Mescid-i Aksâ murabıtları, Siyonist terör şebekeleriyle göğüs göğse çarpışırken… Mescid-i Aksâ, yakılmak ile yüz yüze iken… Suudi Arabistan ve müttefiklerinin basınında konu ile ilgili tek haber yoktu. Suudi yönetimi ve müttefikleri, Kudüs konusunda avam diliyle ifade edilecek olunursa “kulakları üzerine yatmışlardı”.
Aynı süreçte Suudi ve müttefiklerinin sosyal medya hesaplarında ise HAMAS’ın Suudi karşıtlığını işleyen paylaşımlar vardı.
Suudi ve müttefikleri, halklarına, “Mescid-i Aksâ’ya sahip çıkmayarak ülkemizi koruyoruz” demeye çalışıyorlar. Tutumlarına “Mescid-i Aksâ’yı kurtarmaya giderken kendi ülkemizden olma riskimiz var” diyerek izahat getiriyorlar. Bu söylemle hem düz akılları ikna ediyorlar hem kendilerinin aslında “zeki” siyasetçiler olduklarını ortaya döküp tatmin oluyorlar. Oysa tarihsel gerçeklik de Siyonistlerin güncel tutumları da onları yalanlıyor.
TARİHE BAKMAK!
Kudüs, 1099’da istila edildiğinde Mısır’da kurulu Fâtımî Devleti’nin elindeydi. Aynı devlet, Mekke ve Medine’yi de tahakkümünde bulunduruyordu.
Haçlılar, Urfa’yı istila edip Antakya’yı kuşattıklarında Akdeniz’de donanmaları bulunan ve Doğu Akdeniz kıyılarında muhkem şehirlere sahip olan Fâtımîler, şehri kurtarmaya gelen Selçuklu İslam ordularına yardım etmediler. Aksine muteber tarih kaynaklarına göre Haçlılara Antakya’da “Hoş geldiniz!” ziyaretinde bulundular, kendilerinin sair İslam dünyasından farklı olduklarını anlattılar, farklarını ispat için onların elçilerini Kahire’ye davet ettiler.
Haçlılar, Antakya’yı alıp güneye doğru yol aldıklarında eski Fâtımî tabisi Trablus şehir devletinin hakimi İbn Ammâr hanedanı da “devletini koruma adına” Haçlılarla yakınlık kurdu, onların atlarına yem verdi. Onların yol üzerinde Maaratunnüman şehrinde yaptıkları katliamı bile yaşanmamış saydı. Öyle ki İbn Ammâr, Haçlılar arasında “Frenklerin İbn Ammâr’ı” diye bilindi.
Nihayetinde Haçlılar, Kudüs’e vardılar; Kudüs’ü kan gölüne çevirdiler, Müslümanların cesetlerini bile yaktılar. Fâtımî Devleti ancak o katliamla irkildi, Filistin’e ordu gönderdi. Bu kez de Dımaşk Tuğteginliler Devleti gibi şehir devletleri, Fâtımîlere duydukları nefretten yeteri kadar harekete geçmediler.
Haçlılar, bu karşılıklı tavırlardan yararlanıp alanlarını genişlettiler. Filistin topraklarından hemen sonra yöneldikleri şehirlerden biri de İbn Ammâr’ın Trablus’uydu. Haçlıların güç buldukça alanlarını genişlettiklerini ve sıranın kendisine geldiğini gören İbn Ammâr, dizini dövdü. Fâtımî Devleti’ne kızgın olan Dımaşk Atabegi Tuğtegin’i de uyardı ve ikili, İslam dünyasının Haçlı zihniyetini anlaması noktasında anahtar bir rol oynadı. Lâkin İbn Ammâr’ın bugünkü Dubai’yi andıran mamur Trablus’u Kudüs’ün istilasından sadece 10 yıl sonra Haçlıların nalları altında kaldı. Kendisi de Abbâsî Halifeliğine bir muhacir olarak sığınıp tarih sahnesinden çekildi.
