Selâhaddîn-i Eyyûbî, Miladi takvime göre 4 Mart 1193’te vefat etti. Dolayısıyla yarın, onun 828. vefat yıldönümüdür. Onun vefatı üzerinden geçen süre, dokuz asra doğru yol alıyor.  

Aradan geçen sekiz asrı aşkın süredir, Müslümanlar, Kudüs’ün fatihini elbette belleklerinde yaşattılar. Müslüman olmayanlar da onu insanlığın önderlerinden biri olarak anmaya devam etti. Örneğin bu yazıya hazırlık bağlamında okuduğum bir akademik makale, Selâhaddin’in Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’den sonra Batı’da en çok bilinen Müslüman olduğu notunu düşmüş. Bu tanınmışlık Batı’yla da sınırlı değil, bilindiği kadarıyla İslam alemi dışındaki bütün dünyada Hz. Peygamber’den sonra en çok sözü edilen İslam önderi Selâhaddin’dir.

İslam dünyasında Selâhaddin, yüz-iki yüzyıl öncesine göre daha çok biliniyor. Ancak yedi yüzyıl öncesine göre değil. Öte yandan zihin dünyamızda parçalı ve statik bir Selâhaddin var. Büyük çoğunluğumuz, Selâhaddin’i at sırtında Kudüs’e doğru giderken hayal etmekteyiz. Ancak anlatıma gelince her birimiz, ayrı bir Selâhaddin tarifi yaparız. Bu tariflerin ortak özelliği ise Selâhaddin’in tarihsel bir süreç gibi durgunlaşmış ve yaşadığı günde takdir edilecek bir şahsiyet olarak kalmış gibi tasavvur edilmesidir. Türkiye’ye has olarak onun ırksal kökeni ile ilgili söylenenler ise gülünç denecek kadar yersizdir.

Analizimizde bu bağlamda Selâhaddin algısıyla ilgili bir değerlendirme yapacağız.

BATI’DAKİ SELÂHADDİN ALGISI

Selâhaddin, henüz yaşadığı dönemde Batılılar tarafından Hıristiyanlığın en büyük düşmanı ilan edildi. Ancak aynı Batı, onu Haçlı Kronikçisi Piskopos Surlu William’ın ifadeleriyle keskin ve büyük bir zekâya sahip, büyük bir savaşçı ve hiçbir insanoğluna nasip olmayacak kadar cömert bir hükümdar olarak da kabullendi. Yine William’a göre Selâhaddin; adildir, nezaket sahibidir, ihtiyatlı ve dinine sıkıca bağlı bir hükümdardır.  

Yine devrin Haçlı tarihçilerinden Ernoul, Kudüs’ün fethinden sonra Haçlıların kadın ve çocuklarının; Selâhaddin gibi bir hükümdarın yeryüzündeki varlığı için “Tanrıya” şükrettiklerini yazar.

Selâhaddin’in Hıristiyanlığın başına getirdiği en büyük felaket, İslam’ın altıncı asrını doldurduktan sonra yok olacağı kehanetinde bulunan kilisenin iddialarını boşa çıkarması, dolayısıyla kiliseyi itibarsızlaştırmasıdır. Bu süreç, yeğeni Büyük Sultan Melikü’l-Kâmil’in de katkılarıyla Batı’nın Hıristiyanlığı sorgulamasının; reform ve Rönesans sürecine geçmesinin önünü açmıştır. 

Filistin ve Mısır’a yönelik Haçlı Seferleri sonrası Avrupa’sında ise Selâhaddin, Hıristiyan olmayan en faziletli kişilerden biri olarak kabul edilmiştir. Şiddetli bir İslam düşmanı olan İtalyan şair Dante bile onu Sokrat, Eflatun, Öklid gibi Yunan filozofları ile İslam dünyasının iki düşünürü İbn Sina ve İbn Rüşd ile yan yana anar. Ancak ona göre Selahaddin, bunların arasında da özel bir yere, parlak bir konuma sahiptir. Dante’den sonra Boccaccio gibi modern Batı edebiyatının kurucuları da onu faziletleriyle anmışlardır.

  1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı orduları Filistin’den çekildiğinde İngiliz General Edmund Allenby veya Fransız General Gouraud’ın “Kalk! Selâhaddin, biz geldik” veya “Haçlı Seferleri, şimdi son buldu” dediği aktarılır.

