınca Rus Yahudileri, İngiliz-Fransız karma sistemini uyguladılar. Bir kısmı mühtedi kimliğiyle, diğer kısmı öz kimliği ile Çarlığa karşı siyaset geliştirdiler. Nihayetinde radikal laik Bolşevik Parti 1917’de ihtilal yaptı. İhtilalin fikir babası Marks ve büyük lideri Lenin mühtedi Yahudi; diktatörü Josef Stalin ise öz kimliği ile Yahudi idi.

İngiltere ve Fransa, 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile Filistin istilasının önünü açtılar. İsrail’in kuruluş sürecini İngiltere üstlendi ve 1917 Balfour Deklarasyonu ile bunu ilan etti. Bu yapı içinde 1948’de israil kuruldu. İsrail’in BM’den onay alma işini bizzat sosyalist Stalin üstlendi. Kapitalist ABD, israil’in en büyük silah tedarikçisi ve finansörü oldu. Sovyetler ve Fransa ise başta Arap dünyası olmak üzere İslam dünyasında ulusalcı-sosyalist rejimler kurarak israil’in ömür kazanmasına katkı bulundu.

Görünüşte muktedir bir Hıristiyan dünya! Ama bu Hıristiyan dünya, Yahudiliğe hizmet ediyor. Hem de Filistin gibi Hıristiyanlıkta mukaddes olan bir toprağa, Hıristiyanlıkta lanetlenen bir topluluğun ayak basması, o topraklara hâkim olması için..!

Akıl almaz bir hâl olarak görünebilir. Öyle değil. Çünkü bu Batı, artık eski Hıristiyan Batı değildi, laik Batı’ydı. Yahudiliğe böylesine bir alan açan geleneksel Hıristiyan yapı değil, laik yapıydı. Batı’da laik yaklaşım adeta Yahudi cemaati yükselsin, dünyaya hükmetsin diye geliştirilmişti.

Meselenin İslam dünyası ile ilgili kısmı ve ona karşı ne yapılabileceği ile ilgili tespitler için ne yazık ki sizi gelecek haftaya kadar bekletmek durumunda kalacağım…

Haftaya devam etmek üzere inşaallah…