Dımaşk Tuğteginliler Atabegliği ise sonraki dönemde Büyük Selçuklu valilerine duyduğu öfkeyle Haçlılara yaklaştı ve Musul Atabegi İmâdüddin Zengî günlerinde ona karşı Haçlılarla neredeyse müttefik oldu. Gerekçe çok yabancı değildir: Tuğteginliler, kendilerince akıllıca bir siyasetle, Haçlılara yakın durarak ülkelerini hem Zengî’den hem Haçlılardan koruyorlardı. Oysa Zengî’nin Urfa’yı 1144’te Haçlılardan almasından sonra başlayan II. Haçlı Seferi, Tuğteginlilere bakılırsa “çok anlaşılmaz” bir tavırla kendi şehirleri Dımaşk’a (Şam’a) yöneldi. Şam’a gelen Haçlı kralları, kendilerine karşı cihad eden Zengîlerin ülkesine değil, onlara yakın duran ve Zengîlere de düşman olan Tuğteginlilerin ülkesine kast ettiler. Tuğteginliler, neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Halbuki Haçlılar özleri ile tutarlı bir tutum içindeydiler: Her ne kadar büyük tehdit Zengî’nin vefatının ardından oğulları görünüyorsa da Tuğteginlilerin başkenti Dımaşk (Şam), bölgenin en stratejik ve en mamur şehri olarak daha cazip, dolayısıyla istilası daha kârlıydı.
Tuğteginlilerin büyük veziri Üner uyanmasa Dımaşk da Trablus’un akıbetini yaşardı. Dımaşk kurtuldu ama Şam halkı, Tuğteginlileri affetmedi, Haçlıların giremediği Dımaşk’ı Haçlılara karşı cihad eden Nûreddin Mahmud Zengî ve Şirkûh’a teslim etti. Tuğtegin hakimiyeti tarihe karıştı. Atabeg de İbn Ammâr gibi muhacir olup Abbâsî Halifesine sığındı.
Nûreddin’in hikmetli cihad hareketi sayesinde Şam’a doğru açılamayan Haçlılar, Akdeniz sahilindeki Fâtımî şehirlerinden Askalân’ı istila ettiler. Bugün israil istilası altında olup adı Aşkalon diye değiştirilen Askalân, o dönemde bölgenin en güzide şehirlerinden biriydi. Öyle ki güzelliğiyle “Şam’ın Gelini” diye ünlenmişti.
Haçlılar, 1095’te Avrupa’da hareketlenirken hedefleri sözde sadece Kudüs’ü almaktı. Oysa Askalân’da kalıp “Yeter!” demediler. Mısır’ı da alıyorlardı ki Nûreddin’in komutanları, Şirkûh ve Selâhaddin Mısır’a yetiştiler. Böylece bir zamanlar Haçlılara “Hoş geldin!” diyen Mısır, Haçlılara karşı cihadın tarafına geçti. Haçlıların nalları altında kalma düşüklüğünden kurtulmakla kalmadı, diğer İslam beldelerinin Haçlı belasından kurtulmasında başkomutanlık şerefine de kavuştu. Haçlılarla uzlaşmayı seçen Fâtımî hanedanı ise tarihe karışmaktan kurtulmadı.
O dönemde Haçlılara karşı mücadelenin önemini en geç kavrayanlar, muhtemelen bugünkü Suudilerin atalarının da aralarında bulunduğu Bedevilerdi. Yüzyıllardır ihmal edilen ve bu yüzden aslında haklı olarak Müslüman iktidarlara kızgın olan Bedeviler, kendilerince “oportünist” davranıyorlar, Haçlıların bölgedeki varlığını kendileri için fırsata dönüştürme yoluna gidiyorlardı. Henüz ilk günden zaman zaman Müslümanların tarafına geçseler de genellikle, para ve erzak karşılığında Haçlılara istihbarat imkânı sağlıyorlardı.
Bedeviler, Selâhaddin’in ilk günlerinde devletin henüz oluşum aşamasında olmasının verdiği cesaretle Haçlılara daha da yanaştılar ve Fakih İsa el-Hakkârî gibi Selâhaddin’in sultan olmasını sağlayacak kadar kıymetli bir devlet adamını hem büyük alim hem büyük askeri, zincirlere vurup Haçlılara teslim ettiler.
Şaşırabiliriz oysa o günkü Bedevîlerin tutumuyla bugünkü Suudi Arabistan’ın Filistin mücadelesinin Hicaz’daki temsilcilerini tutuklaması ya da BAE’nin bazı Müslüman şahsiyetlerin Siyonistler tarafından katli için aracı olması arasında hiçbir fark yok aslında!