Selâhaddin’e karşı modern Haçlı savaşı ise Batı’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlatılmıştır. İsrail’in Filistin toprakları üzerine konması ve ardından Kudüs’ün istilası ile kızışan bu savaş hâlâ en gür ateşiyle devam etmektedir. Bunda hiç kuşkusuz Yahudilerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ve Amerika’daki bilgi kurumlarında ağırlıklarının artmasının ilgisi vardır.

İslam dünyasının siyasal olarak güçlü olduğu günlerde Selâhaddin övgüleri ile Müslümanlarla iletişim kurmaya, onlara yanaşmaya çalışan Yahudiler, Müslümanların zayıf düşmeleri ve Filistin meselesinden sonra Selâhaddin ve Nûreddin Mahmud Zengî’ye karşı düşmanlığın hem üreticisi hem finansörü oldular.

Kalem ve günümüzde ekran kullanarak savaşan “modern Haçlı Savaşçıları”, kadim Haçlı Savaşçılarından çok daha vicdansızdırlar. Aslında “Siyon Yıldızı Savaşçıları” dememiz gereken bu kalemli ve ekranlılar, kadim Haçlı Savaşçılarından bin kat daha da sinsidirler. Geçmişin zalim de olsa savaşçı ve mert şövalyeliği; yerini modern Batı’da sinsi ve arkadan hançerleyen ihanet ruhlu (kalleş) ve kalemli bir savaşçı tarzına bırakmıştır.

Bu çerçevede Avrupa ve Amerika’da Müslümanların bu büyük iki şahsiyetle ilgili algılarını değiştirmek üzere muazzam akademik çalışmalar yapılıyor ve bu çalışmalar, medya üzerinden aralıksız servis ediliyor. Bu savaşı başlatıp esaslara bağlayan; geçmişte İngiltere istihbaratında çalışmış, daha sonra ABD’de tepe noktalarda bulunmuş, Neo-Şarkiyatçılığın öncüsü Bernard Lewis’tir.

Lewis’in yönlendirdiği Yahudiler, Selâhaddin, Müslümanların zihninden silinmedikçe Filistin’de rahat etmeyeceklerine inanmışlar, o hırsla hareket ediyorlar. Gerek İsrail’de gerek Avrupa ve ABD’de kimi zaman daha az bilinen Nûreddin’i odağa alarak ama çoğunlukla bizzat Selâhaddin’in şahsına yönelik dezenformasyon yapıyorlar. Bu arada Nûreddin’e yönelik dezenformasyonu da Selâhaddin’e yönelik bilmek gerekir. Zira Selâhaddin’in şahsıyla ilgili oluşmuş olumlu algının kolay yıkılmayacağını bilen söz konusu dezenformasyon memurları, Nûreddin’in ihlası, fedakârlığı etrafında kuşkular uyandırarak Selâhaddin’le de ilgili kuşkular uyandırabileceklerine inanıyorlar.

Bunların ve yerli acentelerinin saygın birer bilim adamı gibi kabul edilip okunması hakikaten üzücü ve can sıkıcıdır. Bunlara karşı bir an önce iki büyük İslam önderiyle ilgili yeni ve güçlü çalışmaların yapılması gerekiyor. Bu yeni tarz “Haçlı Seferi”ne karşı, aynı malzemelerle ama mertçe cevap vermek elzem görünüyor.

MÜSLÜMANLARIN SELÂHADDİN ALGISI

Selâhaddin’i, İslam’ın medar-ı iftiharı Dört Büyük Halife dahil, bütün Müslüman hükümdarlardan farklı kılan bir özelliği vardır. Kâtip ve müsteşarlarının onun hükümdarlıktan sonraki hayatını adım adım kayda geçirmeleridir.

Bu noktada Müslümanlar, Selâhaddin’in kâtibi İmâdüddin el-İsfahânî ve son yıllarındaki müsteşarlarından Kadı İbn Şeddâd’a çok şey borçlular. Bu iki şahsiyet, kalemlerine sarılarak Selâhaddin’in yaşam öyküsünün ve Allah yolunda cihadının o günlerde kalıp unutulmasını engellemişlerdir; Selâhaddin’in kılıcının şakırtısı gibi kalbinin de sesini bugüne ulaştırmışlardır.  

