İslam dünyasında geçmişten beri “Tûluat” şeklinde geleneksel bir tiyatro vardı. Köylerde, kasabalarda hatta şehir merkezlerinde herhangi bir noktada oyuncular sahneye çıkar ve seyircilere hem ders vermeye hem onları güldürmeye dönük gösterilerde bulunurlardı. Bu genellikle çok saf ve temiz bir gösteri tarzıydı. Ehl-i kalb tarafından pek hoş karşılanmazsa da daha çok bir kültür unsuru olarak hoşgörüyle karşılanır ve icrasına ses çıkarılmazdı.
Günümüzde profesyonel tiyatro olarak nitelendirilen Batı tarzı, metinli tiyatro ise Osmanlıda ilk kez gayrimüslimler tarafından bilinmeyen bir tarihte, Batı’dan ithal edildi.
Tanzimat yıllarının verdiği cüretle gayrimüslimler, tiyatro çalışmalarını daha açıktan yaptılar, seyirci kitlelerini de Müslümanlara doğru genişlettiler. Bu genişleme sırasında tiyatronun sadece metin yazarlığı kısmında Müslüman isimlere yer verildi. Ancak o kişiler de Batı’da eğitim görmüş, Batıcı ve Masonik bağları bulunanlar arasından seçildi. Böylece gayrimüslimlerin elinde doğan, profesyonel sahne sanatı, Mason ve Batıcı müelliflerin metinleriyle sözde bir yerlilik kazandı.
1844’te kurulan Naum Tiyatrosu ve 1859’da Güllü Agop'un kurduğu Gedikpaşa Tiyatrosu, Osmanlı’nın Batılı anlamda ilk tiyatro sahneleridir. Her ikisi de Ermeniler tarafından ve Batı destekli olarak kurulmuştur.
- Meşrutiyet yıllarına yaklaşıldığında tiyatro, söz konusu metin yazarlarının üretimleri ile gayrimüslimlerin sahne faaliyeti siyaseti yönlendirmek için bir savaş aracı gibi kullanıldı. Bu arada söz konusu dönemde devrin ruhuna da uygun olarak bazı milli ve İslâmî konular da tiyatro metinleri arasında yer aldı. Endülüs’ün düşmesi gibi Osmanlı uyanışı açısından önemli bir konu dahi işlendi. Ancak bunda da bir tuzak söz konusuydu.
Bu konu seçiminin en protip örneği hiç kuşkusuz Namık Kemal’in “Vatan Yahud Silistre” eseridir. 1853 Kırım Savaşı’nı işleyen eserin konusunda acayipliklere rağmen İslam dünyasını savunma gibi bir eğilim öne çıkmaktadır. Oysa gaye İslam dünyasını savunmak değil, daha sonra katledilecek olan Sultan Abdülaziz’e karşı bir isyan oluşturmak ve akli dengesi ile ilgili sorunlardan söz edilen V. Murad’ı sultan yapmaktır.
Metnin yazarı Namık Kemal’dir ama metin 1 Nisan 1873’te Ermeni Güllü Agop tarafından Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahneye taşınmıştır. Bu arada 1 Nisan tarihinin özellikle seçilmiş olması da muhtemeldir. Zira 1 Nisan, Hıristiyan aleminde Paskalya Bayramı’nın başlangıcıdır. Hıristiyanlığın doğuşunun Hz. İsa aleyhisselam ile ilgili kısmında son safhaya işaret eden bu tarihin özellikle seçilip seçilmediği bilinmemektedir. Ancak gayrimüslimler ilk kez bu oyunla, Osmanlı toplumunu Batı’nın sanat müktesebatı üzerinden yıkabileceklerine inanmış olmalılar. Çünkü “oyun” gerçekten tutmuştur. Defalarca sahnelenmiş ve binlerce kişi tarafından izlenmiştir.
Oyun, beklendiği gibi Osmanlı idaresi tarafından tepkiyle karşılanmış; oyunun sahnelenmesinden sonra çıkan olaylar üzerine metnin yazarı Namık Kemal, İstanbul’dan sürülmüştür.
Vaka, bütün yönleriyle Osmanlı idaresini güç durumda bırakmıştır. Metnin içeriğinin Osmanlı-Rus Savaşlarından gelmesi, idarenin bu konulara ilgi duyan halk tarafından eleştirilmesine yol açmış. Tiyatro gibi Batılılaşmanın simgelerinden bir sanata yönelik tutum, idarenin Batı ülkeleri nezdinde; Namık Kemal’in sürgünü ise Genç Osmanlılar tarafından açıktan veya gizliden kınanmasına yol açmış, güç durumda bırakmıştır.
CUMHURİYET YILLARINDA TİYATRO VE SİNEMA
Cumhuriyetten önce tiyatro sahnelerinde ilk Müslüman oyuncular görülmeye başlandı ama Müslüman kadınların oynaması yasaktı. Tiyatro, hâlâ gayrimüslimlerin hegemonyasındaydı.
