Türkiye’de İslâmî kesim arasında her sınıftan insan var. Ama Osmanlı’nın son dönem üst idaresinden kayda değer kimse yok. Hatta geleneksel sağ içinde bile o sınıftan bilinen biri bulunmaz.

Koca bir imparatorluğun idarecileri nereye gittiler? Diye merak ediyorsanız, sorunuzun cevabı öyle derinlerde değildir.

Benim dikkatimi ilkin edebiyatçılar çekmişti. En başta Nazım Hikmet, sonra Kemal Tahir, Orhan Kemal hep Osmanlı idaresinin merkez veya taşra teşkilatında görev alan isimlerinin çocukları. Örneğin Nazım Hikmet, anne yönünden Polonya Yahudiliğinden gelme Osmanlı Paşası Mustafa Celâleddin Paşa’nın torunu. Bunlar, yoksulluk edebiyatını sadece hizmet ettikleri ideolojiler için malzeme etmişlerdi.

Dikkatimi çeken diğer sınıf ünlü gazetecilerdi. Örneğin, Hasan Cemal, İttihat ve Terakki’in meşhur üçlüsünden Cemal Paşa'nın torunudur.

En son dikkatimi çeken grup “sanatçı” denen tiyatrocu/sinemacı sınıfı. Yakında vefat eden bir isim dahil, önde gelen isimlerinin, daha doğrusu o sanatların ipini elinde bulunduruyor görünenlerin neredeyse tamamı birer paşa torunu.

Ne garip değil mi? Osmanlı ordusunda savaşan askerlerin sahnelerde çocuk eğlendiren evlatları!

Bu dönüşüm, çöken bir imparatorluğun ardından bir mağduriyetin neticesi miydi? Kesinlikle değil. Zira söz konusu kişilerin çoğunun babaları aynı zamanda Cumhuriyet Dönemi’nde de görev almış ve maddi bir refah içinde. Üstelik hayat hikâyelerine bakıldığında da bu isimler maddi bir arayışla “sanat”a yönelmiş değiller.

Öyleyse neydi bu paşa torunu eğlendiricilerin hikâyesi? Ne yazık ki bu sorunun cevabı, bizi Müslümanların son iki yüzyılda yaşadıkları acı dönüşüme götürüyor.

Önce o paşalar, Osmanlı idarecisi olarak Müslüman toplumu Batılaştırmakta dipçikleriyle görev aldılar. Yüzyılı aşkın mekanizmanın postallıları olarak görev yaptılar. Sonra onların evlatları; kalemleri, dilleri, jest ve mimikleriyle gazete köşelerinde, kitaplarda yazdılar; sahnelerde, beyaz perdede oynadılar. Batılılaşmanın propagandasını ve aynı zamanda “rol modelliği”ni yaptılar. Batılılaşmayı getirenlerin çocukları olarak “örnek ve kârlı Batıcı” modeli diye toplumun önüne düştüler.

Bu basit bir sosyolojik tahlille bir tür “askeri güç-yumuşak güç” devri gibi bir şey. Askeri güçle dönüştürülemeyen Müslüman evlatlarının yazı ve “sanat”ın yumuşak gücüyle dönüştürülmesi…  

Dolayısıyla bu paşa torunları, bu sahaya özellikle çekildi.

Sahneye atılanlar, sadece Batılılaşma yanlısı ya da Batıcı Osmanlı büyükleri de değil, ona karşı duran bazı alimlerin torunları da hem de en dipte sahneye sürülmüştür.

Düşünsenize? Toplum, “sanat”la uğraşanların yaşam öyküsünü merak ediyor ve sahnede gördüğü güldürü malzemesi şahsiyetin aslında bir Osmanlı paşası evladı olduğunu anlıyor. O andan sonra onun için iki ihtimal vardır: Osmanlı ile ilgili bütün ihtişam hikâyelerinin bir anda çökmesi ya da içinde modernleşme eğiliminin oluşması. Her ikisi de hedeflenmemiş değildir.

Daha kötüsü ise, sizin kimliğine baktığınız matrağın bizzat saygı duyduğunuz bir alimin hatta bir mürşidin evladı, torunu çıkmasıdır.  

Bu, çok sistematik bir proje. Yüzyıllara yayılan ve henüz son bulmayan bir mühendislik…

Acı da olsa öykünün gerçeği bu.

Lâkin bu işin bir diğer yüzü var. O da İslam’ın muazzam direnme kabiliyetidir. Bunca oyun, bunca örgütlü programlar, sinsice projeler karşısında toplumun kalbinden sökülemeyen din…

İslam, bu topluma ne verdi de bu toplum, İslam’a bu kadar muhabbetle bağlandı; onun emirlerini ihlal etse dahi ona karşı durmayı asla kabullenmedi?

Batıcılar, araştırmalarını önyargılarıyla başlatıp, sürdürüp bitirdiler. Lâkin hakikati bir türlü anlayamadılar. Biz ise henüz bunun üzerinde yeteri kadar kafa yormadık.

İslam’ın toplum içindeki bu muazzam gücündeki sır, genç araştırmacıların gayretlerini bekliyor.