Özellikle İbn Şeddâd, Selâhaddin’in çok yönlülüğünü öğrenmemizde önemli bir paya sahiptir. Bu arada İbn Şeddâd’ın tarihçi İbnü’l-Âdim’in hocası olduğunu, Mevlânâ Celâleddîn- Rumî’nin ise öğreniminin önemli bir kısmını Halep’te İbnü’l-Âdim’in yanında gördüğünü belirtmekte fayda vardır.

İbn Şeddâd’ın Selâhaddin’le ilgili çok kıymetli notlardan bazıları şunlardır:

“Selâhaddîn, rahmatullahi aleyh’in güzel bir akidesi vardı. O akide üzerinde çokça zikrederdi.”

“en-Nisâbûrî, akide konusunda kendisi için gerekli bilgileri, bir kitapçıkta toplamıştı.” “Kendisi o akide kitapçığındaki bilgileri, daha küçükken kulaklarının derinliğine işlesin diye, çocuklarına okutma hususunda hırs derecesinde çok istekliydi. Onu çocuklarına ezberletirdi.”

“Muhakkak ki namazın cemaatle kılınması konusunda keskin bir düzene sahipti. Vefatına kadar yıllardır, cemaatsiz hiç namaz kılmamıştı.”

“Geceleyin uyandığında belli sayıda rekâtı kılmayı sürekli hâle getirmişti. Gece uyanamazsa o rekâtlarını sabah namazı öncesinde mutlaka kılardı.”

“Kendisine zekât düşecek kadar malı olmadan vefat etti.”

“Vefat ettiğinde hazinesinde altın ve gümüşten 47 Nasırî dirhem ve 1 Surî dinardan başka para yoktu.”

“Yüce Kur’an’ı dinlemeyi çok severdi.”

“Hadis dinleme konusunda çok iştiyaklıydı.”

“Adildi, şefkatliydi, merhametliydi, güçlüye karşı zayıfın yanındaydı.”

Hemen sonraki dönemde onların talebesi konumunda olan veya bizzat talebeleri olan tarihçi Ebû Şâme, İbn Vâsıl ve İbn Hallikân ise gerek Nûreddin gerek Selâhaddin’le ilgili Müslüman algısının ikinci nesil mimarı konumundalar.

Onların sahih aktarımlarının yanında, Selâhaddin’le ilgili çok yönlü doğru veya yanlış Müslüman üretimleri de devam etmiştir. Bu üretimlerin ortak özelliği istisnasız tamamının Selâhaddin’in lehinde olmasıdır. Bu yönüyle Selâhaddin, İslam aleminde üzerinde en çok ittifak edilen şahsiyettir.

Yine bu ilk dönemde Selâhaddin’le ilgili anlatımların en mühim yönlerinden biri, anlatılanların aynı zamanda şiirle desteklenmesidir. Devrin şairleri, onu en güzel şekilde anarak onun mükemmel bir İslam kahramanı olarak halkın belliğinde nakşolmasını sağlamışlardır.

MODERN İSTİLA DÖNEMİNDE MÜSLÜMANLARIN SELÂHADDİN ALGISI

Selâhaddin, müsteşriklerin de dikkat çektiği üzere Müslüman belleğinde hep bir yere sahip oldu, sair bir hükümdar gibi görülmedi, sevildi, rahmetle anıldı ve Hulefa-yi Râşidin gibi misal gösterildi. Bununla birlikte Selâhaddin’le ilgili anlatımlar, genellikle 15. yüzyıl Mısır Memlûk tarihçileri ile son buldu gibi.

Selâhaddin, yaklaşık dört yüzyıllık bir fetret sürecinin ardından ancak Miladi 19. yüzyılda İslam dünyasının yeni bir istila dalgasıyla karşılaşması üzerine bir daha bağımsız eserlere konu oldu. Bu devirde, onu güçlü bir şekilde ananlardan biri, hiç kuşkusuz işin ehli olmayan ve devrin Müslüman alimleri arasında itibarı bulunmayan “aydınlardan” Namık Kemal’dir.

Mehmet Akif’in, I. Dünya Savaşı’nın Müslümanlara yönelik veçhinin en önemli cephelerinden olan Çanakkale’nin şehitleri hakkında söylediği “Sen ki son ehl-i sâlibin kırarken savletini/Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i” dizeleri ise zihinlere nakşoldu.