Bedeviler, Selâhaddin’in büyümesini engelleyerek vahalarında ondan bağımsız kalıp rahat edeceklerini düşünmüşlerdi. Hiç de öyle olmadı. Haçlılar, eski günlerin aksine doğu, kuzey ve güneyden sıkıştırıldıkça Bedevilerin vahalarına bile göz diktiler. Hatta daha da ileri gittiler.
Bugünkü Ürdün sınırları içinde yer alan Kerek Kalesi’nin kontu, Müslüman tarihçiler tarafından Ernat diye bilinen Renaud de Chatillon Kızıldeniz’e açıldı. Hedefinde o güne kadar cihada karşı “kulağı üzerinde yatan” Cidde tarafları vardı. Ama orada da kalmayacak Medine’ye gidecek ve haşa Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’in mübarek bedenini Ravza-i Mutaharra’dan alıp zaferinin simgesi olarak Avrupa’ya götürecekti! “Nerede Muhammed’i benden kurtaracak olan!” diye hadsizce nara atıyordu.
Bedeviler, Renaud’a karşı tamamen hazırlıksızdılar. Haçlılar, hakikatte onu yönlendirdikleri hâlde “Onunla baş edemiyoruz!” modundaydılar. Selâhaddin ise umudunu Haçlıların duyarlılığına bağlayanlardan değildi!
Renaud, hedefine ulaşacağından emindi. Ama Selâhaddin’in emriyle kardeşi Melikü’l-Âdil, ürettiği portatif yapıdaki gemilerin parçalarını develerin sırtına yükleyip Kızıldeniz’e ulaştı, onu orada kıskıvrak yakaladı, adamlarının bir kısmını öldürüp bir kısmını zincirlere vurdu. Renaud günü gelinceye kadar kaçtı, sözde seçkin şövalyeleri ise Selâhaddin’in emriyle Mina’ya gönderilip cihada mesafeli olanlara cesaret olsun diye bizzat o mübarek mekânda infaz edildi.
Selâhaddin, Renaud’u ise elleriyle infaz etmeye yemin etti. Hıttin’de onu esir olarak aldı ve yeminini bizzat yerine getirdi. Herhâlde Kerek Kontu Renaud’un bu şekilde can vermesine en çok Bedeviler şaşırmışlardır. Zira dış güçlere karşı savaş geleneği olmayan o yapılar Selâhaddin gibi İslam kahramanlarını dahi gelip geçici görürken Renaud gibilerini adeta yedi canlı biliyorlardı. Bedeviler, o günlerde ancak Hıttin gibi bir zaferden sonra hizaya geldiler.
O GÜNDEN BUGÜNE BAKALIM!
Haçlıların Arz-ı Mevʿûd gibi bir ideali yoktu. Buna rağmen, Kudüs’le yetinmeyip yön farkı gözetmeksizin etrafa açıldılar. Buna karşı, Arz-ı Mevʿûd idealini dillendiren Siyonistler, Filistin’e tamamen hâkim olduktan sonra orayla yetinirler mi?
Haçlılar, kendileriyle savaşan Nûreddin’in Halep’iyle kendileriyle uzlaşan Tuğteginlilerin Dımaşk’ı arasında kaldıklarında Dımaşk’ı almayı daha kârlı bulup orayı almak istemişlerdi.
Siyonistler, Suudi’nin yok etmek için uğraştığı Müslüman unsurları aşıp Lübnan’ın yoksul köyleri ile Suudi, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in dünyaca zengin kentleri arasında kaldıklarında öncelikle nereyi tercih etmeleri beklenir? Yoksul köy ve kasabaları seçip Riyad, Manama, Dubai; İbrahimî amcaoğullarımız Araplara mı kalsın diyecekler?
Bırakın Dubai’yi son dönemde Yahudi araştırmacılar, Yemen’in verimli vadisi Hadramevt hakkında araştırmalar yayımlıyorlar. Tarihte bir grup Yahudi’nin orada yaşamasından yola çıkarak Hadramevt’i bir Yahudi yurdu gibi tanıtıyorlar. Vakanın özünde daha önce Filistin için ne yapmışlarsa aynısını yapıyorlar: Önce tarihsel veriler ortaya atmışlar, sonra işgal için harekete geçmişlerdi!