Cumhuriyet yıllarında tiyatro yerlileştirilirken gayrimüslimler ve masonların ağırlığı yine devam etti. Bu dönemde öne çıkan iki isimden Muhsin Ertuğrul ve Afife Jale, ultra Batıcı isimlerdir.
Soldan İslâmî çizgiye geçen ve ne yazık ki geçtikten sonra işsiz kalan tiyatro sanatkârı Ulvi Alacakaptan’ın ifadesine göre Cumhuriyet İstanbul’unda “Harbiye’de dört tane tiyatro var: Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Cemal Reşit Rey Tiyatrosu, Lütfü Kırdar Kongre Sarayı ve Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu. Bunlar yan yanadır ve dördü de Masondur.”
Masonlar, Osmanlı günlerinde Batı ile ilişkilerde bir ara unsur olarak kullanılmış, Cumhuriyet Dönemi’nde ise Osmanlı Devri azınlık patronlarının vekaletini üstlenmişlerdir.
Muhsin Ertuğrul, aynı zamanda tiyatrodan Türk sinemasına geçişe öncülük etmiştir.
Namık Kemal, tiyatroyu “eğlendirirken eğiten bir sanat” olarak görmüştür. Buradaki eğitmekten kasıt, Batılılaştırmaktır; eğlendirmeyi ise “uyuşturma” olarak anlamanın bir yanlışı olmaz. Tiyatro, Osmanlı günlerinde uyuşturarak Batılılaştırma aracı olarak iş görmüştür.
Tiyatro, Cumhuriyet Dönemi’nde bu rolünü sinema ve daha sonra dizi filmlerle paylaştı.
Muhsin Ertuğrul’un öncülüğünde oluşan Türk sineması, “Haya imandandır.” Hadis-i Şerif’inin ifade ettiği esasa karşı, adeta “Müslümanın hayası gidince imanı ayakta kalmaz.” esasıyla hareket etti, ahlaksızlığı beyaz perde sanatının merkezine yerleştirdi. Belki daha güçlü bir ifadeyle hayasızlığın sanatını icra etti. Bununla da kalmadı. İslam’ın bütün simgelerini kullanarak İslâmî esaslara karşı savaştı. Hoca kılıklı tipler üzerinden alimleri yıpratmaktan cami cemaatini aşağılamaya, elini uzatabildiği her alana uzattı. Ama bu sözde Türk sineması en çok aileyi vurdu.
TÜRK DİZİLERİ DÖNEMİ
Renkli televizyonun yaygınlaşması ve özel kanalların açılmasıyla sinema; tiyatro ile birlikte varlığını elbette sürdürdü. Fakat televizyon, gün geçtikçe sinemanın önüne geçti. Bu çerçevede dizi film oyunculuğu, tiyatro ve sinema ile ilişkili olarak başlı başına bir sektör hâline geldi.
Dizi filmler, temelde sinema ve tiyatro ile aynı işlevi yerine getirdi, toplumu uyuşturarak özünden kopardı.
Bu filmler, gayri meşru bir yaşam tarzının odağına dönüştü, içki ve aile içi şiddetin yayılmasında büyük rol oynadı. Aileyi dağıttı, toplumu köklerinden kopardı.
Bu noktada dikkat çekici husus Marksist bir eğilimle, hayatın tamamen bir çatışma alanı olarak gösterilmesidir. “Türk dizisi” diye etiketlenen dizilerin tamamında neredeyse bu Marksist yaklaşım hakimdir.
Bu dizilere hakim olan ortak diğer bir unsur ise Freudçu bir yaklaşımla sınırsız cinselliğin “aşk” diye merkeze oturtulmasıdır. Bu dizelerde cinsellikle kişilerin dikkati diziye çekilir, şiddetle kişilerin hareket tarzı bozulur ve hareket tarzı bozulan kişi, aileye karşı bir terminatör/bir kiralık katil gibi kullanılır, onların elleriyle ailenin imhası hedeflenir. Ne yazık ki aileler, bu sahneleri izleye izleye uyuşmuşlar ve bir tür intihara gitmişlerdir. Dolayısıyla bu güldürürken eğitme, tam anlamıyla uyuşturarak imha projesine dönüşmüştür.
Bu arada dizi sektöründe en azından görünürde geçmişin tiyatrosundaki gayrimüslim-Mason ortaklığı yerini radikal Marksist-Mason ortaklığına bırakmıştır. Bu koalisyon geçmişte Rum-Ermeni desteği altında iken günümüzde daha çok gizli Yahudi patronlar desteğiyle yürümektedir.
Dizilerin özellikle radikal Marksist-Mason ortaklığınca çekilenlerinde yoğun bir ırkçılık ve din düşmanlığı söz konusudur. Örneğin, soygun gibi bütün kötü roller Kürtlere verilir ve sahtekarlık gibi roller dindarları çağrıştıran kıyafetlerin içinde olanlar üzerinden anlatılır. Bir dönemin Amerika’sı ve Güney Afrika’sında ırkçılık nasıl yapılıyorsa bu dizilerde de ırkçılık öyle yapılmaktadır.