Filistin meselesi ve Kudüs’ün istilası ile birlikte öncelikle Arap Müslümanlar, sonra diğer dünya Müslümanları arasında Selâhaddin’e yönelik yeni bir teveccüh dalgası başladı. Bugün hâlâ bu dalga devam ediyor. Ancak bu dalga, İslam düşmanlarını çok ürkütmüşse de olması gereken nitelikte değildir, henüz kemâl noktasına ulaşmamıştır:

  1. Her şeyden önce, Selâhaddin’e yönelik teveccüh, kimi zaman Selâhaddin’in ruhundan bir tür istimdada dönüşmekte; kimi zaman ise bugünkü Müslümanları kınamaya dönük bir hiciv mahiyeti taşımaktadır. Müslümanlar, son sürecin mağduru iken bir de tarih anlatımıyla bir kez daha vurulup hırpalanabilmektedirler.
  2. Selâhaddin anlatımlarında Allah yolunda ihlasla ve sınırsız bir fedakârlıkla cihad etme gibi ortak bir zemin bulunmasına rağmen, parçalılık da söz konusudur. Özellikle Arap-İslam dünyasında “Hanbelî/Selefî” bir Selâhaddin üretimi, iyi niyetli olsa da büyük riskler taşımaktadır. Çoğu zaman Şeyh Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri menkıbeleriyle sentezlenen bu anlatımların aslı astarı yoktur. Menkıbelerin zor konuları topluma aktarmak gibi olumlu bir yönü varsa da kimi zaman zemin kaymasına yol açtığı da malumdur.
  3. Zihin dünyamızda “zahid Selâhaddin”, “abid Selâhaddin”, “alim Selâhaddin”, “ihya önderi Selâhaddin” gibi algılar onun mücahidliğine eşlik etmektedir. Lâkin Selâhaddin, tek başına bunların hiçbiri değil, bunların tamamının buluşmasıdır. Selâhaddin’i sair hükümdar ve askerlerden üstün kılan da onun bu müthiş bir dengeye sahip çok yönlülüğüdür. Günümüz anlatımlarında bu çok yönlülüğü işlevsel bir şekilde ifade etme konusunda büyük bir kusurumuz vardır.
  4. Bugünkü diğer bir kusur, Selâhaddin’in statik, durağan, tarihe mal olup kalmış bir şahsiyet olarak ifade edilmesidir. Oysa bizim, bugün örnek alınabilecek, yaşayan bir Selâhaddin’e ihtiyacımız vardır.

Bizim ihtiyaç duyduğumuz Selâhaddin’in salt anılması değil, örnek alınmasıdır. Bu da Selâhaddin’le ilgili sağlam bir analiz çalışmasına gereksinim duymaktadır. Selâhaddin’in eylemleri ile Kur’an ve Sünnet arasındaki ilişkiyi izah ederek onu İslam sürekliliği içinde değerlendirecek bir tarih analizi… Böyle bir analiz çalışması, Selâhaddin’in anılmasından çok, Kur’an ve Sünnete tabi bir önder olarak ihyası yönünde işlev görecektir.

  1. Yine günümüz çalışmalarının kusurlu bir yanı da Arap İslam dünyasındaki vaziyetten dolayı, edebiyat kanadından yoksun olmasıdır. Arap İslam dünyasında çok hileli bir yolla, salt aktarımcılığa yönlendirme, İslam sanatlarını bitirdi. Bu çerçevede edebiyat da ağır bir darbe gördü. Oysa halk, genel olarak aktarımsal bir anlatımdan öte, sanatsal bir anlatıma ilgi duymaktadır. Selâhaddin’le ilgili bir roman, bir tiyatro, bir film binlerce makalenin arşivlerde atıl kalmasının önüne geçecek, bereketli birer anlatım aracı olacaktır. Ne yazık ki bu yönde hiçbir kıpırdama yok.
    Bildiğim kadarıyla Selâhaddin hakkında son dönemde kayda değer hiçbir şiir müktesebatı oluşmadığı gibi, görsel sanatlar konusunda da hiçbir çalışma yapılmamaktadır.

Dolayısıyla Selâhaddîn-i Eyyûbî üzerine çalışacak olanları çok geniş bir çalışma sahası beklemektedir.

Rabbim, Selâhaddin’e rahmet eylesin ve onun örnek alınmasını sağlayacak çalışmalar yapanlardan razı olsun.