Hadramevt’i de bir yana bırakalım, Filistin’i ana yurdumuz diyerek istila eden Siyonistler, “İslam’dan önce Medine’de iki Arap kabilesi oysa üç Yahudi sitesi vardı. Medine’nin asıl sahipleri biziz. İslam Peygamberi, Beni Kaynuka, Beni Kureyza, Beni Nadir Yahudilerini tehcir ve katl yoluyla Medine’den çıkardı, onların intikamını alacağız!” demeyecekler mi?
Ya Hayber! Bizim unutmadığımız Hayber’i siyasi sermayelerini tarihte arayan Yahudiler unuttular mı? Hayber, Yahudilerin tarih boyunca nüfus çoğunluğuna ulaştıkları nadir şehirlerden biridir ve israil ırkçısı hiç kimsenin gözden kaçıramayacağı kadar tarihsel bir öneme sahiptir. Filistin’i talep eden, Hayber’i neden talep etmesin?
Öte yandan Siyonistler, Sina Çölü ana yurdumuzdur, Mısır atamız Hz. Yusuf’un kuyudan çıkıp siyasi iktidar alanı bulduğu ilk yerdir; Habeşistan ve Orta Afrika en eski yurdumuzdur, diyorlar. Bunları öyle perde arkalarında söylemiyorlar. Hem Filistin’e tarihsel yurt söylemi ile gelen Siyonistler, buraları tarihlerinden mi silecekler? Mısır ve Afrika’ya açılmak istemeyecekler mi?
Arap ülkelerini yönetenler, tarihsel veriler ve bu tablo karşısında, zevk ü sefa içinde, hakikaten bir akıl tutulması yaşıyorlar. Üstelik, geçmişin aksine zevk ü sefalarının bir kısmını halklarıyla da paylaştıkları için halklarının da bir kısmını ikna edebiliyorlar. Dolayısıyla yönetimlerle ilgili akıl tutulması kamularına da yayılıyor.
Buna karşı İslam dünyasında çok güçlü bir uyandırma hareketine ihtiyaç vardır:
Bugüne kadar biz, Kudüs meselesini hep Mescid-i Aksâ’nın mukaddes olması ve Filistinlilerin mağduriyeti üzerinden anlattık. Oysa zevk ü sefaya dalanlar için kendi mukaddesatları önemsizleştiği gibi başkalarının acısı da önemsizleşir.
Ne mukaddesatın ayaklar altında çiğnenmesi onların gözlerini nefsanî bakışlardan duyarlılıklar dünyasına çeker ne mazlumun çığlıkları onların eğlenceye dalmış kulaklarını açar!
Kudüs’ün mukaddes yanını anlatmak ve Filistin’in çığlığını duyurmak elbette elzemdir. Lâkin dünya ehlini uyandıracak olan, onların dünyaları ile ilgili riskleri onlara hissettirmektir. Çünkü bedenleri yeme, içme ve yatma ile uyuşanlar; bedeninden yana bir acı hissetmeden asla harekete geçmezler! Mukaddesat, ahiret endişesi olanlar içindir. Dünya ehline, dünyayı haber vermek gerekir.
Çok güçlü bir diplomasi ve kamu diplomasisi ile Arap ülkelerini yönetenler gibi halklarına da Filistin’in bugününün onların yarını olduğunu onlara hissettirmek gerekir.
Bizim ırkçı ve mezhep fırsatçısı yapıların söylemini terk ederek dindar-seküler farkı gözetmeksizin bütün Arap unsurlara bunu fark ettirecek hikmetli bir söyleme gereksinimimiz var.
Bugün belki “Hayber Hayber Ya Yahud!” demekten öte “Hayber Hayber ya Arap!” dememiz gerekir. Çünkü Hayber, Yahudi için tarihsel bir hatıradır. Oysa Arap için Hayber, kaçamayacağı tarihsel bir gerçekliktir.
Siyonist, sadece bugünün değil, tarihin de intikamının peşindedir ve bugün o tarihi mekânları ellerinde bulunduranlar, yarın o intikamın hedefi konumundalar. Bunu fark etmelerini, daldıkları zevk ü sefanın getirdiği ölüme eş uyuşmuşluk engelliyor. Biz, onlara bu zevk ü sefanın kaçmakta olduğunu anlata anlata onları uyandırmakla, hikmeti kalplerinin derinliklerine işleyip onları ihya etmekle mükellefiz.