Bunun yanında bu dizilerde genellikle İslam’a yönelik doğrudan bir saldırı bulunmaz, Kürtlere yönelik hakaretler geçmez. Halbuki bunların tanınmış bir Marksist tarafından geliştirilen polisiye versiyonunda ırkçılık ve İslam düşmanlığı bugüne kadar isimler ve roller üzerinden anlatılırken artık terörü işleme adına açıktan İslam düşmanlığı da yapılabilmektedir. Ki bu İslamofobiyi geliştirenlerin klasik bir yöntemidir ve belli ki diziyi çekenler Joe Biden Amerika’sının yeni bir Gezi provokasyonunu destekleyeceğinden eminler.
“DİNSİZ DİZİLER” “DİN KARŞITI DİZİLER”DEN DAHA MI AZ SORUNLU
Öte yandan sözde Anadolu ve İstanbul şehir kültürü dizisi olarak lanse edilen diziler de hiç de az sorunlu değildir.
TRT’nin çekiminde öncülük ettiği bu diziler, 300 bölüm boyutuna ulaşsa dahi size bir ezanı dinleme tadı vermez, izleyicisinden öyle bir tadı esirger. Aktif bir cami sahnesi onlarda yer almaz. Geçmiş versiyonlarında duvarda asılı bir Kur’an-ı Kerim bulunurdu. Yeni versiyonlarında o da yok. Öte yandan eski versiyonlarında en azından köy ve mahalle kadınları yarım yamalak da olsa tesettürlüydü. Yeni versiyonlarında en ücra köylerin anlatımında babaannelerin bile başı açık. Çok ilginç bir şekilde 28 Şubat Dönemi’nde ders kitaplarına getirilen bu kriter her nasılsa TRT dizilerine taşındı. Bu, Anadolu manzarası açısından gerçekçi değil ve bununla beraber bir sosyal mühendislik kokusu taşıyor.
Bu dizilerin iyi ahlak, yardımlaşma, komşuluk, akrabalık gibi kimi olumlu görünen yanlarına gelince cinayetin alası asıl burada işleniyor.
Zira İslam medeniyetinin ürünü olan bir yaşam tarzı, bu dizilerde İslamsız anlatılıyor. Böylece hem İslam kaynaklı kazanımlar, İslam’dan çalınıyor hem İslam kaynaklı bu kazanımlar, İslamsız hatta dinsiz/ultra laik yeni bir toplumun üretilmesinde kullanılıyor. Çünkü bu sahneler üzerinden kişilerin dinden uzak olsalar da söz konusu ahlaki değerleri taşıyabileceklerine dair bir kanaat oluşturuluyor ve seküler ahlak dediğimiz bir ahlak olarak sunuluyor. Kim bu olağanüstü sinsice projeyi geliştirmişse uluslararası sosyal mühendislik ödülünü fazlasıyla hak ediyor!
TEPKİYLE KALMAK
Sanat söz konusu olduğunda eleştirmek sadece kısmi bir uyarı olarak işlev görür. Söz konusu sanat olunca eleştirmenin bir reklam değeri taşıması dahi mümkündür. Bunun için bu tür konuları işlerken on kez düşünmek durumunda kalıyor duyarlı insan.
Sanat maskesi altında yapılan üretimlerle baş etmenin yolu, bu faaliyetlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak da değildir. Onlara karşı yeni bir sanat üretmektir.
1980’li yılların ortalarında özellikle daha az masraflı tiyatro alanında çok sağlam üretimler yapıldı. Ulvi Alacakaptan’ın başrol oyuncusu olduğu “Başkasının Ölümü” tiyatrosunu lise yıllarımda izlemiş ve herkes gibi dehşet noktasında etkilenmiştim.
Bu tür üretimler, 28 Şubat sürecinde terk edildi. Ama mesele sadece 28 Şubat değildir, sanatın gücüne inanmamaktadır. Hz. Resül-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem döneminde şiirin gücünü tekrarlayıp durduğumuz hâlde sanatı benimsememektir, sanata kuşkuyla yaklaşmaktır, sanatın rolünü de camideki vaaza yüklemektir.
En azından son yirmi yıllarda yaşadıklarımız, bunun doğru olmadığını öğretmiş olmalıdır. Sanat camideki vaazın yerini tutamaz ama vaazın etkisini camiye gitmeyen kitleye ulaştırabilir, cami cemaatini büyütebilir. Bu, çok açık. Bunun için belki bugün birkaç genç için iyi bir tiyatro sahnesi açmak, bu yöndeki dizi filmleri desteklemek en hayırlı hizmetlerden kabul edilmeli, sadaka-i cariye olarak değerlendirilmelidir.